Devam etti Erol:
“Namaza durduğumda mukaddes mânâlara taban tabana zıt pis hayaller aklıma hücum ediyorlar. Onları uzaklaştırmak için aklımı farklı sahalara kaydırmaya çalışıyorum. Dolayısıyla ne okuduğumu, namazın neresinde olduğumu adeta unutuyorum. Kötü düşünceler, birbiri ardınca ruhumu kanatıyor ve ben onları kaçırmaya yarayacakmış gibi farkında olmadan kafamı sağa sola çeviriyorum. Siz de buna şahit oldunuz ve beni rahatsızlanmış sandınız. Rahatsız olduğum doğru ama, bu bedenimden gelen bir acı sebebiyle değil. İçim kan ağlıyor, aklım paramparça oluyor, kalbimin bozulduğu zannına kapılıyorum.”
Yayınevinin kapısına varmışlardı. Biraz durakladılar. Erol sözlerini şöyle tamamladı:
“Bunların şeytandan olduğunu biliyorum. Benim asıl çaresizliğim ona karşı bir şeyler yapamamak. Onu kahredememek, benden uzaklara gitmesini sağlayamamak. Bilmem ki ne yapayım?”
Hayati bey, elini Erol’un omuzuna şefkatle dokundurdu.
“Durum sandığın kadar vahim değil” dedi. “İçeri girelim. Sana yayınevini şöyle bir gezdireyim, sonra oturur bunları konuşuruz.”
İçeriye girdiler. Erol, yayınevinin zenginliğine hayran kalmıştı.
“Bunların ne kadarını inceleme fırsatı buldunuz.” diye sordu.
Hayati bey, gülümsedi.
“Kendi saham dışında kalan meslekî kitapların hiçbirini okumuş değilim. Ama fikrî eserlerin büyük çoğunluğuna en azından göz gezdirdim. Benim yazıhane bir sohbet meclisi, bir tartışma zeminidir. Çok gençlerle farklı konularda uzun tartışmalarımız olmuştur. Bu sohbetlerin bana çok faydası dokundu. Beni bu asrın ihtiyaçlarına göre okumaya yönlendirdi. Artık, hoşuma gidenden çok, faydalı olanı okuma alışkanlığı kazandım. Tartıştığımız konular içinde sizin sözünü ettiğiniz vesvese konusu da var. Bu konuda da bana sorulan sorulara rahat cevap verebilmek için yoğun bir çalışma yaptım. Ve çok şükür birçok gence faydalı oldum.”
Son cümle Erol’u çok rahatlatmıştı.
Tanıtım faslı tamamlanınca yazıhaneye geçtiler.
Hayati bey misafirine yeniden “Hoş geldiniz” dedikten sonra şöyle sürdürdü konuşmasını:
“Müslüman, İslâm’ı yaşamakla mükelleftir. Ben ‘kitapçıyım’ desem de kitabevi açmasam, yahut siz, ‘öğretmenim’ deseniz de hiç okula gitmeseniz ve öğrenciye muhatap olmasanız nasıl olur? İman esaslarına inanan bir insan da İslâm’ı yaşamaya aday olmuş demektir. Şu var ki, Rabbimiz kullarına o sonsuz rahmetiyle muamele ediyor ve amel etmeyen kullarını da imanlılar defterinden silmiyor. Onların günahlarına ceza tahakkuk ediyor, ama kendileri küfre girmiyorlar. Bununla birlikte büyük bir zarara uğradıkları da muhakkak.”
Derince bir nefes aldı.
“Her zarar eden iflasa gitmez”dedi. “Ama iflasın yolu da zarardan geçer. Nitekim ALLAH Resulü (asm.) bir hadis-i şeriflerinde, işlenen her günahın kalpte bir kara leke meydana getirdiğini haber verir. Bu lekeler arttıkça kalbin gitgide daha da kararması ve imanın tehlikeye girmesi söz konusu olabilir.
Sizi tebrik ediyorum. Kalbinizdeki lekeler büyümeden, İslâm’ı yaşamaya yönelmişsiniz. Geçmiş günahlarınıza tövbe etmiş ve sanırım geçmiş namazlarınızı da kaza etme yoluna girmişsiniz.”
Erol, “Teşekkür ederim” dedi. “ALLAH’ın izniyle elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyorum.”
Devam etti Hayati bey:
“Siz istikamet yoluna girince iki grup varlığı da rahatsız etmeye başlamış oldunuz. Bunlardan birisi insan türünden, diğeri ise cin türünden. Siz ibadet edince, bu iki tür dışındaki bütün varlıkları memnun ediyorsunuz. Görevlerini aksatmadan yerine getiren atomlardan, moleküllerden, hücrelere, bir milyonu aşkın canlı türüne, yıldızlara, meleklere varıncaya kadar sonsuz varlıklar sizden mânen memnun oluyorlar. İnsanların, inanan ve salih amel işleyen kısmı da sizi candan severler. İnanmayanlar ise sizden rahatsız olur ve size ilişirler. Bu ilişmeleri, sataşma, münakaşa etme, sizi hafife alma, sizdeki beşeri bir noksanlığı hemen İslâm’la ilişkilendirip dine karşı çıkma şeklinde kendini gösterir.”
Bir süre sustu. Erol’dan bir tepki yahut bir soru bekler gibiydi. Erol, sabit bir noktaya bakışlarını kilitlemiş, derin düşüncelere dalmıştı.
