#fani_dünya#
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 2 Kas 2008
- Mesajlar
- 419
- Tepki puanı
- 2
- Puanları
- 0
- Yaş
- 35
TÜRKİYE’DE ‘evlilik okulu’ adı altında hizmet veren özel veya resmî bir eğitim kurumu biliyor musunuz? Ben bilmiyorum, en azından duymadım. Bazı üniversite hocalarının özel çabalarıyla ‘ana baba okulu’ adı altında halka açık kurslar düzenlendiğini biliyorum, ancak gençleri evliliğe hazırlayan bir ‘evlilik okulu’ bilmiyorum.
Amerika’da ve Avrupa ülkelerinin çoğunda değişik isimler altında hizmet veren evlilik ve ana baba okulları oldukça yaygın. Evlenmeye niyetli nişanlı veya sözlü gençler önce bir ‘evlilik okulu’nun kurslarına katılıyorlar. Burada evli çiftlere aile olmanın getireceği sorumluluklar, karşı cinsin psikolojisi, ‘ben’ kişiliği ile ‘biz’ kişiliğini ayıran sınırlar, eşler arası uyum, ailede iş bölümü, ortaya çıkan anlaşmazlık problemlerinin çözümü, arkadaş-akraba-komşu ve iş ilişkileri, ev ekonomisi gibi temel konular anlatılıyor. Amerika’da master yaptığım yıllarda sık sık bu okulları ziyaret etme ve derslerine katılma fırsatı bulmuştum.
Bazı üniversiteler ise, evlilik ve ana baba okullarından mezun olmuş evli çiftlerin altından kalkamadığı problemlere çözüm üreten ‘terapi dersleri’ veriyorlar. Terapiye katılan çiftler sıra ile problemlerini anlatıyorlar. Terapist problemi tartışmaya açıyor, daha evvel aynı problemle karşılaşan ve birlikte çözüm bulan eşler söz alıyorlar. Sonra terapist bazı çözüm önerileri sıralıyor ve bunları tartışmaya açıyor. Problemi yaşayan çift, sıralanan bu çözüm önerilerinden kendilerine uygun olanlarını not ediyorlar. Kendilerine doğrudan “Şunu yaparsanız problemi çözersiniz” şeklinde bir zorlama yapılmıyor.
KATILDIĞIM terapi derslerinin birinde bir hanım kalkıp söz istedi. Evliliği yürütemediği için boşanmak üzere olduğunu, yaşadığı problemi tartışmaya açmak istediğini söyledi. Terapist, yaşadığı problemi tartışmaya açma cesareti gösterdiği için bayana teşekkür etti ve sordu:
— Size çözümsüz gibi görünen problem nedir, hanımefendi?
Hanım gülümseyerek cevap verdi:
— Kocam çok mükemmel biri. Onun bu mükemmelliği beni rahatsız ediyor.
— Nasıl bir mükemmellik bu; biraz açar mısınız?
— Kocam çevirmen ve oyun yazarı. Çoğu gününü evde çalışarak geçirir. Ev işlerinde o kadar becerikli ki, evi siler süpürür, çamaşırları yıkar, yemek yapar, bana yapacak birşey kalmaz. Ben bankacıyım, yani çalışan bir bayanım. Akşam eve döndüğümde yemek dahil herşey hazırdır. Bu belki çoğu çalışan bayanın hayal ettiği birşeydir, ama benim için öyle değil. Kendimi evde işe yaramaz, değersiz ve silik biri olarak görüyorum. Bu beni son derece rahatsız ediyor. Kocamla problemi görüşüp görüşmediğimi merak edeceksiniz, evet hem de defalarca rahatsızlığımı dile getirmeye çalıştım. Ancak her defasında kocam ev işlerini yapmaktan zevk aldığını ve bana yardımcı olmaya çalıştığını; kendisine teşekkür edeceğime şikayette bulunmama bir anlam veremediğini söyledi.
