Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ehl-i beyte muhabbet... (1 Kullanıcı)

Siyahgulsevdalisi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Haz 2006
Mesajlar
2,046
Tepki puanı
0
Puanları
0
Hadis kaynaklarında Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin, torunları olan Hazreti Hasan ve Hüseyin Radıyallahu Anhüma, henüz küçük yaşlardan itibaren büyük düşkünlük gösterdiğine, onları sevdiğine, onların üzerine titrediğine dair pek çok rivayet bulunur. Bu durum belki ilk başta, Hz. Peygamber'in insanî yönünün tabi-î bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Diğer yandan, bir peygamber olarak düşünüldüğünde, dar dairede bu derece şefkat gösterilmesi, geniş dairedeki elçilik göreviyle sanki çelişir gibi görülebilir. Ancak işin aslına bakıldığında, torunlarına karşı gösterdiği aşırı şefkat ve hassasiyetin sıradan bir insanî özellik olarak nitelendirilmesinin ne kadar sığ ve yanlış olduğu görülecektir. Her ne kadar Hazreti Hasan ve Hüseyin Radıyallahu Anhüma'yı büyük bir şefkatle öpüp, okşayıp, sevgisini en güzel şekilde sergilemesinde, onların torunları olmasının bir payı olsa da, bu olayın gelişigüzel bir davranış olmadığı açıktır. Aslında bu davranışında dahi peygamberlik görevinin önemli bir cilvesi ve yansıması bulunur. Tabi-î bu gerçek, tarihî süreç göz önüne alınmak sûretiyle görülebilecektir..


O'NUN HASAN VE HÜSEYİN'E OLAN SEVGİSİ
KIYAMETE KADAR GELECEK TÜM EHL–İ BEYTEDİR
Meselâ, Resûl–ü Ekrem'in, Hz. Hasan ve Hüseyin'e karşı, küçüklüklerinde gösterdiği fevkalâde şefkat ve verdiği büyük önemin temelinde bu iki nadide şahsiyetin, gelecekte nübüvvet görevinin kıyamete kadar uzanan manevî zincirinin ilk halkası olmalarının bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Filhakika, bu iki zât, zaman içinde Nebevî mirası üstlenecek çok önemli bir cemaatin çekirdeğini, kaynağını ve temsilciliğini üstlenecek bir neslin başlangıcı olmuşlardır. Örneğin, Resûlullah Efendimiz, Hazreti Hasan'ın başını mükemmel bir şefkat nişanesi olarak öperken, ondan sonra gelecek nuranî bir nesli oluşturan şahsiyetlerin; meselâ bu nesil içinde yer alacak olan Gavs–ı Azam Şâh–ı Geylanî gibi, Mehdî seviyesindeki pek çok eşsiz zâtların başlarını da öpmüştür. Ve o büyük zâtların istikbalde gerçekleştirecekleri muazzam hizmetleri takdir ve tebrik mânasında bir öpücük kondurmuştur. Aynı şekilde Hazreti Hüseyin'in başını öpmekle, onun da zürriyetinden gelecek Zeynelabidîn, Ca'fer–i Sadık gibi yüce makam sahibi, Nebevî mirasın hamelelerinin mübarek alınlarını da öpmüştür.
Daha henüz hayattayken Mahşer meydanında meydana gelecek olayları haber veren; Cennet ve Cehennem'in özelliklerinden, kendilerine has durumlarından bahseden; zeminden gökteki melekleri müşâhede eden; geçmiş ve gelecekten aynı anda haberler veren; bunların da ötesinde Mi'rac ile Cenab–ı Hakkın huzuruna çıkan bir zâtın nuranî bakışları, elbette kendisinden sonra gelecek bir nesli ve o nesil içinde yer alacak büyük şahsiyetleri de görecektir.
Kur'an–ı Kerim'de yer alan şu âyet–i kerime üzerinde önemle durmak gerekir:
"De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim, ancak akrabaya sevgidir."(Şûrâ, 42/23)
Bu âyet–i kerimeyi çeşitli yönleriyle, tafsilatlı bir şekilde yorumlayan Bediüzzaman Said Nursî, çok önemli bir noktaya dikkat çeker. Âyet–i kerimede Hazreti Peygamber'in, ümmetinden kendi nesline muhabbeti istemesinin ardındaki esas sebep olarak, Sünnet–i Seniyye'ye bağlılığın gösterildiğini söyler. Çünkü Asr–ı Saadetten günümüze kadar, Hazreti Muhammed'in mübarek neslinden nice maneviyat büyükleri: İslâm'ı insanlara en güzel şekilde anlatıp, örneklik yapan nice mümtaz şahsiyetler çıkmıştır. Demek ki burada Âl–i Beyt, risalet görevinin en temel takipçileri olmaları bakımından, Sünnet–i Seniyye'yi gayet net bir şekilde temsil makamındadırlar.
Diğer yandan gerek Kur'an âyetleri, gerekse bazı hadis–i şeriflerle Sünnet–i Seniyye'nin üzerinde bu kadar ısrarla durulmasının bir hikmeti daha görülebilir. O da, 14 asırdan beri, bir yandan İslâmiyet'in geniş alanlara yayılmasına karşılık, belirli dönemlerde Müslümanların özellikle inanç noktasında bazı zorluklarla karşılaşacaklarının; gerçek inanç esaslarıyla bâtıl olanları birbirine karıştırır hâle geleceklerinin dolaylı bir şekilde ifadesidir. Böylesi bir ortamda, yani gerçeklerle yanlışların karıştığı bir zeminde, İslâmiyet'i en üst derecede temsil eden Âl–i Beyt, bir buluşma noktası olarak gösterilmiştir. Âdeta "gelecek zamanlar içinde sizi İslâmiyet'e ulaştıracak yolları şaşırırsanız, yanlışlara dalarsanız, en azından böyle bir şüpheyle karşılaşırsanız, aranızda sizi bana ulaştıracak manevî zincirin halkaları bulunacaktır. Onlar da Âl–i Beytim'dir. Onlara sarılır, onları örnek alırsanız, tekrar doğru yolu bulabilirsiniz" denilmiştir.
Burada hemen bir noktaya daha işaret edelim. Bu açıklamalardan kesinlikle, Ehl–i Beyt'in insanüstü varlıklar olduğu mânası anlaşılmamalıdır. Elbette onlar da insandırlar ve hata yapabilirler. Tarih içinde bunun örnekleri de görülmüştür. Ancak biz bu hükmü çoğunluğu dikkate alarak vermekteyiz.

EHL–İ BEYT'İ SEVMEK,
ALLAH VE RESÛLÜ'NÜ SEVMEYE GÖTÜRÜR
Doğrudan Kur'an tarafından emredilen Âl–i Beyt'e muhabbet konusunda, tarihten günümüze kadar bazı insanların ifrata giderek, İslâm'ın özüne ters birtakım inançları benimsedikleri de görülmüştür. Özellikle Şia ve Rafizîler gibi bazı meşreblerin Hazreti Ali Radıyallahu Anh ve onun neslinden gelenlere karşı duydukları aşırı sevgi, onları yanlış inançlara yöneltmiştir. Bu ifratın temelinde, onlara olan muhabbetin "Mânây–ı ismîye" dayanması bulunur. Böyle bir muhabbeti taşıyan kişi, doğrudan onların zâtını sevmektedir. Hazret–i Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i düşünmeden, Hazreti Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini; Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hatta Allah'ı bilmese de, Peygamber'i tanımasa da, yine onları sever. Böyle bir muhabbet ise, ne Cenâb–ı Hakk'a, ne de Resûl–ü Ekrem'e duyulan ve duyulması gereken gerçek muhabbeti ortaya çıkarmaz.
Böylesi bir tehlikeye düşmemenin en kısa formülü ise, Hazreti Ali'yi, Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin'i ve Âl–i Beyt'i Radıyallahu Anhüm "Mânây–ı harfî" cihetinden sevmektir. Yani onları, Resûl–ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem hesabına, Cenab–ı Hak namına sevmektir. Böylesi bir muhabbet en istikametli yoldur ve Müslümanların Resûl–ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e duydukları muhabbeti daha da artırır. Bunun da ötesinde Cenab–ı Hakk'ın muhabbetine vesile olur. Aynı zamanda bu vasfı taşıyan muhabbet meşrû olduğu için, ifratı da zarar vermeyecektir.



ŞİİR

eşref koç



ÖLENE SÖZÜM YOK,

KALANA SÖZÜM

Yüklenmiş sırtına bilgi çağını
Yüzüne mask etmiş boyun bağını
Kaldırmak istiyor da Ağrı dağını
Aslana sözüm yok çakala sözüm

Bulamaz başını koyacak omuz
Sofranın altında dikine boynuz
Bir taştan çorbası ne tat var ne tuz
Avama sözüm yok babama sözüm

Diyor ki; o hınzır moda bu soyun
Küçücük sahnede büyük bir oyun
Giymiş yün hülleyi koyunken koyun
Çağa sözüm yok çağdaşa sözüm

Umutlar masmavi ummanlar gibi
Karanlık kuyunun görünmez dibi
Bir fare kemirir çelikten ipi
Dalana sözüm yok talana sözüm

Âlemi sanıyor kendinin malı
Aslında varlığı uçan bir halı
Görmüyor ağarmış saçı sakalı
Alana sözüm yok çalana sözüm

Doğruya ne denir? Doğru nerede?
Yüzyıldır yüzüyor yanlış derede
Kaç kere boğuldu devam gene de
Falana sözüm yok yalana sözüm

Sanma ki bu fasıl hep böyle çalar
Bir gün Azrail başına eceli salar
Son nefes gırtlağı son defa yalar
Ölene sözüm yok kalana sözüm.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt