vaktileyl
Kayıtlı Kullanıcı
Ölümün anlamını yitirdiği bir toplumda, hayat da anlamını yitirir. Ölüm öncesinin anlamı, sonrasından kaynaklanır.” (E. Nazif Gürdoğan)
‘Ne yaşadım ki, ne anlatayım?’
Hayat, namazsız bir ezanla, ezansız bir namaz arasındaki süredir.
Bu süre de insana, “Bir varmış, bir yokmuş” dedirtir daima. Kaç yıl sürerse sürsün, ne kadar uzun görünürse görünsün, yaşanmamışa dönüverir hayat...
Rahmetli Babam, 88 yaşındayken, bir gün, “Baba, anlat da dinleyelim” demiştim. “Ne yaşadım ki ne anlatayım oğlum?” diye cevap vermişti.
Hep, “Bir varmış, bir yokmuş” dedirten bu dünya, iki kapılı bir handır. Hayat dediğimiz şey de giriş ve çıkış anında yaşadıklarımızdan ibaret. Ya da mola yerindeki yolcu halleri…
Bu kadar girift, sanatlı, mucizeli yaratılmış hayatın gayesi, kendisinden ibaret olabilir mi? Hayat, sadece bu dünya için verilmiş olabilir mi? Hayata ve insana sathi bir nazarla bakan dahi, hemen anlar ki bu hayatın, kendisinden öte ve üste bir manası ve maksadı vardır. İşte, bu görünen hayatın, görünmeyen hedefine yol veren vize, ölümdür.
Bu sebeple, dünya hayatının tadımlık lezzetlerine takılıp kalmayalım, hedeften gafil olmayalım diye, şöyle buyurmuştur Güzeller Güzeli (sallallahu aleyhi vesellem): “Hayatın tadını ve lezzetini acılaştıran ölümü sıkça anınız. ”
“Dünya ahiretin tarlası” olması itibariyle değerli görünür mümine. Yine Efendimizin deyimiyle, mümin kendini dünyada yerleşik değil, “Bir yolcu gibi” hisseder.
Küçük havaalanları hep ürpertir beni. Çünkü oralarda hep yan yana iki kapı görünür: Birinde, “Gelen yolcular”, diğerinde de “Giden yolcular” yazılıdır. Tam da iki kapılı dünyayı ve hayatımızı hatırlatır…
Tek fark, uçak biletinin üzerinde yolculuk tarihi ve saati yazılıdır. Hayat yolculuğunun bileti ise tarihsizdir. Bilinmeyen bir gün ve saattedir hareketimiz ya da yolculuğumuzun devamı…
Öleceğini unutma, ibret al!
Dünya durağına, ruhlar dünyasından çıkıp anne karnından geçerek geldik. Burada durdurulmayacağımız da kesin. Çünkü her gün binlercemiz bir başka âleme sevk ediliyor. Dönüş adresimiz bellidir. Orası ahirettir, ahir varacağımız yerdir, bir başka deyimle son duraktır.
Ahiret de, iki bölümdür: Cennet ve Cehennem… Tabii ki maksat, Cennet’e girmektir. İşte ölüm, bizi ikazlarıyla Cennet’e yöneltir, Cennetlik işler yapmaya çağırır.
Bu sebeple Hz. Ömer (radıyallahu anh) şöyle buyurur: “Eğer insanlar ölümden ders almıyorlarsa vaizler sussun.”
Gerçekten de ölümün ibret olmadığı yerde, insanları ne ile etkileyebiliriz ki?
Hz. Mevlana’nın babası, Âlimler Sultanı Bahaeddin Veled:
— Kimlersiniz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Diye seslenen Bağdat muhafızlarına şöyle seslenmişti:
— Bizler, Abdullah’ız, Allah’ın kullarıyız; Allah’tan geldik, Allah’a gideriz. Gücümüz, kuvvetimiz de Allah’tandır. Ondan başka bir varlığımız da yoktur.
Aslında bu cevap, her hakiki müminin cevabı değil midir?
Bu gerçek, bize her ölüm haberinde bir ayeti söyletir: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” Yani; “Muhakkak ki biz, Allah içiniz ve muhakkak ki O’na döneceğiz.”
Büyük nimettir ölüm…
Her sabah uyandığında, “Şükür, bugün de varız” derdi, derviş gönüllü dedem. Çünkü varlığını kendisinden değil, her şeyi var eden Rabbinden bilirdi.
Ölen değil, “Hakk’a yürüyenler” vardı ona göre… Ölümü öldüren bir bakıştı bu… Bu bakışa göre ölüm, asıl hayata geçişti…
Hem hoca, hem derviş olan dedem, ölümle içli dışlı yaşar ve her haliyle öteki âleme hazırlandığını belli ederdi. Bu sessiz sedasız, alâyişsiz, nümayişsiz bir hazırlanıştı. Zevkli ve kazançlı bir seyahate çıkacağı hissini veren, vakur, duygulu ama bir o kadarda huzurlu. “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyen Yunus edalı bir hazırlanıştı bu.
Dünyadan fazla ahirete itinalı, maddeyi mana adına feda edici, gözü yaşlı dedeme göre, üç günlüktü dünya. Kavgaya, gürültüye değmezdi. Yaşadığımız her gün, bizi ölüme yaklaştıran bir adımdı. Çünkü uzadıkça kısalan şey, hayattı. Ve hayat kısaldıkça, insan yetim-i akran olurdu.
Derviş gönüllü dedem derdi ki, “Oğlum, mümine ölümü talep yasaklanmıştır. Ama benim için dünya tatsızlaştı. Çünkü bütün emsalim, dostlarım göçtü, ben yalnız kaldım. Dua et de Rabbim artık emanetini alsın, dostlarıma kavuşayım. ”
O zaman anlardım ki, ölüm de nimetmiş… Hele de belli bir yaştan sonra, aranan, özlenen, gözlenen bir nimet…
Hz. Yusuf Aleyhisselam da, hayatının en rahat, en mutlu, en huzurlu anında ölümü istedi. Bu isteyiş, ebedi saadet yurdu Cennet’in varlığına çok kuvvetli bir delil oldu. Hz. Yusuf haksız yere atıldığı hapishaneden çıkmış, Mısır Azizi olmuştu. Başına devlet kuşu konmuş, kardeşleriyle buluşup barışmış, kaynaşmış, babasına da kavuşmuş, Züleyha ile de evlenmişti. Yani dünya mutluğu adına, maddi manevi her ne varsa hepsine nail olmuş, daha dünyadan alacağı başka bir şey kalmamıştı.
İşte, bu en mutlu zamanında, Rabbi’ne şöyle yakardı: “Ey Rabbim, beni Müslüman olarak vefat ettir ve salihler zümresine kat.”
Hz. Yusuf, devlet yönetecek kadar akıllıydı. Allah’ın Elçisiydi. Buna rağmen, dünyada maddi ve manevi nimetlerin zirvesindeyken, niçin ölmeyi istedi?
Hz. Yusuf Aleyhisselam, bu duasıyla gösteriyordu ki dünyada eriştiklerinin daha ötesi ve daha mükemmeli ancak Cennet’tedir. Madem burada gördüklerinin kıyaslanamayacak kadar daha mükemmeli hem de ebediyen Cennet’tedir; öyleyse Cennet’in vizesi olan ölümü istemekten daha tabii ne olabilirdi?
Bu Kur’anî gerçek, bize ölümün gülen yüzünü, güler yüzünü gösteriyor. Dolayısıyla da ölümün bir yok olma, kaybolma, sona erme, toprak altında çürüme olmadığını, tam tersine bir yeniden doğuşun başlangıcı olduğunu ispatlıyor.
Mevlana’lara göre vuslattır ölüm!
Bir yeniden doğuş; yepyeni bir başlangıç…
Bu sebeple, Cüneyd-i Bağdadi’nin (ks), vefatı sırasındaki son sözü, “Bismillahir rahmanir rahim” olmuştur. Hz. Mevlana da ölümü bir ‘Şeb-i Ârus’, yani ‘düğün gecesi’ olarak görür. Der ki, “Öldüğüm zaman üzülüp ağlamayın, sevinin. Ölüm benim Sevgiliye vuslatımdır.”
Hz. Mevlana ölüm döşeğinde iken, eşi Kerra Hatun, büyük bir üzüntüyle:
— Mevlana, sen 400 sene yaşamalıydın, dedi.
Hz. Pir, hiç memnun olmadı bu dileğe ve dedi ki:
— Ben Firavun muyum ki 400 sene yaşayayım! Dua edin de kavuşayım Rabbim’e bir an önce… Allah ile olana, ömür de hoş, ölüm de hoştur, der.
“Hangi tohum ekildi de, bitmedi” der, insana ebediyet müjdesini verir. “Vücut, ana gibi ruha gebedir. Ölüm, ruhun doğumudur.” Der.
Mevlana’ya göre, ölüm hayattır: “Bazı öldürmeler hayat verir. Bahçıvan ağaçları budamasa dallar gelişir mi? Terzi kumaşı parça parça etmese, elbise çıkar mı?”
“Kuşa, kafesi bırakıp uçmak, nasıl hoş, nasıl tatlı gelirse, bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı gelir.” “Uykumuz ölümün kardeşidir. Bu kardeşe bak da, ötekini anla!”
“Sen uykudan uyanınca, Cenab-ı Hak, uyku sebebiyle senden gitmiş olan aklı, fikri ve duyguyu hemen çağırır, yine sana iade eder. Buna kıyas ederek bil ki, sen ölünce de onlar kaybolmaz. Allah, ‘İrciî’ (Geri dön!) diye ferman etti mi, hemen gelirler.”
Hz. Ali (ra)’dan şu nakli yapar: “Ölümüm, bana can gibi hoş geliyor; dirilmemle adeta bir. Ölümsüzlük ölümü, bize helal olmuştur. Azıksızlık azığı bize, rızk ve nimettir. Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü diriliktir. Ölümün görünüşte sonu yoktur, hakikatte ise ebediliktir. Çocuğun rahimden doğması bir göçmedir, fakat cihanda ona yeni baştan bir hayat vardır.”
Sorar; o halde, “Doğuma sevinilir de ölüme niçin sevinilmez? O da yeni bir doğuş değil midir?”
Kimisine pişmanlıktır, kimisine müjde…
Mevlana’ya göre, herkesin ölümü kendine göredir: “Ölümü bir Yusuf gören, canını feda eder, kurt görense, yolunu sapıtır. Oğul, herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır, dosta dost!”
Mevlana, “Hiçbir ölü, öldüğüne yanmaz, hayıflanmaz. Ancak azığının azlığına yanar” der ve Efendimizden (sallallahu aleyhi vesellem) şu nakli yapar: “Kim ölür, bedenini terk ederse öldüğünden, göçtüğünden dolayı hasrete düşmez. Ancak taksiratından, fırsatı kaçırdığından hasrete düşer.
Ölen, “Keşke maksadıma bundan önce erişseydim” der.
Ölen kötü bir kişi ise, “Keşke daha önce ölseydim. Kötülüğüm daha az olurdu” der. Ölen iyi bir kişi ise, “Keşke daha önce ölseydim; evime, yurduma bir an önce kavuşmuş olurdum” der. Kötü kişi, “Haberim yokmuş, ben anbean önümdeki perdeleri arttırıp duruyormuşum. Bundan önce buraya göçseydim, bu perdem daha az olurdu.” der.
Şairler Sultanı Necip Fazıl Kısakürek’in ölüm korkusunu, Efendimizi hatırlayarak yenişi de ne güzel bir teselli verir mümine:
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber!
Bu teselliden sonra, şu şükür çığlığı ile de ruhumuza bayram ettirir:
Öleceğiz; müjdeler olsun, müjdeler olsun,
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun.
Başkasının Günahına Ağlayan Adam da ölüm saymadığı ölüme meydan okur: “İzzetle ölümü, zilletle hayata tercih edenlerdeniz!” der.
Müminler için ölümün hep müjdeli yanını haber verir:
“Ölüm, idam değil, firak değil, belki ebedi hayatın mukaddimesidir, mebdeidir (başlangıcıdır). Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır (mekân değiştirmektir). Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba (sevgililer kafilesine) kavuşmaktır. ”
Mümin, korku ve ümit dengesi içinde, sürekli ebedi geleceğe, dolayısıyla da dünyadan vedaya hazırlanır.
Hz. Ebubekir’e (ra) gelen biri, kendisi için bir mezar hazırlayacağını söylemiş… Efendimiz’in en sadık dostu, bu zata kitaplık çaptaki şu tavsiyede bulunmuş: “Kendine mezar hazırlayacağına, kendini mezara hazırla!”