Terapist, bayanın dile getirdiği probleme evlilik psikolojisinde ‘ailede rol çatışması’ adı verildiğini ifade etti ve konuyu tartışmaya açtı. Bayanı dinlerken Türkiye’de çalışan hanımların sıklıkla dile getirdikleri “Kocalarımız ev işlerinde ve çocuk bakımında bizlere yardımcı olmuyor” şikayetleri aklıma geldi. Evdeki rol paylaşımı ancak eşlerin karşılıklı anlaşmalarıyla ve rollerine uygun sorumlulukları yerine getirmeleriyle gerçekleşebilir. Eğer evlilik aşamasında kadın ve erkeğe düşen roller belli edilmemiş ve sınırları çizilmemiş ise, anlaşmazlıkların ortaya çıkması gayet normaldir. Eğer bir ailede annelik, babalık, kadınlık, erkeklik rolleri belli değil ve birbirine karışmış ise, orada aile düzeninden bahsedilemez.
Geniş ailelerde rol çatışmaları daha sık yaşanmaktadır. Aile büyükleri çoğu zaman anne ve babanın rollerini de üstlenir, ev ekonomisinden çocuk eğitimine kadar her alanda söz sahibi ve karar verici olmak isterler. Bize ulaşan, anne babanın söz geçiremediği, şımartılmış, problemli çocuk vak’aları genellikle büyükanne ve büyükbabanın eğitime doğrudan müdahale etmeleri sonucu ortaya çıkmaktadır.
KİŞİLİK ÜZERİNDE GEÇMİŞİN İZLERİ
Bir anne, evlenmeye razı edemediği kızı ile görüşmemizi ve onu evlenmeye ikna etmemizi istiyor ve şöyle diyordu: “Karşımıza çok iyi bir kısmet çıktı, çocuk mühendis, ailesi zengin ve köklü bir aile.”
Bir turizm şirketinde rehber olarak çalışan genç kızımızla konuştuğumuzda, ortaya ailenin pek de hoş olmayan bir fotoğrafı çıktı. İşte evlenmeye razı edilemeyen genç kızın ağzından aile fotoğrafı:
“Çok parası olan erkeklerden nefret ederim. Para erkeği yoldan çıkarıyor. ‘İş görüşmesine gidiyorum’ diyerek sekreteriyle veya dostuyla Uludağ’da, Antalya’da lüks otellerde gönül eğlendiren adamlar biliyorum. Karısına yalan söyleyen, karısını aldatan, çocuklarını ihmal eden adamlardan nefret ediyorum. Babam müteahhit, onun da çok parası var, o da annemi aldatıyor. Annem bile bile bu duruma katlanıyor. Ben olsam katlanmam. Bir gün olsun baba sevgisi, baba şefkati görmedim. Annem gibi bir evlilik yapacağıma, hiç evlenmem daha iyi.”
Konferanslarımda ve gelen elektronik postalarda anne babalardan çok sık duyduğum şu önemli sözleri sizlerle paylaşmak istiyorum: “Konuşmalarınızda ve yazılarınızda çok haklı ve doğru şeyler söylüyorsunuz. Sizi dinlerken ve okurken yaptığımız eğitim yanlışlarının farkına varıyoruz, ancak eve gidince çocuklarımıza karşı aynı yanlışları işlemeye devam ediyoruz, bir türlü doğru davranmayı başaramıyoruz. Neden böyle oluyor?”
Neden mi böyle oluyor? Çünkü, siz çocukluğunuzda anne ve babalarınızdan böyle gördünüz. Anne babalarınızdan gördükleriniz kişiliğinize ve şuuraltınıza sindi. Siz de elinizde olmayarak onlar gibi davranıyorsunuz. Aile, anne ve baba denince model olarak içinde yaşayıp büyüdüğünüz aileniz, anneniz ve babanız aklınıza geliyor. Kadın olarak kocanızdan birşey istediğiniz zaman, elinizde olmayarak, sadece o isteğinizi dile getirmiyor, aynı zamanda annenizin o istekte bulunurken babanıza karşı takındığı tavrı takınıyor, yani aynı vücut dilini kullanıyorsunuz. Keza, erkek olarak, karınızdan bir istekte bulunurken, sadece o isteği dile getirmiş olmuyorsunuz; babanızın kullandığı otoriter tavrı ve buyurgan ses tonunu kullanıyorsunuz.
Bir bayan okuyucum, kocasının kendisine hiç değer vermediğini, misafirlerin yanında bir istekte bulunurken bile kaba bir dille emrettiğini söylüyor ve devam ediyordu: “Kocam evde yokken oğlum da babası gibi davranıyor, benden birşey isterken emredici bir dil kullanıyor, ancak babası evde iken öyle davranmıyor, kuzu gibi bir çocuk oluyor. Kocamla görüşmenizi rica ediyorum. Size çok saygısı var. Lütfen bana karşı daha kibar, daha yumuşak davranmasını söyleyin.”
Bayan okuyucumun kocasını tanıyordum, çok efendi bir adamdı. Görüşme isteğimi geri çevirmedi. Kendisine eşinin şikayetlerini aktarınca üzüldü. “Hocam,” dedi, “ben eşimi çok severim. Evlendiğimizin ilk aylarında eşime kibar davranmaya kalkınca babam benimle alay etti: ‘Benim yanımda karıya yalakalık yapmaya utanmıyor musun, ne biçim erkeksin sen!’ dedi. Ben de bir daha kibar sözler kullanmadım.”
“BEN NE SÖYLÜYORUM,
SEN NE ANLIYORSUN?”Kahvehanelerin ve birahanelerin önünden geçerken buraları dolduran evli, çoluk çocuk sahibi erkeklerin psikolojisini hep merak etmişimdir: Güzel eşi ve sevimli yavruları ile oturup muhabbet edecekleri yerde, bu sigara dumanı ve içki kokuları arasında nasıl rahat edebiliyorlar? Onları buraya çeken şey nedir? Bayan okuyucu ve dinleyicilerimden çok sık duymuşumdur: “Kocam beni anlamıyor.” Birbirlerinin anlayışsızlığından, kabalığından, saygısızlığından, gevezeliğinden, ilgisizliğinden yakınan eşlerin sayısı az değildir.
Aile hayatında inişler çıkışlar, kayıplar kazançlar, üzüntüler sevinçler, bazen aşılması ve çözümü zor problemler yaşanır. Bunlar hayatı anlamlı kılan kaçınılmaz gerçeklerdir. Eğer bir problem belli bir süre içinde çözülemiyor, çabalar sonuçsuz kalıyor, aile mutluluğunu tehdit ediyorsa, işte o zaman ciddi bir durum var demektir. Görmezden gelerek veya savunma mekanizmaları kullanarak bir problemi etkisiz hâle getiremezsiniz. Problem çözümsüz kaldığı sürece ailede huzursuzluk devam edecektir.
Aslında aşılamayacak zorluk, çözülemeyecek problem yoktur. Beş ay önce makine mühendisi bir arkadaşım aradı. “Çok zor durumdayım, moralim sıfır, kafayı üşütmek üzereyim, mutlaka görüşmemiz lâzım, sana ihtiyacım var” dedi. Gittim, görüştük. Çalıştığı fabrika ekonomik krizden dolayı kapanmış. Tazminatını bile alamamış. Çalışanlar patronu mahkemeye vermişler. Arkadaş, bir aydır iş arıyormuş, bulamamış.
— Ne yapacağımı bilemiyorum. Eşimin ve çocuklarımın yüzüne bakamıyorum, bunalıma girdim, dedi.
Sordum:
— Hiç birikmiş paran yok mu?”
— Var biraz, ama hazıra dağ dayanmaz derler. Üç-beş ay ancak idare eder.
— Ne kadar paran var?
— Beş altı milyar kadar.
— Hiç üzülme, işin hazır.
— Nasıl yani?
— Pazarcılık yapacaksın. Arabanı satıp bir kamyonet alacaksın. Elindeki parayı da sermaye yapacaksın. Sebze ve meyve halinde tanıdığım toptancılar var. Bir aya kalmaz işi öğrenirsin. Bir sürü kaba saba, müşteriye nasıl davranacağını bilmeyen, cahil adamlar bu işi yapıyor, sen mi yapamayacaksın? Onlardan alacağıma senden alırım. Şimdiden bir müşterin hazır.
— Ağabey, sen ciddi misin?
— Evet, hem de çok ciddiyim. Yarından tezi yok, harekete geçiyoruz.
Arkadaşım geçen hafta aradı, “Ağabey, Allah senden razı olsun,” dedi. “İşler çok iyi, yanımda üç kişi çalıştırıyorum.”
İki insan bir mekânda beraber iken, hiç iletişimde bulunmamaları mümkün değildir. Hiçbir şey söylemeseniz, hiçbir şey yapmasanız dahi, bunun karşı taraf için bir anlamı vardır. Yolda giderken biri size selam verse, ve siz hiçbir şey söylemeden yolunuza devam etseniz bu vücut diliyle karşı tarafa verilmiş bir mesajdır. Vapurda, banliyö treninde veya belediye otobüsünde giderken biri yanınıza otursa ve “Nerelisin hemşerim?” dese, siz biraz daha yana kayarak gazetenizi açıp okumaya başlasanız, hiçbir söz söylemediğiniz halde, bunun anlamı, “Sana cevap vermek istemiyorum” demektir. Adamı duymamış olabilirsiniz, gerçekten niyetiniz onun sorusunu cevapsız bırakmak değildir; ancak vücut diliniz adama “Seninle konuşmak istemiyorum” mesajı vermiştir. Demek ki, önemli olan niyetiniz veya söz ve davranışlarımızla vermek istediğimiz mesaj değil; karşının mesajdan aldığı ve algıladığı sonuçtur. Karşımızdakini anlamanın yolu, kendimizi onun yerine koymaktır. Buna psikolojide ‘empati’ diyoruz.
Empati yapmasını bilmeyen bir hanım okuyucum, “Evde kavga çıkmasın diye kocam ne söylerse söylesin cevap vermiyorum, sesimi çıkarmıyorum; ama adam bağırmaya, bana hakaret etmeye devam ediyor,” diyordu. Aslında adamı çileden çıkaran ve daha da saldırgan yapan kadının bu suskunluğudur. Belki adamın niyeti ezmek değildir. Ama kadının ezilmişlik rolüne razı oluşu adamın ezme içgüdüsünü tahrik etmektedir.
Aynı mekânı paylaşan iki kişi arasında iletişim kopukluğu veya bozukluğu varsa, bu iki kişinin birbiri hakkında önceden gelen peşin hükümleri vardır.
Çok yaşanan tipik bir örnek:
Kadın: “Kocam akşam eve gelip yemeğini yedikten sonra geçer koltuğuna, gazete okur. Gazete bitince televizyon izler, elinde uzaktan kumanda olur olmaz saçma programlar seyreder. Ağzını açıp da benimle bir kelime konuşmaz, çocukların dersiyle ilgilenmez. Uykusu gelince de yatar uyur. Ne bizi bir yerlere götürür, ne de birileri bize gelir.”
Erkek: “Daha eve adımımı atar atmaz karım dırdıra başlar. Çocuklardan, geçim sıkıntısından, komşulardan, benim ilgisizliğimden, olup olmadık şeylerden şikayet eder durur. Hep beni suçluyor, hiç kendisinde kabahat aramıyor. Zaten yorgun argın geliyorum, bir de onun saçmalıklarını dinleyerek sıkıntıya girmek istemiyorum. Cevap versem işler daha da ters gidiyor, kavga çıkıyor. En iyisi bir kenara çekilip susmak.”
Nasreddin Hoca misali, hangisini dinlesen o haklı. Aslında ikisinin de farkında olmadığı gerçek şu: İnsanlar iletişimde bulunurken, söz ve davranışlarıyla ilişkiye bir yön verirler. Burada erkeğin susması kadının dırdıra başlamasına, kadının dırdırı da erkeğin susmasına yol açmaktadır. Bu kısır döngü içinde sağlıklı bir iletişim kurmak mümkün değildir. Peki, bunun bir çözümü yok mu? Var. İki taraf da karşıdakinin değişmesini beklemeden kendini değiştirmeye çalışacak. Aslında çözümsüz gibi görünen ilişkilerin altında karşıdakinden değişmesini ve anlayış göstermesini beklemek yatıyor.
Ders çalışmayan çocuğuna anne ve baba ısrarla ders çalışmasını söyler ve onun tembelliğinden yakınır. Anne ve babaya sorsanız, çocuk ders çalışmadığı için ısrar etmekte ve üzerine gitmektedirler. Çocuğa sorsanız, anne ve babasının ısrarlarına ve suçlamalarına kızdığı için çalışmamaktadır. Taraflardan biri diğerinin değişmesini beklemeden kendi istek ve iradesi ile değişmedikçe, çatışma alanı varlığını sürdürecek, problem çözümsüz kalmaya devam edecektir.
Amerika’da ve Avrupa ülkelerinin çoğunda değişik isimler altında hizmet veren evlilik ve ana baba okulları oldukça yaygın. Evlenmeye niyetli nişanlı veya sözlü gençler önce bir ‘evlilik okulu’nun kurslarına katılıyorlar. Burada evli çiftlere aile olmanın getireceği sorumluluklar, karşı cinsin psikolojisi, ‘ben’ kişiliği ile ‘biz’ kişiliğini ayıran sınırlar, eşler arası uyum, ailede iş bölümü, ortaya çıkan anlaşmazlık problemlerinin çözümü, arkadaş-akraba-komşu ve iş ilişkileri, ev ekonomisi gibi temel konular anlatılıyor. Amerika’da master yaptığım yıllarda sık sık bu okulları ziyaret etme ve derslerine katılma fırsatı bulmuştum.
Bazı üniversiteler ise, evlilik ve ana baba okullarından mezun olmuş evli çiftlerin altından kalkamadığı problemlere çözüm üreten ‘terapi dersleri’ veriyorlar. Terapiye katılan çiftler sıra ile problemlerini anlatıyorlar. Terapist problemi tartışmaya açıyor, daha evvel aynı problemle karşılaşan ve birlikte çözüm bulan eşler söz alıyorlar. Sonra terapist bazı çözüm önerileri sıralıyor ve bunları tartışmaya açıyor. Problemi yaşayan çift, sıralanan bu çözüm önerilerinden kendilerine uygun olanlarını not ediyorlar. Kendilerine doğrudan “Şunu yaparsanız problemi çözersiniz” şeklinde bir zorlama yapılmıyor.
KATILDIĞIM terapi derslerinin birinde bir hanım kalkıp söz istedi. Evliliği yürütemediği için boşanmak üzere olduğunu, yaşadığı problemi tartışmaya açmak istediğini söyledi. Terapist, yaşadığı problemi tartışmaya açma cesareti gösterdiği için bayana teşekkür etti ve sordu:
— Size çözümsüz gibi görünen problem nedir, hanımefendi?
Hanım gülümseyerek cevap verdi:
— Kocam çok mükemmel biri. Onun bu mükemmelliği beni rahatsız ediyor.
— Nasıl bir mükemmellik bu; biraz açar mısınız?
— Kocam çevirmen ve oyun yazarı. Çoğu gününü evde çalışarak geçirir. Ev işlerinde o kadar becerikli ki, evi siler süpürür, çamaşırları yıkar, yemek yapar, bana yapacak birşey kalmaz. Ben bankacıyım, yani çalışan bir bayanım. Akşam eve döndüğümde yemek dahil herşey hazırdır. Bu belki çoğu çalışan bayanın hayal ettiği birşeydir, ama benim için öyle değil. Kendimi evde işe yaramaz, değersiz ve silik biri olarak görüyorum. Bu beni son derece rahatsız ediyor. Kocamla problemi görüşüp görüşmediğimi merak edeceksiniz, evet hem de defalarca rahatsızlığımı dile getirmeye çalıştım. Ancak her defasında kocam ev işlerini yapmaktan zevk aldığını ve bana yardımcı olmaya çalıştığını; kendisine teşekkür edeceğime şikayette bulunmama bir anlam veremediğini söyledi.
Terapist, bayanın dile getirdiği probleme evlilik psikolojisinde ‘ailede rol çatışması’ adı verildiğini ifade etti ve konuyu tartışmaya açtı. Bayanı dinlerken Türkiye’de çalışan hanımların sıklıkla dile getirdikleri “Kocalarımız ev işlerinde ve çocuk bakımında bizlere yardımcı olmuyor” şikayetleri aklıma geldi. Evdeki rol paylaşımı ancak eşlerin karşılıklı anlaşmalarıyla ve rollerine uygun sorumlulukları yerine getirmeleriyle gerçekleşebilir. Eğer evlilik aşamasında kadın ve erkeğe düşen roller belli edilmemiş ve sınırları çizilmemiş ise, anlaşmazlıkların ortaya çıkması gayet normaldir. Eğer bir ailede annelik, babalık, kadınlık, erkeklik rolleri belli değil ve birbirine karışmış ise, orada aile düzeninden bahsedilemez.
Geniş ailelerde rol çatışmaları daha sık yaşanmaktadır. Aile büyükleri çoğu zaman anne ve babanın rollerini de üstlenir, ev ekonomisinden çocuk eğitimine kadar her alanda söz sahibi ve karar verici olmak isterler. Bize ulaşan, anne babanın söz geçiremediği, şımartılmış, problemli çocuk vak’aları genellikle büyükanne ve büyükbabanın eğitime doğrudan müdahale etmeleri sonucu ortaya çıkmaktadır.
KİŞİLİK ÜZERİNDE GEÇMİŞİN İZLERİ
Bir anne, evlenmeye razı edemediği kızı ile görüşmemizi ve onu evlenmeye ikna etmemizi istiyor ve şöyle diyordu: “Karşımıza çok iyi bir kısmet çıktı, çocuk mühendis, ailesi zengin ve köklü bir aile.”
Bir turizm şirketinde rehber olarak çalışan genç kızımızla konuştuğumuzda, ortaya ailenin pek de hoş olmayan bir fotoğrafı çıktı. İşte evlenmeye razı edilemeyen genç kızın ağzından aile fotoğrafı:
“Çok parası olan erkeklerden nefret ederim. Para erkeği yoldan çıkarıyor. ‘İş görüşmesine gidiyorum’ diyerek sekreteriyle veya dostuyla Uludağ’da, Antalya’da lüks otellerde gönül eğlendiren adamlar biliyorum. Karısına yalan söyleyen, karısını aldatan, çocuklarını ihmal eden adamlardan nefret ediyorum. Babam müteahhit, onun da çok parası var, o da annemi aldatıyor. Annem bile bile bu duruma katlanıyor. Ben olsam katlanmam. Bir gün olsun baba sevgisi, baba şefkati görmedim. Annem gibi bir evlilik yapacağıma, hiç evlenmem daha iyi.”
Konferanslarımda ve gelen elektronik postalarda anne babalardan çok sık duyduğum şu önemli sözleri sizlerle paylaşmak istiyorum: “Konuşmalarınızda ve yazılarınızda çok haklı ve doğru şeyler söylüyorsunuz. Sizi dinlerken ve okurken yaptığımız eğitim yanlışlarının farkına varıyoruz, ancak eve gidince çocuklarımıza karşı aynı yanlışları işlemeye devam ediyoruz, bir türlü doğru davranmayı başaramıyoruz. Neden böyle oluyor?”
Neden mi böyle oluyor? Çünkü, siz çocukluğunuzda anne ve babalarınızdan böyle gördünüz. Anne babalarınızdan gördükleriniz kişiliğinize ve şuuraltınıza sindi. Siz de elinizde olmayarak onlar gibi davranıyorsunuz. Aile, anne ve baba denince model olarak içinde yaşayıp büyüdüğünüz aileniz, anneniz ve babanız aklınıza geliyor. Kadın olarak kocanızdan birşey istediğiniz zaman, elinizde olmayarak, sadece o isteğinizi dile getirmiyor, aynı zamanda annenizin o istekte bulunurken babanıza karşı takındığı tavrı takınıyor, yani aynı vücut dilini kullanıyorsunuz. Keza, erkek olarak, karınızdan bir istekte bulunurken, sadece o isteği dile getirmiş olmuyorsunuz; babanızın kullandığı otoriter tavrı ve buyurgan ses tonunu kullanıyorsunuz.
Bir bayan okuyucum, kocasının kendisine hiç değer vermediğini, misafirlerin yanında bir istekte bulunurken bile kaba bir dille emrettiğini söylüyor ve devam ediyordu: “Kocam evde yokken oğlum da babası gibi davranıyor, benden birşey isterken emredici bir dil kullanıyor, ancak babası evde iken öyle davranmıyor, kuzu gibi bir çocuk oluyor. Kocamla görüşmenizi rica ediyorum. Size çok saygısı var. Lütfen bana karşı daha kibar, daha yumuşak davranmasını söyleyin.”
Bayan okuyucumun kocasını tanıyordum, çok efendi bir adamdı. Görüşme isteğimi geri çevirmedi. Kendisine eşinin şikayetlerini aktarınca üzüldü. “Hocam,” dedi, “ben eşimi çok severim. Evlendiğimizin ilk aylarında eşime kibar davranmaya kalkınca babam benimle alay etti: ‘Benim yanımda karıya yalakalık yapmaya utanmıyor musun, ne biçim erkeksin sen!’ dedi. Ben de bir daha kibar sözler kullanmadım.”
“BEN NE SÖYLÜYORUM,
SEN NE ANLIYORSUN?”Kahvehanelerin ve birahanelerin önünden geçerken buraları dolduran evli, çoluk çocuk sahibi erkeklerin psikolojisini hep merak etmişimdir: Güzel eşi ve sevimli yavruları ile oturup muhabbet edecekleri yerde, bu sigara dumanı ve içki kokuları arasında nasıl rahat edebiliyorlar? Onları buraya çeken şey nedir? Bayan okuyucu ve dinleyicilerimden çok sık duymuşumdur: “Kocam beni anlamıyor.” Birbirlerinin anlayışsızlığından, kabalığından, saygısızlığından, gevezeliğinden, ilgisizliğinden yakınan eşlerin sayısı az değildir.
Aile hayatında inişler çıkışlar, kayıplar kazançlar, üzüntüler sevinçler, bazen aşılması ve çözümü zor problemler yaşanır. Bunlar hayatı anlamlı kılan kaçınılmaz gerçeklerdir. Eğer bir problem belli bir süre içinde çözülemiyor, çabalar sonuçsuz kalıyor, aile mutluluğunu tehdit ediyorsa, işte o zaman ciddi bir durum var demektir. Görmezden gelerek veya savunma mekanizmaları kullanarak bir problemi etkisiz hâle getiremezsiniz. Problem çözümsüz kaldığı sürece ailede huzursuzluk devam edecektir.
Aslında aşılamayacak zorluk, çözülemeyecek problem yoktur. Beş ay önce makine mühendisi bir arkadaşım aradı. “Çok zor durumdayım, moralim sıfır, kafayı üşütmek üzereyim, mutlaka görüşmemiz lâzım, sana ihtiyacım var” dedi. Gittim, görüştük. Çalıştığı fabrika ekonomik krizden dolayı kapanmış. Tazminatını bile alamamış. Çalışanlar patronu mahkemeye vermişler. Arkadaş, bir aydır iş arıyormuş, bulamamış.
— Ne yapacağımı bilemiyorum. Eşimin ve çocuklarımın yüzüne bakamıyorum, bunalıma girdim, dedi.
Sordum:
— Hiç birikmiş paran yok mu?”
— Var biraz, ama hazıra dağ dayanmaz derler. Üç-beş ay ancak idare eder.
— Ne kadar paran var?
— Beş altı milyar kadar.
— Hiç üzülme, işin hazır.
— Nasıl yani?
— Pazarcılık yapacaksın. Arabanı satıp bir kamyonet alacaksın. Elindeki parayı da sermaye yapacaksın. Sebze ve meyve halinde tanıdığım toptancılar var. Bir aya kalmaz işi öğrenirsin. Bir sürü kaba saba, müşteriye nasıl davranacağını bilmeyen, cahil adamlar bu işi yapıyor, sen mi yapamayacaksın? Onlardan alacağıma senden alırım. Şimdiden bir müşterin hazır.
— Ağabey, sen ciddi misin?
— Evet, hem de çok ciddiyim. Yarından tezi yok, harekete geçiyoruz.
Arkadaşım geçen hafta aradı, “Ağabey, Allah senden razı olsun,” dedi. “İşler çok iyi, yanımda üç kişi çalıştırıyorum.”
İki insan bir mekânda beraber iken, hiç iletişimde bulunmamaları mümkün değildir. Hiçbir şey söylemeseniz, hiçbir şey yapmasanız dahi, bunun karşı taraf için bir anlamı vardır. Yolda giderken biri size selam verse, ve siz hiçbir şey söylemeden yolunuza devam etseniz bu vücut diliyle karşı tarafa verilmiş bir mesajdır. Vapurda, banliyö treninde veya belediye otobüsünde giderken biri yanınıza otursa ve “Nerelisin hemşerim?” dese, siz biraz daha yana kayarak gazetenizi açıp okumaya başlasanız, hiçbir söz söylemediğiniz halde, bunun anlamı, “Sana cevap vermek istemiyorum” demektir. Adamı duymamış olabilirsiniz, gerçekten niyetiniz onun sorusunu cevapsız bırakmak değildir; ancak vücut diliniz adama “Seninle konuşmak istemiyorum” mesajı vermiştir. Demek ki, önemli olan niyetiniz veya söz ve davranışlarımızla vermek istediğimiz mesaj değil; karşının mesajdan aldığı ve algıladığı sonuçtur. Karşımızdakini anlamanın yolu, kendimizi onun yerine koymaktır. Buna psikolojide ‘empati’ diyoruz.
Empati yapmasını bilmeyen bir hanım okuyucum, “Evde kavga çıkmasın diye kocam ne söylerse söylesin cevap vermiyorum, sesimi çıkarmıyorum; ama adam bağırmaya, bana hakaret etmeye devam ediyor,” diyordu. Aslında adamı çileden çıkaran ve daha da saldırgan yapan kadının bu suskunluğudur. Belki adamın niyeti ezmek değildir. Ama kadının ezilmişlik rolüne razı oluşu adamın ezme içgüdüsünü tahrik etmektedir.
Aynı mekânı paylaşan iki kişi arasında iletişim kopukluğu veya bozukluğu varsa, bu iki kişinin birbiri hakkında önceden gelen peşin hükümleri vardır.
Çok yaşanan tipik bir örnek:
Kadın: “Kocam akşam eve gelip yemeğini yedikten sonra geçer koltuğuna, gazete okur. Gazete bitince televizyon izler, elinde uzaktan kumanda olur olmaz saçma programlar seyreder. Ağzını açıp da benimle bir kelime konuşmaz, çocukların dersiyle ilgilenmez. Uykusu gelince de yatar uyur. Ne bizi bir yerlere götürür, ne de birileri bize gelir.”
Erkek: “Daha eve adımımı atar atmaz karım dırdıra başlar. Çocuklardan, geçim sıkıntısından, komşulardan, benim ilgisizliğimden, olup olmadık şeylerden şikayet eder durur. Hep beni suçluyor, hiç kendisinde kabahat aramıyor. Zaten yorgun argın geliyorum, bir de onun saçmalıklarını dinleyerek sıkıntıya girmek istemiyorum. Cevap versem işler daha da ters gidiyor, kavga çıkıyor. En iyisi bir kenara çekilip susmak.”
Nasreddin Hoca misali, hangisini dinlesen o haklı. Aslında ikisinin de farkında olmadığı gerçek şu: İnsanlar iletişimde bulunurken, söz ve davranışlarıyla ilişkiye bir yön verirler. Burada erkeğin susması kadının dırdıra başlamasına, kadının dırdırı da erkeğin susmasına yol açmaktadır. Bu kısır döngü içinde sağlıklı bir iletişim kurmak mümkün değildir. Peki, bunun bir çözümü yok mu? Var. İki taraf da karşıdakinin değişmesini beklemeden kendini değiştirmeye çalışacak. Aslında çözümsüz gibi görünen ilişkilerin altında karşıdakinden değişmesini ve anlayış göstermesini beklemek yatıyor.
Ders çalışmayan çocuğuna anne ve baba ısrarla ders çalışmasını söyler ve onun tembelliğinden yakınır. Anne ve babaya sorsanız, çocuk ders çalışmadığı için ısrar etmekte ve üzerine gitmektedirler. Çocuğa sorsanız, anne ve babasının ısrarlarına ve suçlamalarına kızdığı için çalışmamaktadır. Taraflardan biri diğerinin değişmesini beklemeden kendi istek ve iradesi ile değişmedikçe, çatışma alanı varlığını sürdürecek, problem çözümsüz kalmaya devam edecektir.