“Namaza durduğumda mukaddes mânâlara taban tabana zıt pis hayaller aklıma hücum ediyorlar. Onları uzaklaştırmak için aklımı farklı sahalara kaydırmaya çalışıyorum. Dolayısıyla ne okuduğumu, namazın neresinde olduğumu adeta unutuyorum. Kötü düşünceler, birbiri ardınca ruhumu kanatıyor ve ben onları kaçırmaya yarayacakmış gibi farkında olmadan kafamı sağa sola çeviriyorum. Siz de buna şahit oldunuz ve beni rahatsızlanmış sandınız. Rahatsız olduğum doğru ama, bu bedenimden gelen bir acı sebebiyle değil. İçim kan ağlıyor, aklım paramparça oluyor, kalbimin bozulduğu zannına kapılıyorum.”
Yayınevinin kapısına varmışlardı. Biraz durakladılar. Erol sözlerini şöyle tamamladı:
“Bunların şeytandan olduğunu biliyorum. Benim asıl çaresizliğim ona karşı bir şeyler yapamamak. Onu kahredememek, benden uzaklara gitmesini sağlayamamak. Bilmem ki ne yapayım?”
Hayati bey, elini Erol’un omuzuna şefkatle dokundurdu.
“Durum sandığın kadar vahim değil” dedi. “İçeri girelim. Sana yayınevini şöyle bir gezdireyim, sonra oturur bunları konuşuruz.”
İçeriye girdiler. Erol, yayınevinin zenginliğine hayran kalmıştı.
“Bunların ne kadarını inceleme fırsatı buldunuz.” diye sordu.
Hayati bey, gülümsedi.
“Kendi saham dışında kalan meslekî kitapların hiçbirini okumuş değilim. Ama fikrî eserlerin büyük çoğunluğuna en azından göz gezdirdim. Benim yazıhane bir sohbet meclisi, bir tartışma zeminidir. Çok gençlerle farklı konularda uzun tartışmalarımız olmuştur. Bu sohbetlerin bana çok faydası dokundu. Beni bu asrın ihtiyaçlarına göre okumaya yönlendirdi. Artık, hoşuma gidenden çok, faydalı olanı okuma alışkanlığı kazandım. Tartıştığımız konular içinde sizin sözünü ettiğiniz vesvese konusu da var. Bu konuda da bana sorulan sorulara rahat cevap verebilmek için yoğun bir çalışma yaptım. Ve çok şükür birçok gence faydalı oldum.”
Son cümle Erol’u çok rahatlatmıştı.
Tanıtım faslı tamamlanınca yazıhaneye geçtiler.
Hayati bey misafirine yeniden “Hoş geldiniz” dedikten sonra şöyle sürdürdü konuşmasını:
“Müslüman, İslâm’ı yaşamakla mükelleftir. Ben ‘kitapçıyım’ desem de kitabevi açmasam, yahut siz, ‘öğretmenim’ deseniz de hiç okula gitmeseniz ve öğrenciye muhatap olmasanız nasıl olur? İman esaslarına inanan bir insan da İslâm’ı yaşamaya aday olmuş demektir. Şu var ki, Rabbimiz kullarına o sonsuz rahmetiyle muamele ediyor ve amel etmeyen kullarını da imanlılar defterinden silmiyor. Onların günahlarına ceza tahakkuk ediyor, ama kendileri küfre girmiyorlar. Bununla birlikte büyük bir zarara uğradıkları da muhakkak.”
Derince bir nefes aldı.
“Her zarar eden iflasa gitmez”dedi. “Ama iflasın yolu da zarardan geçer. Nitekim ALLAH Resulü (asm.) bir hadis-i şeriflerinde, işlenen her günahın kalpte bir kara leke meydana getirdiğini haber verir. Bu lekeler arttıkça kalbin gitgide daha da kararması ve imanın tehlikeye girmesi söz konusu olabilir.
Sizi tebrik ediyorum. Kalbinizdeki lekeler büyümeden, İslâm’ı yaşamaya yönelmişsiniz. Geçmiş günahlarınıza tövbe etmiş ve sanırım geçmiş namazlarınızı da kaza etme yoluna girmişsiniz.”
Erol, “Teşekkür ederim” dedi. “ALLAH’ın izniyle elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyorum.”
Devam etti Hayati bey:
“Siz istikamet yoluna girince iki grup varlığı da rahatsız etmeye başlamış oldunuz. Bunlardan birisi insan türünden, diğeri ise cin türünden. Siz ibadet edince, bu iki tür dışındaki bütün varlıkları memnun ediyorsunuz. Görevlerini aksatmadan yerine getiren atomlardan, moleküllerden, hücrelere, bir milyonu aşkın canlı türüne, yıldızlara, meleklere varıncaya kadar sonsuz varlıklar sizden mânen memnun oluyorlar. İnsanların, inanan ve salih amel işleyen kısmı da sizi candan severler. İnanmayanlar ise sizden rahatsız olur ve size ilişirler. Bu ilişmeleri, sataşma, münakaşa etme, sizi hafife alma, sizdeki beşeri bir noksanlığı hemen İslâm’la ilişkilendirip dine karşı çıkma şeklinde kendini gösterir.”
Bir süre sustu. Erol’dan bir tepki yahut bir soru bekler gibiydi. Erol, sabit bir noktaya bakışlarını kilitlemiş, derin düşüncelere dalmıştı.