M. Necati Hoca’dan bir anı
Söz buraya gelince, yakınlarda ebediyete uğurladığımız Mustafa Necati Bursalı Hocamızı da anmadan geçemeyeceğim. Allah rahmet eylesin, kendisiyle on küsur yıl önce yaptığım bir televizyon röportajında anlatmıştı:
“Gençlik yıllarının fakir, garip hallerinde hastalanmış. Zaten zayıf, nahif, neredeyse şeffaf görünümüyle hep hasta imiş gibiydi ya… Rahatsızlığı artınca, can yoldaşı bir hafızlık arkadaşı onu hastaneye götürmüş. Doktor, kalp damar hususunda tanınmış bir uzman olan Siyami Ersek merhum imiş. İlk muayeneden sonra, hemen dışarıda bekleyen arkadaşını çağırmış ve demiş ki:
— Mademki hastanın en yakını sensin, o halde sana şimdi mühim bir vazife düşebilir. Buradan ayrılma. Arkadaşını ameliyata alacağım ama pek ümit yok.
Nitekim bir saat sonra da tekrar çağırıp derhal cenaze hazırlığı için gerekenleri yapmasını istemiş. Garip Hafız, gözleri yaşlı koşturmuş. İşi rast gelmiş, kısa zamanda teçhiz, tekfin, tabut, hatta mezar yeri konularını halletmiş…
Fakat beklenen olmamış. Öldürmeyen Allah (celle celaluhu) öldürmemiş, Mustafa Necati Bursalı Hocamız, epey bir organ noksanıyla da olsa hayata dönmüş.
Rahmetli, o tatlı tebessümünü de katarak diyordu ki: “Öleceğimi söyleyen doktorum Siyami Ersek çoktan öldü; adı şimdi bir hastanede yaşıyor. Bana mezar hazırlayan arkadaşım da yıllar önce vefat etti. Ben ise gördüğünüz gibi çürük çarık da olsa yaşamaya devam ediyorum elhamdülillah.”
Demek ki, “Hastalar ölür, sağlamlar yaşar” diye bir kaide yoktur. Her şey gibi ölüm de ömür de nasip işidir ve Rabbimizin takdirindedir. Kula düşen ise her hal ve şartta şükürdür.
Öyleyse, hayatı ölümlü, ölümü de hayatlı yaratan Yüceler Yücesi’ne, sonsuz ve sınırsız hamdolsun, hamdolsun, hamdolsun…
VEHBİ VAKKASOĞLU
‘Ne yaşadım ki, ne anlatayım?’
Hayat, namazsız bir ezanla, ezansız bir namaz arasındaki süredir.
Bu süre de insana, “Bir varmış, bir yokmuş” dedirtir daima. Kaç yıl sürerse sürsün, ne kadar uzun görünürse görünsün, yaşanmamışa dönüverir hayat...
Rahmetli Babam, 88 yaşındayken, bir gün, “Baba, anlat da dinleyelim” demiştim. “Ne yaşadım ki ne anlatayım oğlum?” diye cevap vermişti.
Hep, “Bir varmış, bir yokmuş” dedirten bu dünya, iki kapılı bir handır. Hayat dediğimiz şey de giriş ve çıkış anında yaşadıklarımızdan ibaret. Ya da mola yerindeki yolcu halleri…
Bu kadar girift, sanatlı, mucizeli yaratılmış hayatın gayesi, kendisinden ibaret olabilir mi? Hayat, sadece bu dünya için verilmiş olabilir mi? Hayata ve insana sathi bir nazarla bakan dahi, hemen anlar ki bu hayatın, kendisinden öte ve üste bir manası ve maksadı vardır. İşte, bu görünen hayatın, görünmeyen hedefine yol veren vize, ölümdür.
Bu sebeple, dünya hayatının tadımlık lezzetlerine takılıp kalmayalım, hedeften gafil olmayalım diye, şöyle buyurmuştur Güzeller Güzeli (sallallahu aleyhi vesellem): “Hayatın tadını ve lezzetini acılaştıran ölümü sıkça anınız. ”
“Dünya ahiretin tarlası” olması itibariyle değerli görünür mümine. Yine Efendimizin deyimiyle, mümin kendini dünyada yerleşik değil, “Bir yolcu gibi” hisseder.
Küçük havaalanları hep ürpertir beni. Çünkü oralarda hep yan yana iki kapı görünür: Birinde, “Gelen yolcular”, diğerinde de “Giden yolcular” yazılıdır. Tam da iki kapılı dünyayı ve hayatımızı hatırlatır…
Tek fark, uçak biletinin üzerinde yolculuk tarihi ve saati yazılıdır. Hayat yolculuğunun bileti ise tarihsizdir. Bilinmeyen bir gün ve saattedir hareketimiz ya da yolculuğumuzun devamı…
Öleceğini unutma, ibret al!
Dünya durağına, ruhlar dünyasından çıkıp anne karnından geçerek geldik. Burada durdurulmayacağımız da kesin. Çünkü her gün binlercemiz bir başka âleme sevk ediliyor. Dönüş adresimiz bellidir. Orası ahirettir, ahir varacağımız yerdir, bir başka deyimle son duraktır.
Ahiret de, iki bölümdür: Cennet ve Cehennem… Tabii ki maksat, Cennet’e girmektir. İşte ölüm, bizi ikazlarıyla Cennet’e yöneltir, Cennetlik işler yapmaya çağırır.
Bu sebeple Hz. Ömer (radıyallahu anh) şöyle buyurur: “Eğer insanlar ölümden ders almıyorlarsa vaizler sussun.”
Gerçekten de ölümün ibret olmadığı yerde, insanları ne ile etkileyebiliriz ki?
Hz. Mevlana’nın babası, Âlimler Sultanı Bahaeddin Veled:
— Kimlersiniz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Diye seslenen Bağdat muhafızlarına şöyle seslenmişti:
— Bizler, Abdullah’ız, Allah’ın kullarıyız; Allah’tan geldik, Allah’a gideriz. Gücümüz, kuvvetimiz de Allah’tandır. Ondan başka bir varlığımız da yoktur.
Aslında bu cevap, her hakiki müminin cevabı değil midir?
Bu gerçek, bize her ölüm haberinde bir ayeti söyletir: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” Yani; “Muhakkak ki biz, Allah içiniz ve muhakkak ki O’na döneceğiz.”
Büyük nimettir ölüm…
Her sabah uyandığında, “Şükür, bugün de varız” derdi, derviş gönüllü dedem. Çünkü varlığını kendisinden değil, her şeyi var eden Rabbinden bilirdi.
Ölen değil, “Hakk’a yürüyenler” vardı ona göre… Ölümü öldüren bir bakıştı bu… Bu bakışa göre ölüm, asıl hayata geçişti…
Hem hoca, hem derviş olan dedem, ölümle içli dışlı yaşar ve her haliyle öteki âleme hazırlandığını belli ederdi. Bu sessiz sedasız, alâyişsiz, nümayişsiz bir hazırlanıştı. Zevkli ve kazançlı bir seyahate çıkacağı hissini veren, vakur, duygulu ama bir o kadarda huzurlu. “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyen Yunus edalı bir hazırlanıştı bu.
Dünyadan fazla ahirete itinalı, maddeyi mana adına feda edici, gözü yaşlı dedeme göre, üç günlüktü dünya. Kavgaya, gürültüye değmezdi. Yaşadığımız her gün, bizi ölüme yaklaştıran bir adımdı. Çünkü uzadıkça kısalan şey, hayattı. Ve hayat kısaldıkça, insan yetim-i akran olurdu.
Derviş gönüllü dedem derdi ki, “Oğlum, mümine ölümü talep yasaklanmıştır. Ama benim için dünya tatsızlaştı. Çünkü bütün emsalim, dostlarım göçtü, ben yalnız kaldım. Dua et de Rabbim artık emanetini alsın, dostlarıma kavuşayım. ”
O zaman anlardım ki, ölüm de nimetmiş… Hele de belli bir yaştan sonra, aranan, özlenen, gözlenen bir nimet…
Hz. Yusuf Aleyhisselam da, hayatının en rahat, en mutlu, en huzurlu anında ölümü istedi. Bu isteyiş, ebedi saadet yurdu Cennet’in varlığına çok kuvvetli bir delil oldu. Hz. Yusuf haksız yere atıldığı hapishaneden çıkmış, Mısır Azizi olmuştu. Başına devlet kuşu konmuş, kardeşleriyle buluşup barışmış, kaynaşmış, babasına da kavuşmuş, Züleyha ile de evlenmişti. Yani dünya mutluğu adına, maddi manevi her ne varsa hepsine nail olmuş, daha dünyadan alacağı başka bir şey kalmamıştı.
İşte, bu en mutlu zamanında, Rabbi’ne şöyle yakardı: “Ey Rabbim, beni Müslüman olarak vefat ettir ve salihler zümresine kat.”
Hz. Yusuf, devlet yönetecek kadar akıllıydı. Allah’ın Elçisiydi. Buna rağmen, dünyada maddi ve manevi nimetlerin zirvesindeyken, niçin ölmeyi istedi?
Hz. Yusuf Aleyhisselam, bu duasıyla gösteriyordu ki dünyada eriştiklerinin daha ötesi ve daha mükemmeli ancak Cennet’tedir. Madem burada gördüklerinin kıyaslanamayacak kadar daha mükemmeli hem de ebediyen Cennet’tedir; öyleyse Cennet’in vizesi olan ölümü istemekten daha tabii ne olabilirdi?
Bu Kur’anî gerçek, bize ölümün gülen yüzünü, güler yüzünü gösteriyor. Dolayısıyla da ölümün bir yok olma, kaybolma, sona erme, toprak altında çürüme olmadığını, tam tersine bir yeniden doğuşun başlangıcı olduğunu ispatlıyor.
Mevlana’lara göre vuslattır ölüm!
Bir yeniden doğuş; yepyeni bir başlangıç…
Bu sebeple, Cüneyd-i Bağdadi’nin (ks), vefatı sırasındaki son sözü, “Bismillahir rahmanir rahim” olmuştur. Hz. Mevlana da ölümü bir ‘Şeb-i Ârus’, yani ‘düğün gecesi’ olarak görür. Der ki, “Öldüğüm zaman üzülüp ağlamayın, sevinin. Ölüm benim Sevgiliye vuslatımdır.”
Hz. Mevlana ölüm döşeğinde iken, eşi Kerra Hatun, büyük bir üzüntüyle:
— Mevlana, sen 400 sene yaşamalıydın, dedi.
Hz. Pir, hiç memnun olmadı bu dileğe ve dedi ki:
— Ben Firavun muyum ki 400 sene yaşayayım! Dua edin de kavuşayım Rabbim’e bir an önce… Allah ile olana, ömür de hoş, ölüm de hoştur, der.
“Hangi tohum ekildi de, bitmedi” der, insana ebediyet müjdesini verir. “Vücut, ana gibi ruha gebedir. Ölüm, ruhun doğumudur.” Der.
Mevlana’ya göre, ölüm hayattır: “Bazı öldürmeler hayat verir. Bahçıvan ağaçları budamasa dallar gelişir mi? Terzi kumaşı parça parça etmese, elbise çıkar mı?”
“Kuşa, kafesi bırakıp uçmak, nasıl hoş, nasıl tatlı gelirse, bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı gelir.” “Uykumuz ölümün kardeşidir. Bu kardeşe bak da, ötekini anla!”
“Sen uykudan uyanınca, Cenab-ı Hak, uyku sebebiyle senden gitmiş olan aklı, fikri ve duyguyu hemen çağırır, yine sana iade eder. Buna kıyas ederek bil ki, sen ölünce de onlar kaybolmaz. Allah, ‘İrciî’ (Geri dön!) diye ferman etti mi, hemen gelirler.”
Hz. Ali (ra)’dan şu nakli yapar: “Ölümüm, bana can gibi hoş geliyor; dirilmemle adeta bir. Ölümsüzlük ölümü, bize helal olmuştur. Azıksızlık azığı bize, rızk ve nimettir. Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü diriliktir. Ölümün görünüşte sonu yoktur, hakikatte ise ebediliktir. Çocuğun rahimden doğması bir göçmedir, fakat cihanda ona yeni baştan bir hayat vardır.”
Sorar; o halde, “Doğuma sevinilir de ölüme niçin sevinilmez? O da yeni bir doğuş değil midir?”
Kimisine pişmanlıktır, kimisine müjde…
Mevlana’ya göre, herkesin ölümü kendine göredir: “Ölümü bir Yusuf gören, canını feda eder, kurt görense, yolunu sapıtır. Oğul, herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır, dosta dost!”
Mevlana, “Hiçbir ölü, öldüğüne yanmaz, hayıflanmaz. Ancak azığının azlığına yanar” der ve Efendimizden (sallallahu aleyhi vesellem) şu nakli yapar: “Kim ölür, bedenini terk ederse öldüğünden, göçtüğünden dolayı hasrete düşmez. Ancak taksiratından, fırsatı kaçırdığından hasrete düşer.
Ölen, “Keşke maksadıma bundan önce erişseydim” der.
Ölen kötü bir kişi ise, “Keşke daha önce ölseydim. Kötülüğüm daha az olurdu” der. Ölen iyi bir kişi ise, “Keşke daha önce ölseydim; evime, yurduma bir an önce kavuşmuş olurdum” der. Kötü kişi, “Haberim yokmuş, ben anbean önümdeki perdeleri arttırıp duruyormuşum. Bundan önce buraya göçseydim, bu perdem daha az olurdu.” der.
Şairler Sultanı Necip Fazıl Kısakürek’in ölüm korkusunu, Efendimizi hatırlayarak yenişi de ne güzel bir teselli verir mümine:
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber!
Bu teselliden sonra, şu şükür çığlığı ile de ruhumuza bayram ettirir:
Öleceğiz; müjdeler olsun, müjdeler olsun,
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun.
Başkasının Günahına Ağlayan Adam da ölüm saymadığı ölüme meydan okur: “İzzetle ölümü, zilletle hayata tercih edenlerdeniz!” der.
Müminler için ölümün hep müjdeli yanını haber verir:
“Ölüm, idam değil, firak değil, belki ebedi hayatın mukaddimesidir, mebdeidir (başlangıcıdır). Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır (mekân değiştirmektir). Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba (sevgililer kafilesine) kavuşmaktır. ”
Mümin, korku ve ümit dengesi içinde, sürekli ebedi geleceğe, dolayısıyla da dünyadan vedaya hazırlanır.
Hz. Ebubekir’e (ra) gelen biri, kendisi için bir mezar hazırlayacağını söylemiş… Efendimiz’in en sadık dostu, bu zata kitaplık çaptaki şu tavsiyede bulunmuş: “Kendine mezar hazırlayacağına, kendini mezara hazırla!”
M. Necati Hoca’dan bir anı
Söz buraya gelince, yakınlarda ebediyete uğurladığımız Mustafa Necati Bursalı Hocamızı da anmadan geçemeyeceğim. Allah rahmet eylesin, kendisiyle on küsur yıl önce yaptığım bir televizyon röportajında anlatmıştı:
“Gençlik yıllarının fakir, garip hallerinde hastalanmış. Zaten zayıf, nahif, neredeyse şeffaf görünümüyle hep hasta imiş gibiydi ya… Rahatsızlığı artınca, can yoldaşı bir hafızlık arkadaşı onu hastaneye götürmüş. Doktor, kalp damar hususunda tanınmış bir uzman olan Siyami Ersek merhum imiş. İlk muayeneden sonra, hemen dışarıda bekleyen arkadaşını çağırmış ve demiş ki:
— Mademki hastanın en yakını sensin, o halde sana şimdi mühim bir vazife düşebilir. Buradan ayrılma. Arkadaşını ameliyata alacağım ama pek ümit yok.
Nitekim bir saat sonra da tekrar çağırıp derhal cenaze hazırlığı için gerekenleri yapmasını istemiş. Garip Hafız, gözleri yaşlı koşturmuş. İşi rast gelmiş, kısa zamanda teçhiz, tekfin, tabut, hatta mezar yeri konularını halletmiş…
Fakat beklenen olmamış. Öldürmeyen Allah (celle celaluhu) öldürmemiş, Mustafa Necati Bursalı Hocamız, epey bir organ noksanıyla da olsa hayata dönmüş.
Rahmetli, o tatlı tebessümünü de katarak diyordu ki: “Öleceğimi söyleyen doktorum Siyami Ersek çoktan öldü; adı şimdi bir hastanede yaşıyor. Bana mezar hazırlayan arkadaşım da yıllar önce vefat etti. Ben ise gördüğünüz gibi çürük çarık da olsa yaşamaya devam ediyorum elhamdülillah.”
Demek ki, “Hastalar ölür, sağlamlar yaşar” diye bir kaide yoktur. Her şey gibi ölüm de ömür de nasip işidir ve Rabbimizin takdirindedir. Kula düşen ise her hal ve şartta şükürdür.
Öyleyse, hayatı ölümlü, ölümü de hayatlı yaratan Yüceler Yücesi’ne, sonsuz ve sınırsız hamdolsun, hamdolsun, hamdolsun…
VEHBİ VAKKASOĞLU