Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
Rutubetten küf bağlamış zindan kapısı gıcırtıyla açıldı. Yüz ifadelerinden yaptığı işten üzüntü duydukları anlaşılan iki zabitin kolunda, içeriye bir zat girdi. Zabitler bu yerdealışılmamış bir edeple yeni mahkûma kusura kalmayın çelebim diyerek demir kapıyı arkadan kapattılar.
İnsanın sinirini bozan bu sesin ardı sıra içeriden okkalı bir küfür duyuldu. Karanlıkta insanın burnunun direğini kıran müthiş bir koku vardı. Çelebi karanlıkta bir şey seçemediği için gözlerini ovuşturdu. Zindanın içindekileri silulet halinde seçmeye başladı. O esnada ayaklarının üzerinden birkaç lağım faresi geçince istemsiz bir çığlık attı. Bu çığlı müteakip içeride önce tok kahkahalar sonra da kalenderane bir duyuldu.
-Gel baba fakirhanemize şeref verdin.
Çelebi istemsiz davete icabet etti. Zar zor seçtiği iki yanı zincirle bağlı biraz yüksekçe tahta parçasına yanaşıp oturdu. Ne söyleyeceğini bilmiyordu. Az önce sada etmiş ağızdan bir ses daha duyuldu.
-Memedim yak şu çerağı da beyimizin nur cemalini görelim.
Bir başka karartı ayağa kalktı. Zindanın köşesine yürüdü. