Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Felsefecilerin Sınıfları ve Küfür İçeren Yönleri (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Şunu bilmek gerekir ki, felsefeciler çok farklı görüşlere ayrılmakla birlikte bunları üç ana başlık altında toplayabiliriz. Bunlar, dehrîler, tabiatçılar ve ilâhiyatçılardır.
1. Dehrîler: Ateistler, Tanrı Tanımazlar
Felsefecilerin birinci kısmını dehrîler oluşturur. Bunlar ilk felsefeciler içerisinde bir gruptur. Bu anlayışa sahip kimseler; her şeyi düzenle Dehriyye (ateizm, tanrı tanımazlık): Allah'ın varlığını yani âlemde derûnî, haricî ve üstün bir varlığı inkâr eden felsefî görüştür. Allah'ı, ruhu, hayatı inkâr ederken, âlemin tesadüfün birtakım kombinezonları ile meydana geldiğini kabul ve iddia eder. Tabiat olaylarının izahında hiçbir sebep tanımaz. Ateizmin mücadelesi dine, dindara, yüksek inançlara karşıdır
Tabiatçılar (natüralizm): Tabiattan başka hiçbir realite ve değer kabul etmeyenlerin doktrini. Felsefe tarihinde müstakil bir meslek ve doktrin olarak görülmeyen natüralizm, daha çok materyalizm ile beraber bulunur veya materyalizm yerine kullanılır. Çünkü daha çok varlıkların sebepleri ile uğraşan ve tabiattan başka sebep ve müessir (etken) kabul etmeyen natüralizm, varlıkların esasıyla meşgul olarak ruhî ve manevî müstakil bir cevherin mevcudiyetini inkâr eden materyalizm ile esasta mutabıktır , takdir eden, bilgili ve kudretli bir yaratıcının varlığını inkâr ederler.
Onların iddiasına göre âlem, bir yaratıcı tarafından değil, eskiden beri geçirdiği bir devrimle kendi kendine var idi ve hâlâ öyle devam etmektedir. Yine onlara göre canlılar, nutfeden ve nutfe de canlılardan meydana gelmekteydi, yine öyle olmakta ve sonsuza kadar böyle olmayı sürdürecektir.
Felsefecilerden bu gruba girenlerin hepsi de dinsizdir.

2. Tabiatçılık: Natüralizm
Felsefeciler içinde ikinci grubu tabiatçılar oluşturur. Bunlar araştırmalarını daha çok tabiattaki varlıklar üzerine, hayvanların ve bitiklerin ilginç özelliklerini tesbit üzerine yoğunlaştırmışlardır.
Canlıların organlarının anatomik (yapısal) özellikleri üzerinde fazlasıyla çalışmalar yapmışlardır. Bu araştırmaları sonucunda, Allah Teâlâ'nm yaratışındaki hayret verici özellikleri ve eşsiz hikmetlerini müşahede etmişlerdir.
Görmüş oldukları bu hakikatler de onları, her şeye gücü yeten (kadir), hikmet sahibi (hakîm), her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen (alîm) ve kâinatı niçin yaratmış olduğundan haberdar olan bir yaratıcının varlığını kabul etmek zorunda bırakmıştır.
Gerçekten de, anatomi (teşrih) konusunu ve canlılardaki organların hayret verici faydalarını inceleyen herkes, mutlaka yukarıdaki zorunlu bilgiye sahip olur ve canlıların bedenlerinin, özellikle de insan bedenin, yaratıcı tarafından mükemmel şekilde tasarlandığını kabul eder.
Ancak tabiat bilimciler, araştırmalarını tabiattaki varlıklar üzerinde yoğunlaştırdıkları için "mizaç dengesi"nin, canlılardaki güç birimlerinin kıvamı üzerinde büyük etkisi olduğu sonucuna varmışlardır.
Yine buradan hareketle, insanlardaki akledici gücün bu mizaca bağlı olduğunu zannetmişlerdir. Onlara göre, mizaçtaki denge bozulduğu zaman akletme gücü de bozulur ve yok olur. Mizaçtaki bu denge yok olunca, bunun nasıl geri getirileceğinin bilinemeyeceğini iddia ederler.
Bu düşünce sahipleri, ruhun öleceğine ve tekrar geri dirilmeyeceğine hükmetmişlerdir. Bunlar âhireti kabul etmemiş; cenneti, cehennemi, haşredilmeyi, yeniden dirilmeyi, kıyameti ve hesap gününü de inkâr etmişlerdir.
Bu kanaate sahip oldukları için onlar, ibadetlere karşılık herhangi.bir sevap ve günahlara karşılık hiçbir ceza olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu anlayış da onların gemlerinden boşalmalarına, tıpkı hayvanlar gibi arzularının esiri olmalarına yol açmıştır.
Bu inanışta olanlar da, tıpkı yukarıdakiler (ateistler) gibi dinsizdirler. Çünkü imanın temeli, Allah'a ve âhiret gününe iman etmektir. Oysa bu tabiatçılar, Allah'ın varlığına ve sıfatlarına iman etseler bile, âhiret gününü inkâr etmektedirler.
3. İlâhiyatçılar
Felsefecilerin üçüncü kısmında bulunanlar ilâhiyatçılardır. Bunlar Eflatun'un hocası Sokrat ve Aristo'nun hocası Eflatun gibi sonraki
Eflatun (Platon): Atinalı soylu bir ailenin çocuğu olup milâttan önce 428 yılında doğmuş, 347 yılında burada ölmüştür. Önce Pisagorcular'dan ders almış, daha sonra Sokrat ile tanışarak ölünceye kadar onun derslerine devam etmiştir. Onun idealar görüşü bazı kesimler tarafından kabul görmüştür.
Sokrat (Sokrates): Yunan felsefesinin sistemli devrinin hazırlanmasını sağlayan ünlü Yunan filozofudur. Milâttan önce 469-399 yılları arasında yaşamıştır. Halkın inançlarına karşı çıktığı ve Yunan tanrılarıyla alay ettiği için ölüme mahkûm edilmiştir. En önemli eseri öğrencisi Eflatun'dur.
Aristo (Aristoteles): Milâttan önce 384-322 yılları arasında yaşamıştır. Yunan felsefesinin en önemli filozoflarından bindir. Eserleri iki bin yıla yakın bir süre gerek Batı'da gerek Doğu'da yegâne kaynak olarak okutulmuştur. Ünü İslâm dünyasında da yayılmış, 8. asırdan itibaren eserleri Arapça'ya çevrilmeye başlanmıştır. İslâm düşünürleri arasında Kindî, Fârâ-bî, İbn Sînâ ve ibn Rüşd, Aristocu ekolün önde gelen isimlerindendir.O dönemlerde gelen (müteahhirîn) felsefecilerden oluşur.
Aristo ise, felsefeciler için ilk defa mantık ilmini bir disipline sokmuş, ilimleri buna göre düzenlemiş ve daha önce hiç yazılmamış konuları ilk defa o yazıya geçirmiştir. Felsefe hakkında daha önce dağınık ve bölük pörçük olan bilgileri olgunlaştırarak onlara sunmuştur.
Bu ilâhiyatçı felsefeciler, kendilerinden önceki iki grubu oluşturan ateistler ve tabiatçıların görüşlerini tamamen ve kökünden reddettiler. Onların kusurlarını ve kirli çamaşırlarını tutunacakları bir delil bırakmayacak şekilde ortaya serdiler. Böylece, onlarla yapılacak mücadele hususunda Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinin mânası da gerçekleşmiş oldu:
"Allah savaşta müminlere yeter."
Ahzâb 33/25.
Daha sonra Aristo, kendisinden önce gelen Sokrat, Eflatun ve diğer bütün ilâhiyatçı felsefecilerin görüşlerini öylesine kesin bir dille reddetti ki, onlarla ilgisini tamamen koparmış oldu. Ancak buna rağmen Aristo, bu ilâhiyatçı felsefecilerin küfür ve bid'at ihtiva eden pek çok rezaletini olduğu gibi bırakmış, bunları kökünden kazıma başarısını gösterememiştir.
Bu durumda, gerek Aristo'nun ve gerek onun peşinden giden İbn Sînâ, Fârâbî ve benzeri İslâm felsefecilerinin de sahip oldukla
(ibn Sînâ: Türkistan'ın Buhara yakınlarında 370 (980) yılında doğmuştur. Babası Sâmânoğulları Devleti'nde yüksek derecede görevli biriydi. Horasan, Cürcân, Rey, Kazvin, Hemedan şehirlerinde bulundu. İslâm Meşşâî felsefesinin önde gelen temsilcilerindendir. Felsefenin yanında tıp alanında da büyük bir şöhret olmuştur. Felsefe ve tıp alanında yazdığı eserleri Batı dillerine çevrilerek uzun yıllar ders kitabı olarak okutul-muştur. 428 (1037) yılında elli yedi yaşında vefat etmiştir.)( Fârâbî: Türkistan'da dünyaya gelmiş Türk asıllı filozoftur. Hayatı hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. 258 (871) yılında doğmuş ve 339 (950) yılında Şam'da vefat etmiştir.)

rı görüşleri sebebiyle küfre düşmüş olduklarını belirtmek gerekir.
Ancak şu gerçeği de teslim etmek gerekir ki, hiçbir İslâm felsefecisi Aristo'nun felsefî görüşlerini İbn Sînâ ve Fârâbî kadar doğru ve başarılı bir şekilde İslâm dünyasına aktarmayı başaramamıştır. Bu ikisinin dışındakiler tarafından yapılan nakiller, okuyucuların kafasını karıştıran çarpıtmalar ve karışıklıklardan uzak değildir. Böyle olduğu için, söz konusu aktarmalar anlaşılmaz duruma düşmüştür. Anlaşılmayan bir konu nasıl ret veya kabul edilebilir? İbn Sînâ ve Fârâbî tarafından yapılan nakillerden çıkan sonuca göre, Aristo'nun felsefî görüşlerini üç kısma ayırmak mümkündür:
1. Küfre düşmesini gerektiren görüşler,
2. Bid'ata düşmesine sebep olan görüşler,
3. Temel olarak inkâr edilmesi gerekmeyen görüşler.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Felsefî İlimlerin Tehlikeleri
Bilmelisin ki, bizim peşinde olduğumuz maksat yönünden felsefe ilimleri altı kısımdır. Bunlar matematik, mantık, tabiat bilimleri, ilahiyat, siyaset ve ahlâktır.
1. Matematik İlminin Tehlikesi
Bu ilim dalı aritmetik, geometri ve astronomi ilimleriyle ilgilidir. Bunlar içinde, doğrudan dinin bir hükmünü veya rüknünü ret ya da kabulünü gerektiren herhangi bir şey yoktur. Tam tersine, bu ilimlerin verileri, konuları iyice bilinip anlaşıldıktan sonra inkâr edilmeyecek derecede kesin delillere dayalıdır. Fakat bu durum şu iki tehlikeyi doğurmuştur:
Birinci Tehlike:
Matematik ilimlerine bakıp onları inceleyen kişi, orada gördüğü incelikler ve delillerin kesinliği karşısında hayrete düşer. Bu sebeple felsefecilere karşı güzel kanaatler beslemeye başlar. Felsefecilerin sahip olduğu bilgilerin bütününün açıklık ve kesin delile dayanma bakımından tıpkı matematik gibi olduğunu düşünmeye başlar.
Sonra bu kimse, felsefecilerden birinin küfür yolunu tuttuğunu ya da Allah'ın sıfatlarını inkâr ettiğini veya ağza alınmayacak laflarla dinî hafife aldıklarını işitebilir. Bu durumda şöyle düşünmesi de beklenebilir:
"Eğer dinin gerçek bir yönü olsaydı, böylesine bilgi ve araştırma sahibi olan felsefecilere bu gerçek gizli kalmazdı."
Bu düşüncelerle körü kürüne onları taklit eder ve kendisi de küfür yolunu tutar. Kulaktan kulağa gelen bilgilerle onların küfür ve inkâr yolunu tuttuklarını öğrenince, doğru yolun dinî reddetmek ve inkâr etmekten geçtiğine hükmeder.
Sadece kulaktan duyma bilgilerin peşinde gitmiş, hiçbir delile dayanmaksızın yoldan sapmış nice kişiler gördüm.
Halbuki bu kimselerin şu gerçekler üzerinde düşünmeleri gerekir:
"Bir sanat dalında ya da bir meslekte uzmanlaşmış olan kişinin, bütün sanat dallarında uzman olması gerekmez. Meselâ fıkıh ve kelâm alanında uzmanlaşmış olan birinin tıp alanında da uzman olması gerekmez. Diğer taraftan aklî ilimlerde bilgisiz olan birinin, dil alanında da cahil olması icap etmez. Tersine her ilim dalında ve meslek alanında, başkalarını geride bırakarak ön sıralara geçmiş ve zirveye ulaşmış kişiler bulunur. Halbuki bu kimseler diğer ilim dalları ve mesleklerde kafaları çalışmaz birer ahmak ve cahil kimseler gibidirler."
Tıpkı bunun gibi, ilk felsefecilerin matematik hakkında söyledikleri kesin delillere dayandığı halde, ilahiyat sahasında söyledikleri tahmine dayanmaktaydı. Bu gerçekleri ancak bu konularda araştırma yapan ve dirsek çürüten kimseler tesbit edebilir.
Bu gerçekler, körü körüne taklide saplanmış kimselere anlatılsa bile, kulaklarına girmez ve kabul etmeye yanaşmaz. Tersine, nefsinin arzuları, tembellik ve bilgiç görünme isteği onu, felsefecilerin bütün bilgilerini tasdik konusunda ısrar etmeye zorlar.
Gerçekten bu durum büyük bir felâkettir. Bu sebeple, bu ilimlere fazlasıyla dalanların bundan alıkonulmaları gerekir. Her ne kadar matematik ilimleri doğrudan dinî konularla ilgili olmasa da, felsefecilerin bilgilerinin temelini oluşturması, onların şerrini ve uğursuzluğunu da ona bulaştırmalarına sebep olur. Böyle olduğu için, bu ilme kendisini iyice kaptırıp da dinden ve takva bağından sıyrılmamış kimse çok azdır.
İkinci Tehlike:
İkinci tehlike, İslâm'a hizmet etmek isteyen cahil kimselerden kaynaklanmaktadır. Bu kimseler, felsefecilerin bütün görüşlerini inkâr etmenin dine destek olmak ve dine sahip çıkmak olduğunu zannetmektedirler.
Bu sebeple, onlar felsefecilerin bütün bilgilerini reddetmiş ve onların o konularda bilgisiz olduklarını iddia etmişlerdir. Bu cahil kimseler öylesine ileri gitmişlerdir ki, felsefecilerin güneş ve ay tutulması ile ilgili sözlerini bile reddetmişler, bu sözlerin şeriata aykırı olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Güneş ve ay tutulmasının gerçek olduğunu kesin delillerle bilen kimseler, cahil müslümanlar, bu asılsız iddialarını işittikleri zaman; kendilerinin kesin delillerle bildiği konuda bir şüpheye düşmemiş; ancak İslâm'ın cehalet ve kesin bilgileri inkâr temeli üzerine kurulduğunu düşünmeye başlamıştır.
Bu da sonuç olarak, insanların felsefeye karşı sevgi ve bağlılığının artmasına, İslâm'dan soğumasına ve uzaklaşmasına yol açmıştır.
Dini desteklemek için felsefecilerin bilgilerini temelinden inkâr etmek gerektiğini düşünen kimselerin yaptığı bu iş, dine karşı işlenmiş büyük bir cinayettir.
Halbuki dinin bu tür bilgilere karşı olumlu ya da olumsuz bir tavrı olmadığı gibi, bu tür bilgiler dinî konularla da herhangi bir çelişki oluşturmamaktadır. Nitekim Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:
"Güneş ve ay Allah Teâlâ'nın delilleri arasından iki delildir. Bunlar herhangi bir kimsenin ölmesi veya doğması sebebiyle tutulmazlar. Bunların tutulduklarını gördüğünüzde hemen Allah Teâlâ'yı zikretmeye ve namaza koşun (sığının)."24 Buhârî, Görüldüğü gibi bu hadis-i şerifte, belli birtakım hesaplamalara dayanan astronomi ilmini inkâr etmeyi gerektirecek bir hüküm yoktur. Bu ; ilmin hesaplarına göre güneş ve ay hareketlen sırasında belli şekillerde yan yana veya karşı karşıya gelebilmektedir.
Ancak yukarıdaki hadis-i şerifin devamı olduğu ileri sürülen, "... Ancak Allah Teâlâ bir şeye tecelli edince o şey kendisine boyun eğer" kısmı, hiçbir sahih hadis kitabında bulunmamaktadır.
Matematik ilimleri ile ilgili hükümler ve tehlikeleri hakkında söylenecek olanlar bunlardan ibarettir.
2. Mantık İlminin Tehlikesi
Mantık ilminin ihtiva ettiği bilgilerin din ile olumlu veya olumsuz bir ilişkisi yoktur. Mantık ilmi şu konularla ilgilenir:
Delil getirmenin yolları, Kıyas çeşitleri,
Burhanın (kesin delilin) öncüllerinin şartları ve bunların nasıl oluşturulacağı, Geçerli haddin şartları ve nasıl düzenleneceği vb. konular.
Mantık ilmine göre ilim, "tasavvur" ve "tasdik"olmak üzere ikiye ayrılır. Tasavvur "had" vasıtasıyla, tasdik ise "burhan"vasıtasıyla bilinir.
(Had (tarif): Bir şeyin özüne delâlet eden sözdür. Yani, iki şey arasında müşterek olan manayı, arasına sınır çizerek birbirinden ayırmak demektir.
Tasavvur: İnsanın sahip olduğu her bilgi ya tasavvurdur ya da tasdiktir. Bir şey hakkında olumlu ya da olumsuz bir hükme varmadan mahiyetini idrak etmeye tasavvur denir, insanın mahiyetini tasavvur etmek gibi.
Tasdik: Bir tasavvur hakkında olumlu ya da olumsuz bir hüküm bildirmektir. Bu da bir konuyu diğer konuyla ilişki kurarak kabul ya da ret yönünde görüş belirtmektir.
Burhan: Öncülleri kesin bilgi olan kıyastır. Gayesi kesin bilgi elde etmektir. Bilgi ya başlangıçta kesin olur ki, buna zarûriyyât denir. Ya da vasıta ile kesin olur ki, buna da nazariyyât denir.)
Bu bilgilerin din açısından inkâr edilecek bir tarafı bulunmamaktadır. Hatta bu bilgiler, kelâmcıların ve delil getirme konusunda kafa yoran kimselerin dile getirdikleri konularla benzerlik göstermektedir.
Mantıkçılar ile kelâmcılar arasındaki fark, taraflardan her birinin farklı terimler ve tabirler kullanmaları, mantıkçıların son derece ayrıntılı tarifler ve sınıflandırmalar yapmalarından ibarettir.
Burada mantık ilmine bir örnek verelim: Mantıkçılar derler ki:
Her (a) (b) ise, bazı (b)'ler (a)'dır. Diğer bir örnek:
Bütün insanlar canlı ise, bazı canlılar insandır.
Mantık ilminde bu konu şöyle tarif edilir:
"Bütün hakkında geçerli olan bir hüküm, tersinden ifade edildiğinde bir kısmı için geçerli olur."
Bu anlattığımız hususların dinin hangi konularıyla ilgisi vardır ki, bunları inkâr veya reddediyorlar? Bir kimse bu mantık bilgilerini reddettiği takdirde, bundan doğacak olan sonuç sadece reddedenlerin aleyhine olur. Çünkü mantık bilginleri, bu bilgileri reddeden kimselerin aklından bu bilgileri inkâr etme temeline dayandığı ileri sürülen dinlerinden kuşku duymaya başlarlar.
Evet, felsefecilerin bu ilim dalında bir tür zulüm ve haksızlık irtikâp ettikleri doğrudur. Onlar, bir taraftan burhan (kesin delil) için şartlar ileri sürüyorlar; kesin bilginin ancak belli şartlar yerine getirildiği takdirde ortaya çıkabileceğini söylüyorlar, diğer taraftan, dinî konularda konuşmaya gelince, kendileri tarafından konulmuş bu şartlara bağlı kalmaya gerek duymuyorlar. Din alanında konuştuklarında bu şartları olabildiğince gevşek tutuyorlar.
Bu durumda, mantık ilmini inceleyen, bu ilmi beğenen, gayet açık delillere dayandığını gören bazı kimseler; felsefecilerden nakledilen ve onların küfre girmesine sebep olan bazı görüşlerin de mantık ilminde dile getirdikleri burhan ile desteklendiğini zannederler.
Böylece bu felsefecilerin ilahiyat sahasında söylediklerinin doğruluğunu ve yanlışlığını araştırmadan hemen onlara inanmak suretiyle küfre girerler.
Mantık konusunda belirtmiş olduğumuz durum da felsefecilerin yol açabileceği tehlikelerden biridir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
3. Tabiat İlimleri
Tabiat ilimleri, gökyüzündeki âlemi, orada bulunan yıldızları; yeryüzünde yalın (basit) halde bulunan su, hava, toprak, ateş gibi maddeleri ve bileşik (terkip) halinde bulunan hayvan, bitki ve maden gibi varlıkları inceler. Bunların değişim (tagayyür), dönüşüm (istihale) ve karışım (imtizaç) sebeplerini araştırır.
Tabiat ilimleri bu hali ile, insan vücudunu, insanda bulunan ve ona hizmet eden başlıca organları ve bunların yapısal değişimlerinin sebeplerini inceleyen tıp ilmine benzer.
Tıp ilmini reddetmek, dinin mutlaka yerine getirilmesi gereken temel bir esası olmadığı gibi, tabiat ilimlerini inkâr etmek de dinin şartları arasında yer almaz.
Ancak, bizim Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserimizde açıklamış olduğumuz belli konular bunun dışındadır. Bu kitabımızda ele aldığımız diğer bazı konular üzerinde düşünüldüğünde, bunlara da karşı çıkılması gerekir. Yani onların da karşı çıkılması gereken görüşler kapsamına girdiği görülür.
Özetle bu konudaki temel ölçü şudur: Tabiatın, Allah Teâlâ'nın emrine bağlı olduğu bilinmelidir. Orada hiçbir şey kendi kendine hareket etmez.
Kâinatta bulunan her şey, yaratıcısı tarafından (bir maksada göre) kullanılmakta, hareket etmektedir. Güneş, ay, yıldızlar ve tabiatta bulunan cisimlerin hepsi Allah Teâlâ'nın emrine bağlı olarak hareket etmektedirler. Bunların hiçbiri kendi başlarına hareket edemez, hiçbir şey yapamazlar.
4. İlahiyat
Felsefecilerin hatalarının çoğu ilahiyat konusunda ortaya çıkar. Onlar, mantık ilminde kesin bir delilde (burhanda) bulunması gereken ve kendileri tarafından ileri sürülen şartlara ilahiyat sahasında sadakat göstermeyi başaramamışlardır.
Bu yüzden felsefeciler arasında, ilahiyat alanında çok fazla görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.
Fârâbî ve İbn Sînâ'nın naklettiğine göre; Aristo ekolü, ilahiyat konusundaki görüşleri ile İslâm felsefesine yaklaşmıştır.
Felsefecilerin Yanıldıkları Konular
Felsefecilerin yanılgıya düştükleri konular, yirmi ana başlıkta toplanır. Bunların üçü küfre düşmelerini, diğer on yedi meselede de bid'ata girmelerine sebep olur.
Felsefecilerin bu yirmi meselede yanıldıklarını ortaya koymak için Tehâfütü'l-Felâsife isimli kitabı kaleme aldık.
Bütün müslümanlara aykırı bir yol tutmuş olan bu üç mesele şunlardır:
1. Bedenlerin Haşri. Felsefecilere göre bedenler haşredilmeyecektir; mükâfat ya da ceza görecek olan sadece ruhtur. Yani ceza ve mükâfat bedenlere değil ruhlara verilecektir.
Gerçi onlar cezanın ve mükâfatın ruha verileceğini söylerken doğru söylemişlerdir. Zira verilecek olan cezaya ve mükâfata ruh da ortaktır. Ancak bu ceza ve mükâfatın cismanî olmadığını söyleyen felsefeciler yanılmıştır.
Bu sözlerinden dolayı, cezanın ve mükâfatın hem ruh hem beden tarafından çekileceğini bildiren islâm'ın hükümlerine inkâr etmeleri sebebiyle küfre düşmüşlerdir.
2. Allah'ın İlmi. Yine onlara göre, Allah Teâlâ konuları küllî ve genel olarak bilir, cüz'iyyâtı ve ayrıntıları bilmez. Bu iddia da aynı şekilde apaçık küfürdür. Bu konudaki doğru hüküm Cenâb-ı Hakk'ın şu âyet-i kerimedeki buyruğudur:
"Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey O'ndan gizli kalmaz."
3. Âlemin Ezelî ve Ebedî Oluşu. Yine bu felsefecilere göre, bu âlem kadîm ve ezelîdir, yani başlangıcı yoktur.Yûnus 10/61.
Müslümanlardan hiç kimse saymış olduğumuz bu üç meselenin hiçbirinde onların görüşü doğrultusunda fikir belirtmemiş, onların görüşlerini paylaşmamıştır.
Bu üç meselenin dışında kalan on yedi meselede ise durum farklıdır. Meselâ onlar, Allah Teâlâ'nın zatının dışında bir ilim sıfatı olduğunu reddederler ve, "Allah Teâlâ, zatından hariç bir ilim sıfatı ile değil, zatıyla bilir" derler.
Felsefecilerin bu ve buna benzer görüşleri, Mu'tezile mezhebinin görüşüne yakınlık arzeder. Bu konudaki benzeri görüşlerinden dolayı Mu'tezile mezhebinde olanların kâfir olduklarını söylemek gerekmez.
Biz, Faysalü't-Tefhka Beyne'l-İslâm ve'z-Zendeka adlı eserimizde, kendi görüşüne aykırı görüş benimseyenleri hemen kâfir olmakla suçlamanın yanlış olduğunu açık bir şekilde ortaya koyduk.
5. Siyasî İlimler
Felsefecilerin bu konuda söyledikleri sözlerin hepsi, sonuç olarak insanların yararını gözeten hikmetli sözlerden oluşur. Bunlar, dünya işlerinin yürütülmesi ve idarî işlerle ilgili bilgilerdir.
Felsefeciler de bu sözleri, peygamberlere indirilmiş olan kitaplardan ve daha önce gelmiş olan peygamberlerden nakledilen sözlerden almışlardır.
6. Ahlâkî İlimler
Felsefecilerin ahlâk konusundaki sözleri, nefsin sıfat ve huylarının çerçevesini çizmek, bunların çeşitlerini ve türlerini ortaya koymak; bunların nasıl tedavi edileceğini ve bunlarla nasıl mücadele edileceğini açıklamaktan ibarettir. Onların bu konudaki sözlerinin kaynakları da sûfîlerdir. Sûfîler, Allah Teâlâ'nın zikri, nefsin arzularıyla mücadele, Allah Teâlâ'ya giden yolda ilerleme (seyrü sülük) gibi konulara aşinadırlar ve buna sabırla devam eden kimselerdir.
Sûfîler dünya lezzetlerinden yüz çevirmiş, nefislerine karşı yaptıkları mücahedenin sonucunda, nefsin ahlâkî özelliklerini öğrenmişlerdir. Bunun yanında nefsin kusurları, âfetleri ve amellerine muttali olmuşlar, bunları açık bir şekilde dile getirmişlerdir.
Felsefeciler, insanları kendi bâtıl görüşlerine cezbetmek için, sûfîlerin ahlâk konusundaki bu tesbitlerini almışlar ve kendi görüşleriyle karıştırarak sunmuşlardır.
Bu felsefecilerin yaşadığı çağda ve sonraki asırlarda yukarıda özelliklerini saydığımız sûfîlerin varlığı bilinmektedir. Allah Teâlâ yeryüzünü bunlardan yoksun bırakmamıştır. Zira onlar, yeryüzünü ayakta tutan direklerdir. Resûlullah'ın (s.a.v) şu hadis-i şerifinde buyurduğu gibi, rahmet onların bereketiyle yeryüzüne, yeryüzünde bulunanların üzerine yağar:
"Onların hürmetine sizlere yağmur yağdırılır, onların hürmetine sizlere rızık verilir; As-hâb-ı Kehfde onlardan idi."(tm)
Kur'ân-ı Kerîm'in belirttiğine göre sûfîler, çok eski zamanlardan beri bulunmaktadır. Nübüvvet ve sûfî kaynaklı ahlâkla ilgili sözlere, felsefecilerin kendi sözlerini karıştırmaları ve bu sözleri kitaplarına almaları iki büyük tehlikeyi doğurmuştur.
Bu tehlikelerin ilki, felsefecilerin bu görüşlerini reddetmekle ilgili, ikincisi ise kabul etmekle ilgilidir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
a) Reddetmenin Tehlikesi
Felsefecilerin ahlâk hakkındaki görüşlerini reddetmenin tehlikesi gerçekten çok büyüktür. Çünkü bazı zayıf akıllı kimselere göre, bu ahlâkî görüşler felsefecilerin kitaplarına geçtiği ve onların bâtıl görüşlerine karıştığı için bütünüyle terkedilmeli ve ağza alınmamalıdır. Hatta bu kimseler, felsefecilerin bu sözlerini dile getiren herkesi reddederler.
Zira bu zayıf akıllı kimseler şu hükme varmışlardır:
"Mademki bu sözleri ilk defa felsefeciler dile getirmiştir, o halde hepsi de bâtıldır. Çünkü bunları söyleyenler bâtıldır."
Onların bu hükmü, hıristiyan birinin,
"Allah'tan başka ilâh yoktur, isa (a.s) Ruhullah'tır" şeklindeki sözünü duyunca, şu sözlerle onu reddetmesine benzer:
"Bu, hıristiyanlara ait bir sözdür."
Bu sözü inkâr eden kişi, söylenen söz üzerinde birazcık durup düşünme zahmetine katlanmaz.
Zayıf akıllı kimseler, hıristiyanların, "Allah'tan başka ilâh yoktur, İsa (a.s) Ruhullah'tır" sözünü söyledikleri için mi, yoksa Hz. Muhammed'in (s.a.v) peygamberliğini inkâr ettikleri için mi küfre girdiklerini düşünmez, bu konu üzerinde kafa yormazlar.
Elbette ki hıristiyanlarm küfre girmelerinin sebebi Resûlullah'ın (s.a.v) peygamberliğini inkâr etmeleridir. Öyleyse, hıristiyanların küfrünü gerektirmeyen ve kendine göre de hakkı ifade ettikleri konularda, sırf bunu hıristiyanlar söylüyor diye onlara muhalefet etmek gerekmez. Böyle davranmak zayıf akıllı kimselerin tuttuğu yoldur.
Bu zavallılar, bir kimsenin doğruluğunu söylediği söze göre değerlendirmek yerine, sözün doğrulunu söyleyen kişiye göre belirlerler.
Sağlam akıllı kimseler ise, müslümanların halifesi Hz. Ali'nin (r.a) şu sözüne uyarlar:
"Bir sözün hak olup olmadığını, söyleyen kişiye göre değerlendirmekten sakın! Sen önce hakkın ne olduğunu tanı, sonra hakka uyanların kimler olduğunu zaten ayırt edersin!"
Akıllı kişi önce hakkı tanır, sonra söylenen söze bakar; söylenen söz hakka uygun ise onu kabul eder. Hak sözü söyleyen kişinin, hak veya bâtıl yanlısı olması onun yanında eşittir, eşit olmalıdır.
Hatta daha da öteye giderek, sapıklık yolunu tutmuş olanların sözleri arasındaki hak sözleri bulup ortaya çıkarma hususunda özel gayret gösterir, göstermelidir. Çünkü altın madeninin toprak ile karışık vaziyette bulunduğunu bilir.
Sahte para ile gerçeğini birbirinden ayırma yeteneğine sahip bir sarraf, karşısındaki ne kadar usta bir kalpazan olursa olsun elini kalpazanın kesesine daldırmaktan çekinmez. Zira o,halis altın ile sahtesini birbirinden rahatlıkla ayırabilecek bir bilgiye sahiptir.
Tecrübeli sarrafın kalpazanla alışveriş yapmasını engellemeye gerek yok. Kalpazanlarla alışveriş yapılması engellenecek kişiler, bu konuda bilgisi olmayan kimselerdir. Deniz sahilinde dolaşmanın usta yüzücüler için bir tehlikesi yoktur, ama yüzme bilmeyenler için büyük bir tehlike oluşturur, onların bu tehlikeden uzak tutulmaları gerekir. Aynı şekilde, çocukların yılanlara dokunmasına engel olunur, fakat tılsım sahibi usta kimseler rahatlıkla onlara dokunabilirler.
b) Halkın Tutması Gereken Yol
Yemin ederek söylüyorum ki; müslüman halkın çoğu kendilerini hakkı bâtıldan, hidayeti dalâletten ayırma konusunda kâmil bir akla, yeterli uzmanlığa ve gerekli tüm donanıma sahip zannettikleri için, halkın bütününü sapıkların kitabını okumaktan menetmek lâzımdır. Hiç olmazsa bu kapının mümkün olduğunca kapalı tutulması gerekir.
Çünkü halk, burada açıklamış olduğumuz tehlikeden kendilerini kurtarabilse bile, biraz sonra açıklayacağımız ikinci tehlikeden kurtulmaları mümkün olmaz.
Bazı kimseler, eserlerimizin bir kısmında yapmış olduğumuz din ilimlerinin sırlarına ilişkin bazı açıklamalarımıza itiraz etmişlerdir. Bunlar, ilimler ve sırları hakkında köklü bir eğitim almamış ve mezheplerin gayeleri hakkında yeterince basiretleri açılmamış kimselerdir.
Bizim bu sözlerimizin ilk devir felsefecilerine ait olduğunu ve onlardan alındığını ileri sürmüşlerdir. Bu sözde doğruluk payı bulunduğunu biz de kabul ediyoruz. Ancak bir kısmını da, "Arkadan
gelenler öncekilerin izlerine basar" özdeyişinin mânasından uzak tutmamak gerekir.
Bu sözlerden bazıları şeriat kitaplarında bulunmakla birlikte çoğunun manası tasavvuf kitaplarında yer almaktadır.
Diyelim ki bu sözler sadece felsefecilerin kitaplarında yer almaktadır... Şayet bu sözler gerçekten makul ise, kesin delil ile desteklenmiş; Kitap ve Sünnet'e de aykırı değil ise; bu sözleri terk veya inkâr etmek neden gerekli olsun ki!
Eğer böyle bir kapıyı açar, bâtıl ehlinin söylediği her hakikati reddetme gibi bir yol tutarsak; o zaman hakikatlerin büyük bir kısmını reddetmemiz gerekir.
Yani sonradan gelenler, öncekilerden bağımsız olarak daha önce dile getirilmiş bazı hakikatleri kendi başlarına bularak dile getirebilirler.
Yine bunun sonucu olarak Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok âyetini, Resûlullah'ın (s.a.v) hadis-i şeriflerinin büyük bir kısmını, selefin menkıbelerini, hikmet sahibi kimselerin ve sûfîlerin sözlerini terketmemiz gerekir.
Çünkü İhvânü's-Safâ isimli kitabın yazarı, yukarıda saydığımız hususlardan pek çoğunu kendi görüşünü desteklemek için kitabında nakletmiş; bunlara dayanarak aklı kıt kimselerin kalbini kendi bâtıl görüşüne çekmeyi hedeflemiştir. Böyle bir tutum içine girmemiz; bâtıl görüş sahibi kimselerin, hak sözleri kendi kitaplarına koymak suretiyle, bu hakikatlerin bizim elimizden alınması sonucunu doğurur.
Bir müslümanda, âlim kişiyi kara cahilden ayıracak olan en azından şu özellik bulunmalıdır: Âlim kişi, balın hacamatçının kabına konmuş olduğunu görse bile ondan tiksinmemelidir. Çünkü âlim kişi, bir kap hacamatçının kabı olsa bile o kabın balın özelliğini değiştirmeyeceğini bilir.
Kara cahil birinin hacamat kabındaki baldan iğrenmesinin sebebi bir saplantıdır. Bu kişide, "Hacamat kabı sırf pis kan için yapılmıştır" şeklinde bir saplantı vardır. Bu kara cahil, kanın bu kabın içine konulduğu için pis olduğunu, kanı pisletenin bu kap olduğunu zanneder.
Bu zavallı cahil, pisliğin sebebinin kanda bizzat bulunduğunu bilemez. Dolayısıyla balda pislik vasfı bulunmadığından hacamat kabına konulmakla pis olmayacağını, yani balın o kaba konulmakla kirli kanın vasfına bürünmeyeceğini idrak edemez.
Bu bâtıl bir saplantıdır ve halkın çoğunu egemenliği altına almıştır. Bir sözü, halkın sevdiği veya sempati duyduğu kimselere nisbet ettiğin zaman, söylenen sözü bâtıl da olsa kabul ederler. Fakat herhangi bir sözü, onların kötü bildikleri ve sevmedikleri birine nisbet ettiğinde, söylenen sözü hak olsa bile reddederler. Bundan dolayı bu kimseler hiçbir zaman insanları hakka göre değerlendiremezler. Bu tutum da sapıklığın son noktasıdır.
Buraya kadar söylediklerimiz, felsefecilerin ahlâk hakkında söylediklerini reddetmekten doğan tehlikeler idi.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Sağlam akıllı kimseler ise, müslümanların halifesi Hz. Ali'nin (r.a) şu sözüne uyarlar:
"Bir sözün hak olup olmadığını, söyleyen kişiye göre değerlendirmekten sakın! Sen önce hakkın ne olduğunu tanı, sonra hakka uyanların kimler olduğunu zaten ayırt edersin!"

Akıllı kişi önce hakkı tanır, sonra söylenen söze bakar; söylenen söz hakka uygun ise onu kabul eder. Hak sözü söyleyen kişinin, hak veya bâtıl yanlısı olması onun yanında eşittir, eşit olmalıdır.
Allahcc razı olsun...İMAM-I GAZALİ HAZRETLERİ YOLUMUZUN IŞIĞIDIR...BESMELE...SELAM...DUA...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Bu felsefecilerin yaşadığı çağda ve sonraki asırlarda yukarıda özelliklerini saydığımız sûfîlerin varlığı bilinmektedir. ALLAH Teâlâ yeryüzünü bunlardan yoksun bırakmamıştır. Zira onlar, yeryüzünü ayakta tutan direklerdir. Resûlullah'ın (s.a.v) şu hadis-i şerifinde buyurduğu gibi, rahmet onların bereketiyle yeryüzüne, yeryüzünde bulunanların üzerine yağar:
"Onların hürmetine sizlere yağmur yağdırılır, onların hürmetine sizlere rızık verilir; As-hâb-ı Kehfde onlardan idi."(tm)

Kur'ân-ı Kerîm'in belirttiğine göre sûfîler, çok eski zamanlardan beri bulunmaktadır.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Tecrübeli sarrafın kalpazanla alışveriş yapmasını engellemeye gerek yok. Kalpazanlarla alışveriş yapılması engellenecek kişiler, bu konuda bilgisi olmayan kimselerdir. Deniz sahilinde dolaşmanın usta yüzücüler için bir tehlikesi yoktur, ama yüzme bilmeyenler için büyük bir tehlike oluşturur, onların bu tehlikeden uzak tutulmaları gerekir. Aynı şekilde, çocukların yılanlara dokunmasına engel olunur, fakat tılsım sahibi usta kimseler rahatlıkla onlara dokunabilirler.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
) Halkın Tutması Gereken Yol
Yemin ederek söylüyorum ki; müslüman halkın çoğu kendilerini hakkı bâtıldan, hidayeti dalâletten ayırma konusunda kâmil bir akla, yeterli uzmanlığa ve gerekli tüm donanıma sahip zannettikleri için, halkın bütününü sapıkların kitabını okumaktan menetmek lâzımdır. Hiç olmazsa bu kapının mümkün olduğunca kapalı tutulması gerekir...İMAM-I GAZALİ Hazretleri...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Sağlam akıllı kimseler ise, müslümanların halifesi Hz. Ali'nin (r.a) şu sözüne uyarlar:
"Bir sözün hak olup olmadığını, söyleyen kişiye göre değerlendirmekten sakın! Sen önce hakkın ne olduğunu tanı, sonra hakka uyanların kimler olduğunu zaten ayırt edersin!"
Akıllı kişi önce hakkı tanır, sonra söylenen söze bakar; söylenen söz hakka uygun ise onu kabul eder. Hak sözü söyleyen kişinin, hak veya bâtıl yanlısı olması onun yanında eşittir, eşit olmalıdır.
Allahcc razı olsun...İMAM-I GAZALİ HAZRETLERİ YOLUMUZUN IŞIĞIDIR...BESMELE...SELAM...DUA...

Cümlemizden inşaAllah
Allah'u tealaya emanet
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
c) Kabul Etmenin Tehlikesi
Şimdi de felsefecilerin ahlâk hakkında söylediklerinin kabul edilmesi halinde doğabilecek tehlikeleri ele alalım. İhvânü's-Safâ ve buna benzer felsefe kitaplarına göz atan kimseler, bu kitaplarda Resûlullah'ın (s.a.v) sözlerinin ve sûfîlere ait hikmetlerin yer aldığını görebilir. Bundan dolayı bu kitaplarda güzel şeyler bulunduğuna inanarak onları beğenebilir ve içindekileri kabul edebilirler.
Bu kitaplarda gördüğü güzel sözlere karşı duyduğu sevgi ve yakınlık sebebiyle, güzel sözlerin arasına yazar tarafından karıştırılmış bâtıl düşünceleri de hemen kabul ediverirler. Bu davranış ise, kişinin farkına varmadan yavaş yavaş bâtılın içine sürüklenmesine sebep olur.
d) Yanlış Görüşler Doğrulara Karıştırılarak Sunulmuş Olabilir
Felsefecilerin kitaplarında aldatıcı ve saptırıcı pek çok fikir bulunmaktadır. Bunların tehlikelerini dikkate alarak, halkı felsefecilerin kitaplarını okumaktan alıkoymak gerekir. Nasıl ki yüzme bilmeyenlerin boğulmalarına engel olmak için, denize düşebilecekleri yerlerden uzak tutmak gerekiyorsa, halkı da hile ve tuzaklarla dolu felsefecilerin kitaplarından uzak tutmak gerekir.
Tıpkı yılanın zararının farkına varmayan çocukların yılana dokunmasına engel olmak gerektiği gibi, (felsefecilerin zararlı görüşlerinin farkında olmayan) halkın dimağını da hak ile bâtılın birbirine karıştırıldığı bu sözlerden ve düşüncelerden korumak gerekir.
Bu durum tıpkı küçük çocuğunun yanında yılana el sürmeyen cambazın durumuna benzer. Çünkü o cambaz, çocuğunun önünde yılanı eline aldığı takdirde, çocuğun da kendisini babasının maharetine sahip olduğunu zannederek yılana dokunmak isteyeceğini bilir. Bu yüzden, kendisi bizzat çocuğun önünde yılanı eline almaktan uzak durmak suretiyle çocuğunu da sakınması ve sakınmayı öğretmesi gerekir
e) Âlimin Görevi: Halkı Korumak
İşte bilgili ve basiretli âlimin de en az bu derecede dikkatli davranarak örnek olması gerekir. Aynı şekilde âlimin üstüne düşen başka bir' görev de şudur: Maharetli cambaz yılanı eline alarak ondaki zehir ile panzehiri birbirinden ayırabilir; ondaki panzehiri alarak zehri imha eder. Sonra cimrilik gösterip de elde ettiği bu panzehiri muhtaç olanlara vermekten sakınmaz.
Âlimin üzerine düşen de böyle bir basiretle hareket etmektir.
Yine bilgili ve basiretli sarraf, elini kalpazanın kesesine sokup içinden saf altını alıp bir kenara ayırır, bozuk ve kalp (sahte) olanları başka bir tarafa atar. Bu sarrafın altın konusundaki bilgisini, bu bilgiye muhtaç olan halktan esirgememesi gerektiği gibi, basiretli âlimin de aynı sorumlulukta davranması gerekir.
f) Halkın Görevi: Âlimlere Uymak
Bunun yanında, panzehire muhtaç bir kimse, panzehirin, zehrin de kaynağı olan yılandan çıkarıldığını biliyor ve bu yüzden panzehirden tiksiniyor ise, ona da panzehiri anlatmak ve tanıtmak gerekir.
Aynı şekilde, kalpazanın kesesinden çıkan saf altını alması gerektiği halde almaktan çekinen darda kalmış bir yoksula durumu anlatmak icap eder. Kalpazanın kesesinden çıkmış bile olsa saf altını kabul etmekten çekinmenin sırf cehalet olduğunu; muhtaç olduğu ve arzuladığı pek çok menfaatten altını reddettiği için mahrum kalacağını ona anlatmak gerekir.
Halis altın ile kalp paranın aynı torbada bulunmasının halis altını kalp para durumuna dönüştürmeyeceği gibi, kalp parayı da aynı torbadalar diye altın haline getirmeyeceğini açık bir dille ona anlatmak gerekir. Buradan hareketle deriz ki, hak ile birlikte bulunan bâtıl bir söz, hak mevkiine yükselemeyeceği gibi, bâtıl ile birlikte bulunan hak söz de bâtıl durumuna düşmez.
Felsefecilerin tehlikeleri ve kötülükleri hakkında söylemek istediklerimiz bunlardan ibarettir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt