ESMAYA AÇILAN KAPILAR
De ki; ister ‘Allah’ diye dua edin,
ister
Rahman’ diye. Hangisi ile dua
etseniz,
Nihayet en güzel isimler
O’nundur...
(isra,110)
Aşk yavaş yavaş ipe tırmanmaya başladı. Tırmanırken de âlemlerin Rabbi olan Allah’ın isimlerini okudu. O isimler ki her biri gizli hazineleri açan birer anahtar hükmündeydi.
- Ya Cemîl, Ya Kârib, Ya Mûcib, Ya Habîb, Ya Raûf, Ya Atûf, Ya Mâruf...
İlahi yolun yolcusu! Bir sefer başladı ki menzili uzak, toprağı çorak, kör eden masiva apaçık bir tuzak. Konmuşken yeryüzüne yalınayak, bu sendelemeyle yol biraz uzayacak. El pençe divan olup gel Cemal’i seyreyle ilkin. Güzelliğini bahşeylesin. Yaradan. Dilimizde Ya Cemîl’le kâlimiz hâlimize dönüşsün...
Yakinim ol desem şu dağlara cevap buyurur mu? Göğe yanaşsam uzatsam elimi derdime derman olup tutar mı? Ya şu kara toprak, çekerken içine an be an sükûtuma nigehbân bir yâr-i baki olur mu? Tespih tanesinin üzerindeki akis şah damarını gösteren bir nişan, Ya Kârib...
Mecnunluğa talibim Sana getiriyorsa. Ufkumda bir ummanken aşkın, esirin olmaya razıyım. Yıkık döküklüğümüzle aczimiz sere serpe duaya yöneldik mücrim sıfatıyla. Merdivenlerin dolambacındayken, üçüncü basamağın hesabına takıldık. ‘Korkuyorum’ demişti bir Zat’ı muhterem ‘Ya istemeyi istemezlerse...’ İcabet edenlerin en hayırlısı, Seni Senden kulluk namıyla istiyoruz. Ki Sen Ya Mûcib’sin...
Aşk, gayretle erdi vuslatına. Kimi zaman Ferhat olup dağlar devşirdi, kimi zaman da şiir olup aktı candan cana damla damla. Aşkın kâinatın mayasıyken onsuz beden, canana hapsolmuş. Sana tutkun bir aşığın basamaklarını arıyoruz, yolların en güzeline delicisine adım atıyoruz. Mum ağlıyordu pervanenin aşkına. Biliyordu ki; yanmak candan geçmekti, elindekileri bir bir kaybetmekti ve bir başına kalmaktı geride. Güzeller sultanı sordu aşk iddiasında bulunana ‘seviyor musun?’ seviyorum karşılığına ’sevme, sevme oğlum’, dedi. ‘Ama seviyorum’, deyince ürkekçe; ‘Sevme, gel vazgeç’ son kez ‘seviyorum’ cevabına ’Öyleyse en çok sevdiklerinden ayrılma acısını kabulleniyorsun’… Çekildi geriye. Bu öyle bir ahd ki ana, baba, evlat, mal, makamı gönlünden sıyırmayla başlıyor yolculuk. Seni sevenlerle Senin de sevdiklerinle haşr eyle. Habib’in eyle kendine...
Ellerim üşürken bir gece vakti, ruhuma üfledin şah damarımdan. Susmaktı payıma düşen ve yakinimde olduğunu hissetmek. En derin yaramı görmeyen gözlerim duymayan kulaklarım ve biçare yalnızlığım. Caminin köşesinde namazını eda etmiş bir dede çarpıyor gönlüme. Buz gibi gözyaşları ıslatırken bembeyaz sakalını cami dönüyor, donuyorum. Gri gözleri ilahı sütunlarda dolaşırken Sana ne kadar yakın. Beklediği Senden gayrisi değil. Mahcup gözler kapıda yalınayak yürürken çölde ‘dişi yere düşmesin’ nağmelerini duyuyorum. Şefkat eline muhtaç başlarımız... Ya Rauf’ la dualarımız…
Yeryüzü genişlese ruha tesirsiz, köşe bucak kaçmalar aynı noktaya geliş. Yırtıldı ayakkabılar yolun başındayken. Kara gözlü çocuk su sızan ayakkabısıyla köşede oturuyordu, oyuna katılamadı şeker gönderildi akşama, ilahi ikramlar hangi suçun sonucuydu. Güzelliklerle donattığın evrende yürüyoruz, atiyelerinle soluklanıyoruz. Senin lütufkârlığının coşkusunu duyarken kalbimiz serçe seslerini işitememek acı. Sen’den olanı kabul ettik, iman olsun.
Zaman üstü uçsuz bucaksız heyula âlemi. Gönle serpilen aşk tohumları mekânda değil. Başlardaki ilmikleri çözme vakti, örgüyü söküp kalbe dolamak vakti. Sırlardan merdiven yapıp perdeye uzanma vakti. Uçarsın belki de, kanatsız göğe doğru. O’yum dersen kılıca vurulursun. Mecnun’a yapılan her bir hamle sinelerini parçalar, velâkin görmezler, duymazlar. Bilsek aşkı, halimiz olsa. Mâruf’un tecellisiyle girsek huzuruna...
Mezarlık dolaşırken içimizde çocuklar ağlıyor. Her gün birer birer yitirdiğimiz tazeninler kundaklarda kalıyor. Zenginlere yer açılsın derken Malthus, biçareleri hapsederken yalnızlığa vicdanına yer bulamama telaşında. Öldürülenlerin gönülleri yaşıyor, bir ölüyor bin geliyor. Senin inayetinle solmuyor, gözyaşları dualar ardında saklı biliyorsun görüyorsun, soldurmuyorsun. Tesellimizse öteye olan sevdamızda saklı, düğümlenirken boğazıma hıçkırıklar Ya Maruf yetişiyor, sukutum ağlıyor. Hoş görmek veliyullaha nasıl yakışırdı. Boş dönülmezdi kapılarından. Evinde bir şey bulamayan hırsız ümitsiz çıkmasın diye yolunun üstüne kilimini seren, ey Abid! Yeryüzünün sözcüleri de bir görseydi seni...
Çaresizliğimde gözlerimden yaşlar boşaldığında değil, gurbetliğin seherinde üfür üfür esen anne kokusunu içime çektiğimde değil, hayallerin kapılarından boş çevrildiğimde değil, yalnızca ay saklandığı yerden çıkıp da bulutların karalara büründüğü vakit, içimdeki sızı esmaya tecelli olduğu anda nazar eyle; Aşk olsun...
De ki; ister ‘Allah’ diye dua edin,
ister
Rahman’ diye. Hangisi ile dua
etseniz,
Nihayet en güzel isimler
O’nundur...
(isra,110)
Aşk yavaş yavaş ipe tırmanmaya başladı. Tırmanırken de âlemlerin Rabbi olan Allah’ın isimlerini okudu. O isimler ki her biri gizli hazineleri açan birer anahtar hükmündeydi.
- Ya Cemîl, Ya Kârib, Ya Mûcib, Ya Habîb, Ya Raûf, Ya Atûf, Ya Mâruf...
İlahi yolun yolcusu! Bir sefer başladı ki menzili uzak, toprağı çorak, kör eden masiva apaçık bir tuzak. Konmuşken yeryüzüne yalınayak, bu sendelemeyle yol biraz uzayacak. El pençe divan olup gel Cemal’i seyreyle ilkin. Güzelliğini bahşeylesin. Yaradan. Dilimizde Ya Cemîl’le kâlimiz hâlimize dönüşsün...
Yakinim ol desem şu dağlara cevap buyurur mu? Göğe yanaşsam uzatsam elimi derdime derman olup tutar mı? Ya şu kara toprak, çekerken içine an be an sükûtuma nigehbân bir yâr-i baki olur mu? Tespih tanesinin üzerindeki akis şah damarını gösteren bir nişan, Ya Kârib...
Mecnunluğa talibim Sana getiriyorsa. Ufkumda bir ummanken aşkın, esirin olmaya razıyım. Yıkık döküklüğümüzle aczimiz sere serpe duaya yöneldik mücrim sıfatıyla. Merdivenlerin dolambacındayken, üçüncü basamağın hesabına takıldık. ‘Korkuyorum’ demişti bir Zat’ı muhterem ‘Ya istemeyi istemezlerse...’ İcabet edenlerin en hayırlısı, Seni Senden kulluk namıyla istiyoruz. Ki Sen Ya Mûcib’sin...
Aşk, gayretle erdi vuslatına. Kimi zaman Ferhat olup dağlar devşirdi, kimi zaman da şiir olup aktı candan cana damla damla. Aşkın kâinatın mayasıyken onsuz beden, canana hapsolmuş. Sana tutkun bir aşığın basamaklarını arıyoruz, yolların en güzeline delicisine adım atıyoruz. Mum ağlıyordu pervanenin aşkına. Biliyordu ki; yanmak candan geçmekti, elindekileri bir bir kaybetmekti ve bir başına kalmaktı geride. Güzeller sultanı sordu aşk iddiasında bulunana ‘seviyor musun?’ seviyorum karşılığına ’sevme, sevme oğlum’, dedi. ‘Ama seviyorum’, deyince ürkekçe; ‘Sevme, gel vazgeç’ son kez ‘seviyorum’ cevabına ’Öyleyse en çok sevdiklerinden ayrılma acısını kabulleniyorsun’… Çekildi geriye. Bu öyle bir ahd ki ana, baba, evlat, mal, makamı gönlünden sıyırmayla başlıyor yolculuk. Seni sevenlerle Senin de sevdiklerinle haşr eyle. Habib’in eyle kendine...
Ellerim üşürken bir gece vakti, ruhuma üfledin şah damarımdan. Susmaktı payıma düşen ve yakinimde olduğunu hissetmek. En derin yaramı görmeyen gözlerim duymayan kulaklarım ve biçare yalnızlığım. Caminin köşesinde namazını eda etmiş bir dede çarpıyor gönlüme. Buz gibi gözyaşları ıslatırken bembeyaz sakalını cami dönüyor, donuyorum. Gri gözleri ilahı sütunlarda dolaşırken Sana ne kadar yakın. Beklediği Senden gayrisi değil. Mahcup gözler kapıda yalınayak yürürken çölde ‘dişi yere düşmesin’ nağmelerini duyuyorum. Şefkat eline muhtaç başlarımız... Ya Rauf’ la dualarımız…
Yeryüzü genişlese ruha tesirsiz, köşe bucak kaçmalar aynı noktaya geliş. Yırtıldı ayakkabılar yolun başındayken. Kara gözlü çocuk su sızan ayakkabısıyla köşede oturuyordu, oyuna katılamadı şeker gönderildi akşama, ilahi ikramlar hangi suçun sonucuydu. Güzelliklerle donattığın evrende yürüyoruz, atiyelerinle soluklanıyoruz. Senin lütufkârlığının coşkusunu duyarken kalbimiz serçe seslerini işitememek acı. Sen’den olanı kabul ettik, iman olsun.
Zaman üstü uçsuz bucaksız heyula âlemi. Gönle serpilen aşk tohumları mekânda değil. Başlardaki ilmikleri çözme vakti, örgüyü söküp kalbe dolamak vakti. Sırlardan merdiven yapıp perdeye uzanma vakti. Uçarsın belki de, kanatsız göğe doğru. O’yum dersen kılıca vurulursun. Mecnun’a yapılan her bir hamle sinelerini parçalar, velâkin görmezler, duymazlar. Bilsek aşkı, halimiz olsa. Mâruf’un tecellisiyle girsek huzuruna...
Mezarlık dolaşırken içimizde çocuklar ağlıyor. Her gün birer birer yitirdiğimiz tazeninler kundaklarda kalıyor. Zenginlere yer açılsın derken Malthus, biçareleri hapsederken yalnızlığa vicdanına yer bulamama telaşında. Öldürülenlerin gönülleri yaşıyor, bir ölüyor bin geliyor. Senin inayetinle solmuyor, gözyaşları dualar ardında saklı biliyorsun görüyorsun, soldurmuyorsun. Tesellimizse öteye olan sevdamızda saklı, düğümlenirken boğazıma hıçkırıklar Ya Maruf yetişiyor, sukutum ağlıyor. Hoş görmek veliyullaha nasıl yakışırdı. Boş dönülmezdi kapılarından. Evinde bir şey bulamayan hırsız ümitsiz çıkmasın diye yolunun üstüne kilimini seren, ey Abid! Yeryüzünün sözcüleri de bir görseydi seni...
Çaresizliğimde gözlerimden yaşlar boşaldığında değil, gurbetliğin seherinde üfür üfür esen anne kokusunu içime çektiğimde değil, hayallerin kapılarından boş çevrildiğimde değil, yalnızca ay saklandığı yerden çıkıp da bulutların karalara büründüğü vakit, içimdeki sızı esmaya tecelli olduğu anda nazar eyle; Aşk olsun...