_YUSUF_
Yönetici
- Katılım
- 26 Haz 2008
- Mesajlar
- 4,070
- Tepki puanı
- 1,043
- Puanları
- 113
- Yaş
- 43
Şunu bilmek gerekir ki, felsefeciler çok farklı görüşlere ayrılmakla birlikte bunları üç ana başlık altında toplayabiliriz. Bunlar, dehrîler, tabiatçılar ve ilâhiyatçılardır.
1. Dehrîler: Ateistler, Tanrı Tanımazlar
Felsefecilerin birinci kısmını dehrîler oluşturur. Bunlar ilk felsefeciler içerisinde bir gruptur. Bu anlayışa sahip kimseler; her şeyi düzenle Dehriyye (ateizm, tanrı tanımazlık): Allah'ın varlığını yani âlemde derûnî, haricî ve üstün bir varlığı inkâr eden felsefî görüştür. Allah'ı, ruhu, hayatı inkâr ederken, âlemin tesadüfün birtakım kombinezonları ile meydana geldiğini kabul ve iddia eder. Tabiat olaylarının izahında hiçbir sebep tanımaz. Ateizmin mücadelesi dine, dindara, yüksek inançlara karşıdır
Tabiatçılar (natüralizm): Tabiattan başka hiçbir realite ve değer kabul etmeyenlerin doktrini. Felsefe tarihinde müstakil bir meslek ve doktrin olarak görülmeyen natüralizm, daha çok materyalizm ile beraber bulunur veya materyalizm yerine kullanılır. Çünkü daha çok varlıkların sebepleri ile uğraşan ve tabiattan başka sebep ve müessir (etken) kabul etmeyen natüralizm, varlıkların esasıyla meşgul olarak ruhî ve manevî müstakil bir cevherin mevcudiyetini inkâr eden materyalizm ile esasta mutabıktır , takdir eden, bilgili ve kudretli bir yaratıcının varlığını inkâr ederler.
Onların iddiasına göre âlem, bir yaratıcı tarafından değil, eskiden beri geçirdiği bir devrimle kendi kendine var idi ve hâlâ öyle devam etmektedir. Yine onlara göre canlılar, nutfeden ve nutfe de canlılardan meydana gelmekteydi, yine öyle olmakta ve sonsuza kadar böyle olmayı sürdürecektir.
Felsefecilerden bu gruba girenlerin hepsi de dinsizdir.
2. Tabiatçılık: Natüralizm
Felsefeciler içinde ikinci grubu tabiatçılar oluşturur. Bunlar araştırmalarını daha çok tabiattaki varlıklar üzerine, hayvanların ve bitiklerin ilginç özelliklerini tesbit üzerine yoğunlaştırmışlardır.
Canlıların organlarının anatomik (yapısal) özellikleri üzerinde fazlasıyla çalışmalar yapmışlardır. Bu araştırmaları sonucunda, Allah Teâlâ'nm yaratışındaki hayret verici özellikleri ve eşsiz hikmetlerini müşahede etmişlerdir.
Görmüş oldukları bu hakikatler de onları, her şeye gücü yeten (kadir), hikmet sahibi (hakîm), her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen (alîm) ve kâinatı niçin yaratmış olduğundan haberdar olan bir yaratıcının varlığını kabul etmek zorunda bırakmıştır.
Gerçekten de, anatomi (teşrih) konusunu ve canlılardaki organların hayret verici faydalarını inceleyen herkes, mutlaka yukarıdaki zorunlu bilgiye sahip olur ve canlıların bedenlerinin, özellikle de insan bedenin, yaratıcı tarafından mükemmel şekilde tasarlandığını kabul eder.
Ancak tabiat bilimciler, araştırmalarını tabiattaki varlıklar üzerinde yoğunlaştırdıkları için "mizaç dengesi"nin, canlılardaki güç birimlerinin kıvamı üzerinde büyük etkisi olduğu sonucuna varmışlardır.
Yine buradan hareketle, insanlardaki akledici gücün bu mizaca bağlı olduğunu zannetmişlerdir. Onlara göre, mizaçtaki denge bozulduğu zaman akletme gücü de bozulur ve yok olur. Mizaçtaki bu denge yok olunca, bunun nasıl geri getirileceğinin bilinemeyeceğini iddia ederler.
Bu düşünce sahipleri, ruhun öleceğine ve tekrar geri dirilmeyeceğine hükmetmişlerdir. Bunlar âhireti kabul etmemiş; cenneti, cehennemi, haşredilmeyi, yeniden dirilmeyi, kıyameti ve hesap gününü de inkâr etmişlerdir.
Bu kanaate sahip oldukları için onlar, ibadetlere karşılık herhangi.bir sevap ve günahlara karşılık hiçbir ceza olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu anlayış da onların gemlerinden boşalmalarına, tıpkı hayvanlar gibi arzularının esiri olmalarına yol açmıştır.
Bu inanışta olanlar da, tıpkı yukarıdakiler (ateistler) gibi dinsizdirler. Çünkü imanın temeli, Allah'a ve âhiret gününe iman etmektir. Oysa bu tabiatçılar, Allah'ın varlığına ve sıfatlarına iman etseler bile, âhiret gününü inkâr etmektedirler.
3. İlâhiyatçılar
Felsefecilerin üçüncü kısmında bulunanlar ilâhiyatçılardır. Bunlar Eflatun'un hocası Sokrat ve Aristo'nun hocası Eflatun gibi sonraki
Eflatun (Platon): Atinalı soylu bir ailenin çocuğu olup milâttan önce 428 yılında doğmuş, 347 yılında burada ölmüştür. Önce Pisagorcular'dan ders almış, daha sonra Sokrat ile tanışarak ölünceye kadar onun derslerine devam etmiştir. Onun idealar görüşü bazı kesimler tarafından kabul görmüştür.
Sokrat (Sokrates): Yunan felsefesinin sistemli devrinin hazırlanmasını sağlayan ünlü Yunan filozofudur. Milâttan önce 469-399 yılları arasında yaşamıştır. Halkın inançlarına karşı çıktığı ve Yunan tanrılarıyla alay ettiği için ölüme mahkûm edilmiştir. En önemli eseri öğrencisi Eflatun'dur.
Aristo (Aristoteles): Milâttan önce 384-322 yılları arasında yaşamıştır. Yunan felsefesinin en önemli filozoflarından bindir. Eserleri iki bin yıla yakın bir süre gerek Batı'da gerek Doğu'da yegâne kaynak olarak okutulmuştur. Ünü İslâm dünyasında da yayılmış, 8. asırdan itibaren eserleri Arapça'ya çevrilmeye başlanmıştır. İslâm düşünürleri arasında Kindî, Fârâ-bî, İbn Sînâ ve ibn Rüşd, Aristocu ekolün önde gelen isimlerindendir.O dönemlerde gelen (müteahhirîn) felsefecilerden oluşur.
Aristo ise, felsefeciler için ilk defa mantık ilmini bir disipline sokmuş, ilimleri buna göre düzenlemiş ve daha önce hiç yazılmamış konuları ilk defa o yazıya geçirmiştir. Felsefe hakkında daha önce dağınık ve bölük pörçük olan bilgileri olgunlaştırarak onlara sunmuştur.
Bu ilâhiyatçı felsefeciler, kendilerinden önceki iki grubu oluşturan ateistler ve tabiatçıların görüşlerini tamamen ve kökünden reddettiler. Onların kusurlarını ve kirli çamaşırlarını tutunacakları bir delil bırakmayacak şekilde ortaya serdiler. Böylece, onlarla yapılacak mücadele hususunda Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinin mânası da gerçekleşmiş oldu:
"Allah savaşta müminlere yeter."
Ahzâb 33/25.
Daha sonra Aristo, kendisinden önce gelen Sokrat, Eflatun ve diğer bütün ilâhiyatçı felsefecilerin görüşlerini öylesine kesin bir dille reddetti ki, onlarla ilgisini tamamen koparmış oldu. Ancak buna rağmen Aristo, bu ilâhiyatçı felsefecilerin küfür ve bid'at ihtiva eden pek çok rezaletini olduğu gibi bırakmış, bunları kökünden kazıma başarısını gösterememiştir.
Bu durumda, gerek Aristo'nun ve gerek onun peşinden giden İbn Sînâ, Fârâbî ve benzeri İslâm felsefecilerinin de sahip oldukla
(ibn Sînâ: Türkistan'ın Buhara yakınlarında 370 (980) yılında doğmuştur. Babası Sâmânoğulları Devleti'nde yüksek derecede görevli biriydi. Horasan, Cürcân, Rey, Kazvin, Hemedan şehirlerinde bulundu. İslâm Meşşâî felsefesinin önde gelen temsilcilerindendir. Felsefenin yanında tıp alanında da büyük bir şöhret olmuştur. Felsefe ve tıp alanında yazdığı eserleri Batı dillerine çevrilerek uzun yıllar ders kitabı olarak okutul-muştur. 428 (1037) yılında elli yedi yaşında vefat etmiştir.)( Fârâbî: Türkistan'da dünyaya gelmiş Türk asıllı filozoftur. Hayatı hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. 258 (871) yılında doğmuş ve 339 (950) yılında Şam'da vefat etmiştir.)
rı görüşleri sebebiyle küfre düşmüş olduklarını belirtmek gerekir.
Ancak şu gerçeği de teslim etmek gerekir ki, hiçbir İslâm felsefecisi Aristo'nun felsefî görüşlerini İbn Sînâ ve Fârâbî kadar doğru ve başarılı bir şekilde İslâm dünyasına aktarmayı başaramamıştır. Bu ikisinin dışındakiler tarafından yapılan nakiller, okuyucuların kafasını karıştıran çarpıtmalar ve karışıklıklardan uzak değildir. Böyle olduğu için, söz konusu aktarmalar anlaşılmaz duruma düşmüştür. Anlaşılmayan bir konu nasıl ret veya kabul edilebilir? İbn Sînâ ve Fârâbî tarafından yapılan nakillerden çıkan sonuca göre, Aristo'nun felsefî görüşlerini üç kısma ayırmak mümkündür:
1. Küfre düşmesini gerektiren görüşler,
2. Bid'ata düşmesine sebep olan görüşler,
3. Temel olarak inkâr edilmesi gerekmeyen görüşler.
1. Dehrîler: Ateistler, Tanrı Tanımazlar
Felsefecilerin birinci kısmını dehrîler oluşturur. Bunlar ilk felsefeciler içerisinde bir gruptur. Bu anlayışa sahip kimseler; her şeyi düzenle Dehriyye (ateizm, tanrı tanımazlık): Allah'ın varlığını yani âlemde derûnî, haricî ve üstün bir varlığı inkâr eden felsefî görüştür. Allah'ı, ruhu, hayatı inkâr ederken, âlemin tesadüfün birtakım kombinezonları ile meydana geldiğini kabul ve iddia eder. Tabiat olaylarının izahında hiçbir sebep tanımaz. Ateizmin mücadelesi dine, dindara, yüksek inançlara karşıdır
Tabiatçılar (natüralizm): Tabiattan başka hiçbir realite ve değer kabul etmeyenlerin doktrini. Felsefe tarihinde müstakil bir meslek ve doktrin olarak görülmeyen natüralizm, daha çok materyalizm ile beraber bulunur veya materyalizm yerine kullanılır. Çünkü daha çok varlıkların sebepleri ile uğraşan ve tabiattan başka sebep ve müessir (etken) kabul etmeyen natüralizm, varlıkların esasıyla meşgul olarak ruhî ve manevî müstakil bir cevherin mevcudiyetini inkâr eden materyalizm ile esasta mutabıktır , takdir eden, bilgili ve kudretli bir yaratıcının varlığını inkâr ederler.
Onların iddiasına göre âlem, bir yaratıcı tarafından değil, eskiden beri geçirdiği bir devrimle kendi kendine var idi ve hâlâ öyle devam etmektedir. Yine onlara göre canlılar, nutfeden ve nutfe de canlılardan meydana gelmekteydi, yine öyle olmakta ve sonsuza kadar böyle olmayı sürdürecektir.
Felsefecilerden bu gruba girenlerin hepsi de dinsizdir.
2. Tabiatçılık: Natüralizm
Felsefeciler içinde ikinci grubu tabiatçılar oluşturur. Bunlar araştırmalarını daha çok tabiattaki varlıklar üzerine, hayvanların ve bitiklerin ilginç özelliklerini tesbit üzerine yoğunlaştırmışlardır.
Canlıların organlarının anatomik (yapısal) özellikleri üzerinde fazlasıyla çalışmalar yapmışlardır. Bu araştırmaları sonucunda, Allah Teâlâ'nm yaratışındaki hayret verici özellikleri ve eşsiz hikmetlerini müşahede etmişlerdir.
Görmüş oldukları bu hakikatler de onları, her şeye gücü yeten (kadir), hikmet sahibi (hakîm), her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen (alîm) ve kâinatı niçin yaratmış olduğundan haberdar olan bir yaratıcının varlığını kabul etmek zorunda bırakmıştır.
Gerçekten de, anatomi (teşrih) konusunu ve canlılardaki organların hayret verici faydalarını inceleyen herkes, mutlaka yukarıdaki zorunlu bilgiye sahip olur ve canlıların bedenlerinin, özellikle de insan bedenin, yaratıcı tarafından mükemmel şekilde tasarlandığını kabul eder.
Ancak tabiat bilimciler, araştırmalarını tabiattaki varlıklar üzerinde yoğunlaştırdıkları için "mizaç dengesi"nin, canlılardaki güç birimlerinin kıvamı üzerinde büyük etkisi olduğu sonucuna varmışlardır.
Yine buradan hareketle, insanlardaki akledici gücün bu mizaca bağlı olduğunu zannetmişlerdir. Onlara göre, mizaçtaki denge bozulduğu zaman akletme gücü de bozulur ve yok olur. Mizaçtaki bu denge yok olunca, bunun nasıl geri getirileceğinin bilinemeyeceğini iddia ederler.
Bu düşünce sahipleri, ruhun öleceğine ve tekrar geri dirilmeyeceğine hükmetmişlerdir. Bunlar âhireti kabul etmemiş; cenneti, cehennemi, haşredilmeyi, yeniden dirilmeyi, kıyameti ve hesap gününü de inkâr etmişlerdir.
Bu kanaate sahip oldukları için onlar, ibadetlere karşılık herhangi.bir sevap ve günahlara karşılık hiçbir ceza olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu anlayış da onların gemlerinden boşalmalarına, tıpkı hayvanlar gibi arzularının esiri olmalarına yol açmıştır.
Bu inanışta olanlar da, tıpkı yukarıdakiler (ateistler) gibi dinsizdirler. Çünkü imanın temeli, Allah'a ve âhiret gününe iman etmektir. Oysa bu tabiatçılar, Allah'ın varlığına ve sıfatlarına iman etseler bile, âhiret gününü inkâr etmektedirler.
3. İlâhiyatçılar
Felsefecilerin üçüncü kısmında bulunanlar ilâhiyatçılardır. Bunlar Eflatun'un hocası Sokrat ve Aristo'nun hocası Eflatun gibi sonraki
Eflatun (Platon): Atinalı soylu bir ailenin çocuğu olup milâttan önce 428 yılında doğmuş, 347 yılında burada ölmüştür. Önce Pisagorcular'dan ders almış, daha sonra Sokrat ile tanışarak ölünceye kadar onun derslerine devam etmiştir. Onun idealar görüşü bazı kesimler tarafından kabul görmüştür.
Sokrat (Sokrates): Yunan felsefesinin sistemli devrinin hazırlanmasını sağlayan ünlü Yunan filozofudur. Milâttan önce 469-399 yılları arasında yaşamıştır. Halkın inançlarına karşı çıktığı ve Yunan tanrılarıyla alay ettiği için ölüme mahkûm edilmiştir. En önemli eseri öğrencisi Eflatun'dur.
Aristo (Aristoteles): Milâttan önce 384-322 yılları arasında yaşamıştır. Yunan felsefesinin en önemli filozoflarından bindir. Eserleri iki bin yıla yakın bir süre gerek Batı'da gerek Doğu'da yegâne kaynak olarak okutulmuştur. Ünü İslâm dünyasında da yayılmış, 8. asırdan itibaren eserleri Arapça'ya çevrilmeye başlanmıştır. İslâm düşünürleri arasında Kindî, Fârâ-bî, İbn Sînâ ve ibn Rüşd, Aristocu ekolün önde gelen isimlerindendir.O dönemlerde gelen (müteahhirîn) felsefecilerden oluşur.
Aristo ise, felsefeciler için ilk defa mantık ilmini bir disipline sokmuş, ilimleri buna göre düzenlemiş ve daha önce hiç yazılmamış konuları ilk defa o yazıya geçirmiştir. Felsefe hakkında daha önce dağınık ve bölük pörçük olan bilgileri olgunlaştırarak onlara sunmuştur.
Bu ilâhiyatçı felsefeciler, kendilerinden önceki iki grubu oluşturan ateistler ve tabiatçıların görüşlerini tamamen ve kökünden reddettiler. Onların kusurlarını ve kirli çamaşırlarını tutunacakları bir delil bırakmayacak şekilde ortaya serdiler. Böylece, onlarla yapılacak mücadele hususunda Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinin mânası da gerçekleşmiş oldu:
"Allah savaşta müminlere yeter."
Ahzâb 33/25.
Daha sonra Aristo, kendisinden önce gelen Sokrat, Eflatun ve diğer bütün ilâhiyatçı felsefecilerin görüşlerini öylesine kesin bir dille reddetti ki, onlarla ilgisini tamamen koparmış oldu. Ancak buna rağmen Aristo, bu ilâhiyatçı felsefecilerin küfür ve bid'at ihtiva eden pek çok rezaletini olduğu gibi bırakmış, bunları kökünden kazıma başarısını gösterememiştir.
Bu durumda, gerek Aristo'nun ve gerek onun peşinden giden İbn Sînâ, Fârâbî ve benzeri İslâm felsefecilerinin de sahip oldukla
(ibn Sînâ: Türkistan'ın Buhara yakınlarında 370 (980) yılında doğmuştur. Babası Sâmânoğulları Devleti'nde yüksek derecede görevli biriydi. Horasan, Cürcân, Rey, Kazvin, Hemedan şehirlerinde bulundu. İslâm Meşşâî felsefesinin önde gelen temsilcilerindendir. Felsefenin yanında tıp alanında da büyük bir şöhret olmuştur. Felsefe ve tıp alanında yazdığı eserleri Batı dillerine çevrilerek uzun yıllar ders kitabı olarak okutul-muştur. 428 (1037) yılında elli yedi yaşında vefat etmiştir.)( Fârâbî: Türkistan'da dünyaya gelmiş Türk asıllı filozoftur. Hayatı hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. 258 (871) yılında doğmuş ve 339 (950) yılında Şam'da vefat etmiştir.)
rı görüşleri sebebiyle küfre düşmüş olduklarını belirtmek gerekir.
Ancak şu gerçeği de teslim etmek gerekir ki, hiçbir İslâm felsefecisi Aristo'nun felsefî görüşlerini İbn Sînâ ve Fârâbî kadar doğru ve başarılı bir şekilde İslâm dünyasına aktarmayı başaramamıştır. Bu ikisinin dışındakiler tarafından yapılan nakiller, okuyucuların kafasını karıştıran çarpıtmalar ve karışıklıklardan uzak değildir. Böyle olduğu için, söz konusu aktarmalar anlaşılmaz duruma düşmüştür. Anlaşılmayan bir konu nasıl ret veya kabul edilebilir? İbn Sînâ ve Fârâbî tarafından yapılan nakillerden çıkan sonuca göre, Aristo'nun felsefî görüşlerini üç kısma ayırmak mümkündür:
1. Küfre düşmesini gerektiren görüşler,
2. Bid'ata düşmesine sebep olan görüşler,
3. Temel olarak inkâr edilmesi gerekmeyen görüşler.