EY İNSAN! HEP MİSİN? HİÇ MİSİN?
İnsan, Allahü teâlânın yarattıkları içinde, en üstün ve en güzel surette yaratılan bir varlıktır. Mahluktur yani yaratılmıştır, yaratan değildir. Dolayısı ile muhtaçtır ve de acizdir. Kendisine tanınan mevkii ve haddini bilirse, çok yükselir. Haddini bilmezse, hayvanlardan da aşağı bir mahluk olur.
Bu konuda, seyyid Abdülhakim efendi, bir üniversitelinin sualine karşılık olarak yazdığı mektupta buyuruyor ki:
“Siz, bu varlık âlemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, hulâsa, ruh ve cesedinize bağlı bütün sistemlerin hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlukudur. Ayda, Merihde ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, yer yüzünde de bulunmasaydı, bir şey lazım gelmezdi. Hadis-i kudside buyuruyor ki:
(Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en mütteki, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, üluhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganidir, Ona hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtâçsınız.)
Allahü teâlâ, güneşten ziyâ ve harâret gönderiyor. Siyâh topraktan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler yaratıyor. Rüzgârdan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor.
Bir taraftan, beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri, mikroplar vâsıtası ile, toprağa çevirip, bu toprakları bitki fabrikasında, vücudunuz makinasının yapı taşı olan, protein, yani yumurta akı maddesi hâline döndürüyor. Bir taraftan da yine nebatât fabrikasında, toprağın suyunu, havânın boğucu gazı ile birleştirerek ve içerisine, gökten gönderdiği enerjiyi depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, yani vücudunuz makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor.
Akciğerlerinizde kimyâhâneler açarak, burada kanınızın zehrini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor. Yüreğinizi çok karışık ve hârika dediğiniz tesirlerle, geceli gündüzlü çalıştırıp, damarlarınızda kan nehirleri akıtıyor. Zihin denilen bir hazine, akıl nâmında bir miyâr, fikir dedikleri bir âlet, irâde dediğiniz bir anahtar da, ihsan ediyor. Daha büyük bir nimet olarak, sadık ve emin Resullerle açıkça, talimât gönderiyor. Bütün bunları, size ve yardımınıza muhtâç olduğundan değil, mahlukları arasında size ayrı bir mevki, bir salâhiyyet vererek, mesud ve bahtiyâr olmanız için yapıyor.
Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki hâlinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havâsı, kudret kimyâhânesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz?
Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zaman, acaba nerede idiniz?
İnsan, Allahü teâlânın yarattıkları içinde, en üstün ve en güzel surette yaratılan bir varlıktır. Mahluktur yani yaratılmıştır, yaratan değildir. Dolayısı ile muhtaçtır ve de acizdir. Kendisine tanınan mevkii ve haddini bilirse, çok yükselir. Haddini bilmezse, hayvanlardan da aşağı bir mahluk olur.
Bu konuda, seyyid Abdülhakim efendi, bir üniversitelinin sualine karşılık olarak yazdığı mektupta buyuruyor ki:
“Siz, bu varlık âlemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, hulâsa, ruh ve cesedinize bağlı bütün sistemlerin hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlukudur. Ayda, Merihde ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, yer yüzünde de bulunmasaydı, bir şey lazım gelmezdi. Hadis-i kudside buyuruyor ki:
(Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en mütteki, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, üluhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganidir, Ona hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtâçsınız.)
Allahü teâlâ, güneşten ziyâ ve harâret gönderiyor. Siyâh topraktan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler yaratıyor. Rüzgârdan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor.
Bir taraftan, beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri, mikroplar vâsıtası ile, toprağa çevirip, bu toprakları bitki fabrikasında, vücudunuz makinasının yapı taşı olan, protein, yani yumurta akı maddesi hâline döndürüyor. Bir taraftan da yine nebatât fabrikasında, toprağın suyunu, havânın boğucu gazı ile birleştirerek ve içerisine, gökten gönderdiği enerjiyi depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, yani vücudunuz makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor.
Akciğerlerinizde kimyâhâneler açarak, burada kanınızın zehrini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor. Yüreğinizi çok karışık ve hârika dediğiniz tesirlerle, geceli gündüzlü çalıştırıp, damarlarınızda kan nehirleri akıtıyor. Zihin denilen bir hazine, akıl nâmında bir miyâr, fikir dedikleri bir âlet, irâde dediğiniz bir anahtar da, ihsan ediyor. Daha büyük bir nimet olarak, sadık ve emin Resullerle açıkça, talimât gönderiyor. Bütün bunları, size ve yardımınıza muhtâç olduğundan değil, mahlukları arasında size ayrı bir mevki, bir salâhiyyet vererek, mesud ve bahtiyâr olmanız için yapıyor.
Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki hâlinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havâsı, kudret kimyâhânesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz?
Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zaman, acaba nerede idiniz?