Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
Mevsim sonbahardı. Karşımda yanmayan bir soba vardı. Annemin kabul günleri ve dokuzuncu yaş günümün gerçekleşmeyen düşleri peşimi bırakmıyordu. Anlamıyordun; adalar giriyordu rüyama, deniz ve yıldızlar. Sen “Kader var” diyordun, ben gitmek için ayaklanıyordum.
Gemiler gelmiyordu ve Ay’ın gölgesi kalbime düşmüyordu… Temize çekilecek hayatın _hayatımın_ adada; denizin ve yıldızların kucağında, Nermin hanımın evinde, siyah etek ve topuklu terlik düşlerinin arasında kaldığını kimse görmüyordu.
Ben bu yılları hiç böyle hayal etmemiştim…
Sonbahar gelir gelmez “sobayı kuralım” der ve benim “havalar daha soğumadı, ne acelen var!” itirazlarıma aldırmadan kömürlükten çıkardığın borularla dönerdin eve. Sonra koca bir Pazar günü boyunca ‘baca ve soba’ arasına boruları yerleştirmeye çalışırdın. Soba kurma fikrine en başından karşı olduğum için bırak sana yardım etmeyi kılımı dahi kıpırdatmazdım.
Akşama kadar uğraşıp kurduktan sonra hava ne kadar sıcak olursa olsun yakmak isterdin sobayı. İtirazlarım galiba isyana dönüşürdü ve tek kelimeyle kestirip atardım “hayır” diyerek. Kısa süren bir suskunluğun ardından gözlerimin içine bakıp, “Bir şeyi istemeyince dünya karşında dursa ne çare, değil mi” der, evin kapısını hızlıca çarpıp giderdin.
Kapının çıkardığı sesten önce ürperir sonra sesin yankısı halka halka yayılırken “Bitti” derdim kendi kendime “Bitti, bitti, bitti…”. Biten neydi ve bu bitiş beni de bitirir miydi bilmiyorum ama ‘bitti’ sözcüğü önce odaları sonra ruhumu saatler sürecek bir sessizliğin orta yerine bırakırdı. Odalar ve duvarlar bu sessizliğe eşlik ederken, ben pencere önünde arardım teselliyi. Kuşları, ağaçları ve çocukları izlerdim saatlerce, kendi zindanım olan pencere önlerinde…
Pirinç ayıklarken uykusu gelen, düğme dikerken eline iğne batıran, çiçekleri sulamayı genellikle unutan, keki güzel olunca kendisini önemli hisseden kadınlardan herhangi biriydim aslında. Dahası her sabah okul kapısından adımımı atınca “Ne işim var burada” diye kendi kendime söylenir, stüdyodaki masama kapanıp saatlerce ağlamak ister, eskiz kâğıtlarına çizdiğim yolların kalbimi kanatmasına engel olamaz ve otobüste nefesim sıkışınca “Ben bu yılları hiç böyle hayal etmemiştim” diye iç geçirirdim.
Titrek sözcüklerim vardı ve her; ağlamaklı sesimle kuracağım cümleleri nefesim taşıyamazdı.
Altmışların, yetmişlerin, darbelerin ve kitapların konuşulduğu yıllardı. Geçen gazetede bir yazı okudum…”, “Zaten tazminattan bu yana…”, “Altmış anayasası…” o günlerden hatırımda kalanlardı. Özgürlük yazılı afişler ve mağduriyet dilekçeleri… Yasaklar, eylemler, kanunlar, fikirler vardı. Dünya değişiyordu ve değişen dünyanın içinde herkes kendine yeni bir rol seçiyordu.
Arka masadaki kız “Bu konuda sen ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda gülümsüyordum. Titrek sözcüklerim vardı; her an ağlamaklı sesimle kuracağım cümleleri nefesim taşıyamazdı. Hâl böyle iken bana düşen konuşmak değil yalnızca sayıklamaktı. Herkes dünyaya sığmayacak fikirleri diğerlerine anlatmaya, falanca yazarın son kitabının 159. sayfasını açıklamaya çalışırken; ben, başımı pencereye dayayıp gözlerimi kapatır ve dokuzuncu yaş günümde kurduğum hayalleri sayıklardım.
Ne ‘kamusal alan’, ne ‘mahalle baskısı’ ne de ‘anayasa taslağı’
Bahçedeki salıncakla Nermin hanımların evinin arasında geçmişti çocukluğum…
Desenli peçetelerin, gümüş çay kaşıklarının ve annemle gittiğimiz kabul günlerinin arasında zaman akıp giderdi. O zamanlar da nefes almakta zorlanır; salıncakta sallanarak ve Nermin hanımın kapısını çalarak ‘renk katardım’ hayatıma. Kendimden yaşça büyük kadınların arasında fazlaca kaldığımdan bütün ‘kadınlık hallerini’ bilir ve diğer çocukların ‘büyüyünce doktor olacağım, öğretmen olacağım…’ cümlelerini hiç kuramazdım. En fazla on bilemedin on beş yıl sonra iki odalı bir evin hanımı olacağımı zannederdim. Hep siyah etek giyecek ve topuklu ev terliklerimi kapının girişine koyacaktım. Evimin perdeleri uzun olacaktı, çok uzun.
Yerlere değecekti perde uçları. Uzun perdeler evimi tüm kötülüklerden koruyacaktı. Bir sır gibi üstünü örtecekti yaşadıklarımın ve kimse bilmeyecekti canımın sıkıldığını, nefesimin daraldığını, pencere önlerinin benim için bir zindan olduğunu… Bayramlarda uçuşan eteğim ve topuklu terliklerimin çıkardığı sesle ortalıkta koşuştururken Nermin Hanım ‘küçük kızım’ yerine ‘kızım’ diye tanıtacaktı beni gelen misafirlere.
Ne ‘kamusal alan’, ne ‘mahalle baskısı’ ne de ‘anayasa taslağı’ hiç düşmeyecekti gündemime. Gelen misafirlerimin kahveyi nasıl içtiklerini bilecek, gözlerinde çocuksu mutluluklar görebilecektim. Önemli fikirleri olmayacaktı kimsenin. Hiç kimse dünyanın dönüşünü değiştirmek istemeyecekti. Gökyüzünü açtığımda dilek tutabilecektim. Küçük hatıraları önemsemeyecek; saçıma Nermin hanımın hediyesi olan tokayı taktığımda adaların kokusunu burnumda hissetmeyecek, eski resimleri en alt çekmeceye kaldırmayacaktım.
Maket yaparken mukavvalarımı kesen siyasal öğrencisinden hikâyeler dinlemeyecek, o gün kapıdan çıkarken Nermin hanım ellerimden tutup da “Gerçekten mutlu olacağına inanıyor musun kızım?” diye sorduğunda ağlaya ağlaya “Evet” demeyecek, her telefonda “İstersen gel kızım, biraz yanımızda kal” teklifini “İyiyim, ben iyiyim Nermin hanım” cümlesiyle kestirip atmayacaktım. Titrek sözcüklerle yerli yersiz sayıklamayacak, kent merkezlerini tasarlarken evlerin penceresini büyük çizmeyecek, Eylül giyimde yaşanmış garip(!) bir tesadüften sonra günlerce içime kapanmayacaktım. Dokuzuncu yaş günümde kurduğum hayaller gerçekleşmiş olsa muhtemelen bu hikâyede anlatıcı rolünü kimse yazmayacaktı bana ve ben yazılmamış(!) rollerin hesabını kimseden sormayacaktım.
Gemiler gelmiyordu ve Ay’ın gölgesi kalbime düşmüyordu…
Hatırlar mısın bilmem, yine bir sonbahar günü ‘soba kurma’ maceramızdan sonra kapıyı çarpıp gitmiş ve günler sonra elinde peynirli poğaçalarla dönmüştüm. Ben mutfakta çay demlerken; sen yine yasalardan, yazarlardan, fikirlerinden bahsediyordun. Anlattıklarınla ilgileniyormuşum gibi davranırken ben, bir an “Hayatı temize çekmeye var mısın?” demiştin, “Var mısın, yaşanmışlığın gölgesinden ruhumuzu kurtarmaya?”. Gülümsemiş ve başımı sallamıştım. Çayımızı yudumlayıp, peynirli poğaçalarımızı yerken yeni bir hayata başlayacakmış gibi davranıyorduk.
Sil baştan yaşamaya alışacakmışız gibi… Birisinin hikâyenin önceki sayfalarını tek hamlede yırtıp atacağına galiba ikimiz de gerçekten inanmak istiyorduk. Sen bir gece büyük bir geminin gelip bizi kurtaracağını söylüyor, beni avutmak için “Geçenlerde Ay’ın gölgesi düştü kalbime” diyor ve devam ediyordun “Sıra sende…”. Gitmek için her ayaklandığımda “Gitme, ne olur gitme! Söz, evdeki tüm kitapları yakacağım ve okulunu bitir demeyeceğim sana. Gazeteye dilekçe verip; silin ‘mahalle baskısını’, ‘kamusal alanı’, ‘anayasa taslağını’ tüm yazılardan diyeceğim” sözleriyle beni yatıştırıyordun. Ağlıyordum. “Hayata yeniden başlayamam ben. Yaşayamam sil baştan.”. Ağlarken duvarlara çarpıp çoğalan feryadımı bir sen görmüyordun.
Mevsim sonbahardı. Karşımda yanmayan bir soba vardı. Siyah etek, topuklu terlik, Nermin hanımın sözleri, annemin kabul günleri ve dokuzuncu yaş günümün gerçekleşmeyen düşleri peşimi bırakmıyordu. Anlamıyordun; adalar giriyordu rüyama, deniz ve yıldızlar. Burada, kitapların ve projelerin arasında nefes alamıyordum. Sen “Kader var” diyordun ben gitmek için ayaklanıyordum.
Gazete köşeleri ‘mahalle baskısı’ tartışmalarıyla doluyken, yıllardır imzalanan dilekçelerimize hiç bir cevap verilmemişken, afişler ve dualar kimsenin ilgisini çekmiyorken, sen yazarların ruh halini anladığın kadar beni hiçbir zaman anlayamamışken; üstelik akşam haberlerini izlerken gözümden akan yaşlara rağmen, ‘sil baştan’ dememi ve hayatı temize çekmemi bekliyordun benden.
Gemiler gelmiyordu ve Ay’ın gölgesi kalbime düşmüyordu… Temize çekilecek hayatın _hayatımın_ adada; denizin ve yıldızların kucağında, Nermin hanımın evinde, siyah etek ve topuklu terlik düşlerinin arasında kaldığını kimse görmüyordu. Üstelik hayata ‘sil baştan’ demek için sen de en az benim kadar geç kalmıştın. Anla(ya)mıyordun!
Gemiler gelmiyordu ve Ay’ın gölgesi kalbime düşmüyordu… Temize çekilecek hayatın _hayatımın_ adada; denizin ve yıldızların kucağında, Nermin hanımın evinde, siyah etek ve topuklu terlik düşlerinin arasında kaldığını kimse görmüyordu.
Ben bu yılları hiç böyle hayal etmemiştim…
Sonbahar gelir gelmez “sobayı kuralım” der ve benim “havalar daha soğumadı, ne acelen var!” itirazlarıma aldırmadan kömürlükten çıkardığın borularla dönerdin eve. Sonra koca bir Pazar günü boyunca ‘baca ve soba’ arasına boruları yerleştirmeye çalışırdın. Soba kurma fikrine en başından karşı olduğum için bırak sana yardım etmeyi kılımı dahi kıpırdatmazdım.
Akşama kadar uğraşıp kurduktan sonra hava ne kadar sıcak olursa olsun yakmak isterdin sobayı. İtirazlarım galiba isyana dönüşürdü ve tek kelimeyle kestirip atardım “hayır” diyerek. Kısa süren bir suskunluğun ardından gözlerimin içine bakıp, “Bir şeyi istemeyince dünya karşında dursa ne çare, değil mi” der, evin kapısını hızlıca çarpıp giderdin.
Kapının çıkardığı sesten önce ürperir sonra sesin yankısı halka halka yayılırken “Bitti” derdim kendi kendime “Bitti, bitti, bitti…”. Biten neydi ve bu bitiş beni de bitirir miydi bilmiyorum ama ‘bitti’ sözcüğü önce odaları sonra ruhumu saatler sürecek bir sessizliğin orta yerine bırakırdı. Odalar ve duvarlar bu sessizliğe eşlik ederken, ben pencere önünde arardım teselliyi. Kuşları, ağaçları ve çocukları izlerdim saatlerce, kendi zindanım olan pencere önlerinde…
Pirinç ayıklarken uykusu gelen, düğme dikerken eline iğne batıran, çiçekleri sulamayı genellikle unutan, keki güzel olunca kendisini önemli hisseden kadınlardan herhangi biriydim aslında. Dahası her sabah okul kapısından adımımı atınca “Ne işim var burada” diye kendi kendime söylenir, stüdyodaki masama kapanıp saatlerce ağlamak ister, eskiz kâğıtlarına çizdiğim yolların kalbimi kanatmasına engel olamaz ve otobüste nefesim sıkışınca “Ben bu yılları hiç böyle hayal etmemiştim” diye iç geçirirdim.
Titrek sözcüklerim vardı ve her; ağlamaklı sesimle kuracağım cümleleri nefesim taşıyamazdı.
Altmışların, yetmişlerin, darbelerin ve kitapların konuşulduğu yıllardı. Geçen gazetede bir yazı okudum…”, “Zaten tazminattan bu yana…”, “Altmış anayasası…” o günlerden hatırımda kalanlardı. Özgürlük yazılı afişler ve mağduriyet dilekçeleri… Yasaklar, eylemler, kanunlar, fikirler vardı. Dünya değişiyordu ve değişen dünyanın içinde herkes kendine yeni bir rol seçiyordu.
Arka masadaki kız “Bu konuda sen ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda gülümsüyordum. Titrek sözcüklerim vardı; her an ağlamaklı sesimle kuracağım cümleleri nefesim taşıyamazdı. Hâl böyle iken bana düşen konuşmak değil yalnızca sayıklamaktı. Herkes dünyaya sığmayacak fikirleri diğerlerine anlatmaya, falanca yazarın son kitabının 159. sayfasını açıklamaya çalışırken; ben, başımı pencereye dayayıp gözlerimi kapatır ve dokuzuncu yaş günümde kurduğum hayalleri sayıklardım.
Ne ‘kamusal alan’, ne ‘mahalle baskısı’ ne de ‘anayasa taslağı’
Bahçedeki salıncakla Nermin hanımların evinin arasında geçmişti çocukluğum…
Desenli peçetelerin, gümüş çay kaşıklarının ve annemle gittiğimiz kabul günlerinin arasında zaman akıp giderdi. O zamanlar da nefes almakta zorlanır; salıncakta sallanarak ve Nermin hanımın kapısını çalarak ‘renk katardım’ hayatıma. Kendimden yaşça büyük kadınların arasında fazlaca kaldığımdan bütün ‘kadınlık hallerini’ bilir ve diğer çocukların ‘büyüyünce doktor olacağım, öğretmen olacağım…’ cümlelerini hiç kuramazdım. En fazla on bilemedin on beş yıl sonra iki odalı bir evin hanımı olacağımı zannederdim. Hep siyah etek giyecek ve topuklu ev terliklerimi kapının girişine koyacaktım. Evimin perdeleri uzun olacaktı, çok uzun.
Yerlere değecekti perde uçları. Uzun perdeler evimi tüm kötülüklerden koruyacaktı. Bir sır gibi üstünü örtecekti yaşadıklarımın ve kimse bilmeyecekti canımın sıkıldığını, nefesimin daraldığını, pencere önlerinin benim için bir zindan olduğunu… Bayramlarda uçuşan eteğim ve topuklu terliklerimin çıkardığı sesle ortalıkta koşuştururken Nermin Hanım ‘küçük kızım’ yerine ‘kızım’ diye tanıtacaktı beni gelen misafirlere.
Ne ‘kamusal alan’, ne ‘mahalle baskısı’ ne de ‘anayasa taslağı’ hiç düşmeyecekti gündemime. Gelen misafirlerimin kahveyi nasıl içtiklerini bilecek, gözlerinde çocuksu mutluluklar görebilecektim. Önemli fikirleri olmayacaktı kimsenin. Hiç kimse dünyanın dönüşünü değiştirmek istemeyecekti. Gökyüzünü açtığımda dilek tutabilecektim. Küçük hatıraları önemsemeyecek; saçıma Nermin hanımın hediyesi olan tokayı taktığımda adaların kokusunu burnumda hissetmeyecek, eski resimleri en alt çekmeceye kaldırmayacaktım.
Maket yaparken mukavvalarımı kesen siyasal öğrencisinden hikâyeler dinlemeyecek, o gün kapıdan çıkarken Nermin hanım ellerimden tutup da “Gerçekten mutlu olacağına inanıyor musun kızım?” diye sorduğunda ağlaya ağlaya “Evet” demeyecek, her telefonda “İstersen gel kızım, biraz yanımızda kal” teklifini “İyiyim, ben iyiyim Nermin hanım” cümlesiyle kestirip atmayacaktım. Titrek sözcüklerle yerli yersiz sayıklamayacak, kent merkezlerini tasarlarken evlerin penceresini büyük çizmeyecek, Eylül giyimde yaşanmış garip(!) bir tesadüften sonra günlerce içime kapanmayacaktım. Dokuzuncu yaş günümde kurduğum hayaller gerçekleşmiş olsa muhtemelen bu hikâyede anlatıcı rolünü kimse yazmayacaktı bana ve ben yazılmamış(!) rollerin hesabını kimseden sormayacaktım.
Gemiler gelmiyordu ve Ay’ın gölgesi kalbime düşmüyordu…
Hatırlar mısın bilmem, yine bir sonbahar günü ‘soba kurma’ maceramızdan sonra kapıyı çarpıp gitmiş ve günler sonra elinde peynirli poğaçalarla dönmüştüm. Ben mutfakta çay demlerken; sen yine yasalardan, yazarlardan, fikirlerinden bahsediyordun. Anlattıklarınla ilgileniyormuşum gibi davranırken ben, bir an “Hayatı temize çekmeye var mısın?” demiştin, “Var mısın, yaşanmışlığın gölgesinden ruhumuzu kurtarmaya?”. Gülümsemiş ve başımı sallamıştım. Çayımızı yudumlayıp, peynirli poğaçalarımızı yerken yeni bir hayata başlayacakmış gibi davranıyorduk.
Sil baştan yaşamaya alışacakmışız gibi… Birisinin hikâyenin önceki sayfalarını tek hamlede yırtıp atacağına galiba ikimiz de gerçekten inanmak istiyorduk. Sen bir gece büyük bir geminin gelip bizi kurtaracağını söylüyor, beni avutmak için “Geçenlerde Ay’ın gölgesi düştü kalbime” diyor ve devam ediyordun “Sıra sende…”. Gitmek için her ayaklandığımda “Gitme, ne olur gitme! Söz, evdeki tüm kitapları yakacağım ve okulunu bitir demeyeceğim sana. Gazeteye dilekçe verip; silin ‘mahalle baskısını’, ‘kamusal alanı’, ‘anayasa taslağını’ tüm yazılardan diyeceğim” sözleriyle beni yatıştırıyordun. Ağlıyordum. “Hayata yeniden başlayamam ben. Yaşayamam sil baştan.”. Ağlarken duvarlara çarpıp çoğalan feryadımı bir sen görmüyordun.
Mevsim sonbahardı. Karşımda yanmayan bir soba vardı. Siyah etek, topuklu terlik, Nermin hanımın sözleri, annemin kabul günleri ve dokuzuncu yaş günümün gerçekleşmeyen düşleri peşimi bırakmıyordu. Anlamıyordun; adalar giriyordu rüyama, deniz ve yıldızlar. Burada, kitapların ve projelerin arasında nefes alamıyordum. Sen “Kader var” diyordun ben gitmek için ayaklanıyordum.
Gazete köşeleri ‘mahalle baskısı’ tartışmalarıyla doluyken, yıllardır imzalanan dilekçelerimize hiç bir cevap verilmemişken, afişler ve dualar kimsenin ilgisini çekmiyorken, sen yazarların ruh halini anladığın kadar beni hiçbir zaman anlayamamışken; üstelik akşam haberlerini izlerken gözümden akan yaşlara rağmen, ‘sil baştan’ dememi ve hayatı temize çekmemi bekliyordun benden.
Gemiler gelmiyordu ve Ay’ın gölgesi kalbime düşmüyordu… Temize çekilecek hayatın _hayatımın_ adada; denizin ve yıldızların kucağında, Nermin hanımın evinde, siyah etek ve topuklu terlik düşlerinin arasında kaldığını kimse görmüyordu. Üstelik hayata ‘sil baştan’ demek için sen de en az benim kadar geç kalmıştın. Anla(ya)mıyordun!