Hz.Ebu Bekir R.A.
Hazreti Ebu Bekir Sıddık radiyallahu anh Yüce Rabbimiz tarafından “İkinin İkincisi” ve “Sıddık” lakabıyla anılan büyük insan... Habibinin can yoldaşı, hicrette yol arkadaşı, mağara da sırdaşı.. Nebiler hariç insanların en üstünüdür. Akılların almadığı hadiselerde bile “eğer o söylüyorsa doğrudur” diyerek Rasulullah’a teslimeyetini gösteren bir iman eri...
Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem’in “İslam’ı kendisine tebliğ ettiğimde ne irkildi ne de tereddüt etti” methiyesine mazhar ilk müslümandır. Adı, Abdullah, künyesi Ebu Bekir’dir, lakabı, Sıddık ve Atik’dir. Babasının adı Osman olup, Kuhafe olarak meşhurdur. Annesinin adı ise Selma binti Sarh’dır. “Ümmül-hayr” diye tanınmıştır. Sevgili Peygamberimizden 2 yıl üç ay küçük olan Ebu Bekir (r.a.) Fil vakasından sonra 573 m. yılında doğdu. 38 yaşlarında İslam’la şereflendi. Allah Resulunun mi’racını; “Eğer o söylediyse şüphesiz doğru söylemiştir” diyerek tasdik edenlerin ilki olduğu için “Sıddık” lakabını aldı. Peygamberimizin vefatından sonra halife seçildi. Hilafeti 2 sene üç ay on gün sürdü.
O, kavmi arasında sevilen ve saygı gösterilen bir kişiydi. Zira İslam’dan önceki hayatında hiç içki içmemiş, putlara tapmamış, iffet ve güzel ahlakıyla tanınmıştır. Fakirlere yardım eder, muhtaçları gözetirdi. Herkesin itimadını kazanmış dürüst bir tüccardı.
İslam’la şereflenince, Allah Resulunün en yakın dostu oldu. Malıyla canıyla, bütün her şeyiyle ona hizmet etti. Bütün harblerde bulundu. Her davranışını İslam sevgisinde eriterek her işin en güzelini yapmağa çalıştı. O ahlaki ve zıhni meleke üstünlüğü yanında vicdani bir uyanıklığa ve firasete sahipti.
Birgün Rasulullah (s.a.) mescidde ashabıyla otururken Hazreti Ali (r.a.) geldi. Selam verip boş bir yer aradı. Sevgili Peygamberimizin de acaba kim yer verecek diye etrafına bakındı. Hz.Ebu Bekir (r.a.) bunun farkına vardı ve: “Buraya buyur ya Ebe’l-Hasen!..” diyerek sür’atle yerinden kalktı. Fahr-i Kainat(s.a.) efendimiz onun bu davranışından pek memnun kaldı ve: “Ya Eba Bekir! Fazilet ehlinin kıymetini ancak fazilet sahibi bilir” buyurdu.
Ondaki firaset, vicdani uyanıklık o derece kemale ermişti ki nerden ve nasıl elde edildiğini bilmediği bir lokmanın midesine girmesini kendisinin helaki olarak görürdü. Bilmeyerek öyle bir lokma girmişse onu canı pahasına dışarı çıkarmağa çalışırdı.
Birgün hizmetçisinin getirdiği yemekten bir lokma almıştı. Hizmetçisi: “Ne oldu size? Her gece yemeği nereden getirdiğimi sorar ondan sonra yerdiniz” diye uyarınca, Ebu Bekir (r.a.): “Eyvah beni buna açlık sevketti... Bunu nereden getirdin?” dedi. Hizmetçisi “Cahiliye devrinde tanıdığım bir aile vardı. Onları ziyarete gitmiştim. Düğünleri varmış. Belki yersiniz diye bu yemeği onlar verdiler” dedi. Bunun üzerine Sıddık (r.a.): “Az kaldı beni helak ediyordun” dedi ve parmağıyla o lokmayı dışarı çıkardı. Kendisine: “Hey Allah’ın rahmetine gark olası, bu eziyetler bir lokma için mi?” denilince Ebu Bekir (r.a.): “Eğer o lokma ancak canımla beraber çıksaydı, onu yine çıkarırdım” diye cevap verdi.
İşte Hz.Ebu Bekir hassasiyeti... Değil haramlardan kaçınmak. Helali bile böylesine araştırır ve şüphelilerden uzak dururdu. Lokmalarına son derece dikkat ederdi. Bilmeyerek şüpheli bir lokma midesine girmişse onu canı pahasına çıkartırdı. Bu titizlik insanı yüceltirdi. Onlar bu azim ve iradeyle yükseldiler.
Rasul-i Ekrem (s.a.) efendimiz zaman zaman ashabına hayır olarak neler yaptıklarını sorardı? Birgün sabah namazından sonra; “Hanginiz bugün oruçlu olarak sabaha girdi?” diye sordu. Cevabını Hz.Ebu Bekir (r.a.)’den aldı. Tekrar “Hanginiz bugün bir hastayı ziyaret etti?” “Bugün hanginiz bir sadaka verdi?” buyurdu. Hz.Ömer (r.a.) “Ya Rasulallah! Daha henüz sabah namazını kıldık. Nasıl bir hastayı ziyaret etmiş, nasıl bir sadaka vermiş olabiliriz?” diye hayret ifadeleriyle cevap verdi. Hz.Ebu Bekir (r.a.) ise bu suallere “Ya Rasulallah! Kardeşim Abdurrahman İbni Avf’ın ağır hasta olduğunu söylediler. Mescide gelmeden yolumu oradan geçirdim. Onun hal ve hatırını sordum Mescide girdiğimde bir dilenci birşeyler istedi. Oğlum Abdurrahman’ın oğlunun elinde bir parça ekmek gördü, onu aldım dilenciye verdim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.) efendimiz: ‘Cennetle müjdelerim... Cennetle müjdelerim..” buyurdu. Bunu işiten Hz.Ömer (r.a.): “Ebu Bekir’le giriştiğim her hayırda mutlaka o beni geçmiştir” demekten kendini alamadı. Hz.Ali (r.a.) da: “O her yarışta daima öndedir. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, yarış ettiğimiz her hayırda Ebu Bekir bizi mutlaka geçmiştir” diyerek onun fazilet timsali bir rehber olduğunu tasdik ettiler.
Hz.Ali, Hz.Ebu Bekir’e bu menzileyi, bu büyük dereceyi ne ile kazandın? Dedi. O da; “beş şeyle” dedi.
1- İnsanların iki kısım gördüm. Kimisi dünyayı ister, kimisi ahireti ister. Ben ise Mevlayı tercih ettim.
2- Ben İslam’a girdikten sonra doyasıya dünya taamı yemedim. Zira ma’rifetullah lezzeti ile meşguliyet beni dünya taamı lezzetlerine meyettirmedi.
3- İslama girdikten sonra dünya içeceklerinden kanasıya içmedim. Zira muhabbetullah beni meşgul etti.
4- İslamiyete girdikten sonra daima ahiret amelini dünya ameline tercih ettim.
5- Rasulullah (s.a.)’dan bir saat bile ayrılmadım. Onun sohbetini kaçırmadım.
Sevgilerin kaynağı olan sevgide, Allah va Rasulu’nün sevgisinde arınan Hz.Ebu Bekir Sıddık (r.a.) her hayırda önde gitmiştir. O yumuşak kabli, hassas yürekli bir zatdı. Kur’an-ı Kerim okurken gözlerinden yaşlar boşanırdı. Hekesce sevilirdi. Çünkü onun insanlara karşı sevgisi sadece dilde kalmazdı: Fakire, yetime, kölelere yardımcı olurdu. Cenab-ı Hak tarafından onun cömertliği “O malını, sadece yüceler yücesi Rabbinin rızasını kazanmak için harcar.” (Leyl:20) ayetiyle tasdik edilmişti. O kızgın kumlar üzerindeki Bilal”i, bayılıncaya kadar dövülen Ammar’ı, ayağına ip takılarak çakıl taşları üzerinde sürüklenen Ebu Fukeyhe’yi satın alarak hürriyetlerine kavuşturdu. Allah yolunda nesi varsa verdi. Kendisi de yırtık bir abaya bürünerek mescide geldi. Bu cömertlik onu rıza makamına ulaştırdı.
Vakar ve şahsiyetini korumağa çok önem verirdi. Bu sebepten müslüman olmadan önce hiç şarap içmemiştir. Bir gün kendisine neden şarap içmediği soruldu. O da: “Irzımı, şeref ve haysiyetimi koruyorum. Zira şarap içen aklını ve şahsiyetini kaybeder” diye cevap verdi.
Evet!.. O, böylesine vakarlı ağırbaşlı ve mütevazi idi. Asla kibirli değildi. Hz.Aişe (r.anha) babasını vasfederken: “Gözü yaşlı, kalbi hüzünlü, gönlü heyecanlı bir kimse idi” diye anlatıyar. O seviyesiz, boş bir sözün ağzından çıkmasından daima kaçınırdı.
Mühim bir sebep, hayırlı bir söz olmadıkça konuşmaz, ancak lüzümu halinde doğruyu söylerdi. Kumandan ve valilere: “Halka hitab ettiğinizde veciz (özlü ve kısa) konuşunuz. Çünkü uzun sözün bir kısmı diğerini unutturur” diye tavsiyede bulunurdu. Halife seçildiği zaman minbere çıkıp okuduğu hutbe bunun en açık örneği idi. Halife olarak o halkına şöyle sesleniyordu:
“Ey Müslümanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde sizin başınıza geçmiş bulunuyorum. Vazifemi hakkıyla ifa edersem bana yardım ediniz. Yanılır isem bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emanet, yalancılık hiyanettir. İçinizdeki zaif hakkını alıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir. İçinizdeki kuvvetli de, ondan başkasının hakkı alınıncaya kadar zaiftir.
Bir millet Allah yolunda cihaddan uzak kalırsa o millet zillete düçar olur. Bir millette fenalık revaç bulursa bütün millet belaya uğrar. Ben Allah’a ve Peygambere isyan edersem sizin bana itaat etmeniz lazım gelmez. Haydi namaza, Allah Teala cümlenizi rahmetine layık kılsın.”
Üsama ordusunu uğurlarken de şu tavsiyelerde bulundu: “Hunharlık yapmayın. Kimseyi boynundan zincire vurmayın. Zulum yapmayın. Kimsenin azasını kesmeyin. Küçük çocukları, ihtiyarları ve kadınları öldürmeyin. Meyveli ağaçları kesmeyin. Ekinleri yakmayın. İhtiyacınız dışında herhangi bir koyun, sığır ve deveyi kesmeyin. Manastırlara çekilmiş insanlara dokunmayın. Onları kendi hallerine bırakınız.”
O koca halife o kadar mütevazi idi ki, devesinin üzerinde iken kırbacı veya yuları düşse onu almak için hiç kimseye emretmezdi. Daima kendisi yük çeker, başkasına yük çektirmezdi. Bir kimsenin kendini medhettiğini duyunca “Allah’ım! Sen beni benden daha iyi bilirsin” diyerek kibirden, gururdan Rabbına sığınırdı. Kendini beğenmişlere hiç müsamaha etmezdi.
Bir gün kızı Aişe’nin yanına girdi. O sırada Aişe (r.anha) evde yerlerde sürünen elbisesi ile dolaşıyordu. Ona: “Ey Aişe Allah Teala’nın şu anda sana nazar etmediğini biliyor musun?” dedi. Hazreti Aişe hayret içinde: “Neden babacığım?” diye sordu. Hazreti Ebu Bekir (r.a.): “Bilmez misin ki, dünya ziynetine düşkünlüğü sebebi ile insanın gönlüne gurur ve kendini beğenme hissi gelir. O ziyneti terk edinceye kadar Allah ona buğz eder” dedi. Bunun üzerine Hazreti Aişe (r.anha) çok sevdiği o süslü elbiseyi çıkarıp derhal sadaka olarak verdi
Saadet Çağı Simaları böylesine sadakat ve teslimiyet sahibiydiler... Onlarda hak ve hakikat her şeyin önünde gelirdi... Dünya ziynetleri Allah ve Rasulunün sevgisi önüne geçemezdi... Bir ömür böyle sadakatle yaşadılar... Rablerine bu sadakat ve teslimiyetle kavuştular...
Sevgili Peygamberimiz Ebu Bekir Sıddık (r.a.) hakkında:
“Hiçbir kimsenin biz de mükafatını vermediğimiz bir iyiliği kalmamıştır. Yalnız Ebu Bekir müstesna. Onun bize öyle iyilikleri vardır ki, onların mükafatını kıyamet gününde Allah Teala verecektir” buyurdu. Onun faziletlerinin sayılmayacak kadar çok olduğunu duyurdu.
Habib-i Ekrem (s.a.) efendimizin ayrılık hasretiyle hastalanan Ebu Bekir (r.a.) hicretin 13. senesinde (M. 634) dar-ı bekaya irtihal eyledi. Hazreti Ömer tarafından kıldırılan cenaze namazından sonra Hücre-i Seadete arzolundu. “Giriniz ve defnediniz” sesi işitilince Sevgili Peygamberimizin yanına defnedildi.
Cenab-ı Hakk’tan bizlere de Ebu Bekir sadakatı ve teslimiyeti vermesini onlar gibi altın hayat yaşatmasını ve o sevgililerin şefaatlerine erdirmesini niyaz ederiz. Amin.
Hazreti Ebu Bekir Sıddık radiyallahu anh Yüce Rabbimiz tarafından “İkinin İkincisi” ve “Sıddık” lakabıyla anılan büyük insan... Habibinin can yoldaşı, hicrette yol arkadaşı, mağara da sırdaşı.. Nebiler hariç insanların en üstünüdür. Akılların almadığı hadiselerde bile “eğer o söylüyorsa doğrudur” diyerek Rasulullah’a teslimeyetini gösteren bir iman eri...
Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem’in “İslam’ı kendisine tebliğ ettiğimde ne irkildi ne de tereddüt etti” methiyesine mazhar ilk müslümandır. Adı, Abdullah, künyesi Ebu Bekir’dir, lakabı, Sıddık ve Atik’dir. Babasının adı Osman olup, Kuhafe olarak meşhurdur. Annesinin adı ise Selma binti Sarh’dır. “Ümmül-hayr” diye tanınmıştır. Sevgili Peygamberimizden 2 yıl üç ay küçük olan Ebu Bekir (r.a.) Fil vakasından sonra 573 m. yılında doğdu. 38 yaşlarında İslam’la şereflendi. Allah Resulunun mi’racını; “Eğer o söylediyse şüphesiz doğru söylemiştir” diyerek tasdik edenlerin ilki olduğu için “Sıddık” lakabını aldı. Peygamberimizin vefatından sonra halife seçildi. Hilafeti 2 sene üç ay on gün sürdü.
O, kavmi arasında sevilen ve saygı gösterilen bir kişiydi. Zira İslam’dan önceki hayatında hiç içki içmemiş, putlara tapmamış, iffet ve güzel ahlakıyla tanınmıştır. Fakirlere yardım eder, muhtaçları gözetirdi. Herkesin itimadını kazanmış dürüst bir tüccardı.
İslam’la şereflenince, Allah Resulunün en yakın dostu oldu. Malıyla canıyla, bütün her şeyiyle ona hizmet etti. Bütün harblerde bulundu. Her davranışını İslam sevgisinde eriterek her işin en güzelini yapmağa çalıştı. O ahlaki ve zıhni meleke üstünlüğü yanında vicdani bir uyanıklığa ve firasete sahipti.
Birgün Rasulullah (s.a.) mescidde ashabıyla otururken Hazreti Ali (r.a.) geldi. Selam verip boş bir yer aradı. Sevgili Peygamberimizin de acaba kim yer verecek diye etrafına bakındı. Hz.Ebu Bekir (r.a.) bunun farkına vardı ve: “Buraya buyur ya Ebe’l-Hasen!..” diyerek sür’atle yerinden kalktı. Fahr-i Kainat(s.a.) efendimiz onun bu davranışından pek memnun kaldı ve: “Ya Eba Bekir! Fazilet ehlinin kıymetini ancak fazilet sahibi bilir” buyurdu.
Ondaki firaset, vicdani uyanıklık o derece kemale ermişti ki nerden ve nasıl elde edildiğini bilmediği bir lokmanın midesine girmesini kendisinin helaki olarak görürdü. Bilmeyerek öyle bir lokma girmişse onu canı pahasına dışarı çıkarmağa çalışırdı.
Birgün hizmetçisinin getirdiği yemekten bir lokma almıştı. Hizmetçisi: “Ne oldu size? Her gece yemeği nereden getirdiğimi sorar ondan sonra yerdiniz” diye uyarınca, Ebu Bekir (r.a.): “Eyvah beni buna açlık sevketti... Bunu nereden getirdin?” dedi. Hizmetçisi “Cahiliye devrinde tanıdığım bir aile vardı. Onları ziyarete gitmiştim. Düğünleri varmış. Belki yersiniz diye bu yemeği onlar verdiler” dedi. Bunun üzerine Sıddık (r.a.): “Az kaldı beni helak ediyordun” dedi ve parmağıyla o lokmayı dışarı çıkardı. Kendisine: “Hey Allah’ın rahmetine gark olası, bu eziyetler bir lokma için mi?” denilince Ebu Bekir (r.a.): “Eğer o lokma ancak canımla beraber çıksaydı, onu yine çıkarırdım” diye cevap verdi.
İşte Hz.Ebu Bekir hassasiyeti... Değil haramlardan kaçınmak. Helali bile böylesine araştırır ve şüphelilerden uzak dururdu. Lokmalarına son derece dikkat ederdi. Bilmeyerek şüpheli bir lokma midesine girmişse onu canı pahasına çıkartırdı. Bu titizlik insanı yüceltirdi. Onlar bu azim ve iradeyle yükseldiler.
Rasul-i Ekrem (s.a.) efendimiz zaman zaman ashabına hayır olarak neler yaptıklarını sorardı? Birgün sabah namazından sonra; “Hanginiz bugün oruçlu olarak sabaha girdi?” diye sordu. Cevabını Hz.Ebu Bekir (r.a.)’den aldı. Tekrar “Hanginiz bugün bir hastayı ziyaret etti?” “Bugün hanginiz bir sadaka verdi?” buyurdu. Hz.Ömer (r.a.) “Ya Rasulallah! Daha henüz sabah namazını kıldık. Nasıl bir hastayı ziyaret etmiş, nasıl bir sadaka vermiş olabiliriz?” diye hayret ifadeleriyle cevap verdi. Hz.Ebu Bekir (r.a.) ise bu suallere “Ya Rasulallah! Kardeşim Abdurrahman İbni Avf’ın ağır hasta olduğunu söylediler. Mescide gelmeden yolumu oradan geçirdim. Onun hal ve hatırını sordum Mescide girdiğimde bir dilenci birşeyler istedi. Oğlum Abdurrahman’ın oğlunun elinde bir parça ekmek gördü, onu aldım dilenciye verdim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.) efendimiz: ‘Cennetle müjdelerim... Cennetle müjdelerim..” buyurdu. Bunu işiten Hz.Ömer (r.a.): “Ebu Bekir’le giriştiğim her hayırda mutlaka o beni geçmiştir” demekten kendini alamadı. Hz.Ali (r.a.) da: “O her yarışta daima öndedir. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, yarış ettiğimiz her hayırda Ebu Bekir bizi mutlaka geçmiştir” diyerek onun fazilet timsali bir rehber olduğunu tasdik ettiler.
Hz.Ali, Hz.Ebu Bekir’e bu menzileyi, bu büyük dereceyi ne ile kazandın? Dedi. O da; “beş şeyle” dedi.
1- İnsanların iki kısım gördüm. Kimisi dünyayı ister, kimisi ahireti ister. Ben ise Mevlayı tercih ettim.
2- Ben İslam’a girdikten sonra doyasıya dünya taamı yemedim. Zira ma’rifetullah lezzeti ile meşguliyet beni dünya taamı lezzetlerine meyettirmedi.
3- İslama girdikten sonra dünya içeceklerinden kanasıya içmedim. Zira muhabbetullah beni meşgul etti.
4- İslamiyete girdikten sonra daima ahiret amelini dünya ameline tercih ettim.
5- Rasulullah (s.a.)’dan bir saat bile ayrılmadım. Onun sohbetini kaçırmadım.
Sevgilerin kaynağı olan sevgide, Allah va Rasulu’nün sevgisinde arınan Hz.Ebu Bekir Sıddık (r.a.) her hayırda önde gitmiştir. O yumuşak kabli, hassas yürekli bir zatdı. Kur’an-ı Kerim okurken gözlerinden yaşlar boşanırdı. Hekesce sevilirdi. Çünkü onun insanlara karşı sevgisi sadece dilde kalmazdı: Fakire, yetime, kölelere yardımcı olurdu. Cenab-ı Hak tarafından onun cömertliği “O malını, sadece yüceler yücesi Rabbinin rızasını kazanmak için harcar.” (Leyl:20) ayetiyle tasdik edilmişti. O kızgın kumlar üzerindeki Bilal”i, bayılıncaya kadar dövülen Ammar’ı, ayağına ip takılarak çakıl taşları üzerinde sürüklenen Ebu Fukeyhe’yi satın alarak hürriyetlerine kavuşturdu. Allah yolunda nesi varsa verdi. Kendisi de yırtık bir abaya bürünerek mescide geldi. Bu cömertlik onu rıza makamına ulaştırdı.
Vakar ve şahsiyetini korumağa çok önem verirdi. Bu sebepten müslüman olmadan önce hiç şarap içmemiştir. Bir gün kendisine neden şarap içmediği soruldu. O da: “Irzımı, şeref ve haysiyetimi koruyorum. Zira şarap içen aklını ve şahsiyetini kaybeder” diye cevap verdi.
Evet!.. O, böylesine vakarlı ağırbaşlı ve mütevazi idi. Asla kibirli değildi. Hz.Aişe (r.anha) babasını vasfederken: “Gözü yaşlı, kalbi hüzünlü, gönlü heyecanlı bir kimse idi” diye anlatıyar. O seviyesiz, boş bir sözün ağzından çıkmasından daima kaçınırdı.
Mühim bir sebep, hayırlı bir söz olmadıkça konuşmaz, ancak lüzümu halinde doğruyu söylerdi. Kumandan ve valilere: “Halka hitab ettiğinizde veciz (özlü ve kısa) konuşunuz. Çünkü uzun sözün bir kısmı diğerini unutturur” diye tavsiyede bulunurdu. Halife seçildiği zaman minbere çıkıp okuduğu hutbe bunun en açık örneği idi. Halife olarak o halkına şöyle sesleniyordu:
“Ey Müslümanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde sizin başınıza geçmiş bulunuyorum. Vazifemi hakkıyla ifa edersem bana yardım ediniz. Yanılır isem bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emanet, yalancılık hiyanettir. İçinizdeki zaif hakkını alıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir. İçinizdeki kuvvetli de, ondan başkasının hakkı alınıncaya kadar zaiftir.
Bir millet Allah yolunda cihaddan uzak kalırsa o millet zillete düçar olur. Bir millette fenalık revaç bulursa bütün millet belaya uğrar. Ben Allah’a ve Peygambere isyan edersem sizin bana itaat etmeniz lazım gelmez. Haydi namaza, Allah Teala cümlenizi rahmetine layık kılsın.”
Üsama ordusunu uğurlarken de şu tavsiyelerde bulundu: “Hunharlık yapmayın. Kimseyi boynundan zincire vurmayın. Zulum yapmayın. Kimsenin azasını kesmeyin. Küçük çocukları, ihtiyarları ve kadınları öldürmeyin. Meyveli ağaçları kesmeyin. Ekinleri yakmayın. İhtiyacınız dışında herhangi bir koyun, sığır ve deveyi kesmeyin. Manastırlara çekilmiş insanlara dokunmayın. Onları kendi hallerine bırakınız.”
O koca halife o kadar mütevazi idi ki, devesinin üzerinde iken kırbacı veya yuları düşse onu almak için hiç kimseye emretmezdi. Daima kendisi yük çeker, başkasına yük çektirmezdi. Bir kimsenin kendini medhettiğini duyunca “Allah’ım! Sen beni benden daha iyi bilirsin” diyerek kibirden, gururdan Rabbına sığınırdı. Kendini beğenmişlere hiç müsamaha etmezdi.
Bir gün kızı Aişe’nin yanına girdi. O sırada Aişe (r.anha) evde yerlerde sürünen elbisesi ile dolaşıyordu. Ona: “Ey Aişe Allah Teala’nın şu anda sana nazar etmediğini biliyor musun?” dedi. Hazreti Aişe hayret içinde: “Neden babacığım?” diye sordu. Hazreti Ebu Bekir (r.a.): “Bilmez misin ki, dünya ziynetine düşkünlüğü sebebi ile insanın gönlüne gurur ve kendini beğenme hissi gelir. O ziyneti terk edinceye kadar Allah ona buğz eder” dedi. Bunun üzerine Hazreti Aişe (r.anha) çok sevdiği o süslü elbiseyi çıkarıp derhal sadaka olarak verdi
Saadet Çağı Simaları böylesine sadakat ve teslimiyet sahibiydiler... Onlarda hak ve hakikat her şeyin önünde gelirdi... Dünya ziynetleri Allah ve Rasulunün sevgisi önüne geçemezdi... Bir ömür böyle sadakatle yaşadılar... Rablerine bu sadakat ve teslimiyetle kavuştular...
Sevgili Peygamberimiz Ebu Bekir Sıddık (r.a.) hakkında:
“Hiçbir kimsenin biz de mükafatını vermediğimiz bir iyiliği kalmamıştır. Yalnız Ebu Bekir müstesna. Onun bize öyle iyilikleri vardır ki, onların mükafatını kıyamet gününde Allah Teala verecektir” buyurdu. Onun faziletlerinin sayılmayacak kadar çok olduğunu duyurdu.
Habib-i Ekrem (s.a.) efendimizin ayrılık hasretiyle hastalanan Ebu Bekir (r.a.) hicretin 13. senesinde (M. 634) dar-ı bekaya irtihal eyledi. Hazreti Ömer tarafından kıldırılan cenaze namazından sonra Hücre-i Seadete arzolundu. “Giriniz ve defnediniz” sesi işitilince Sevgili Peygamberimizin yanına defnedildi.
Cenab-ı Hakk’tan bizlere de Ebu Bekir sadakatı ve teslimiyeti vermesini onlar gibi altın hayat yaşatmasını ve o sevgililerin şefaatlerine erdirmesini niyaz ederiz. Amin.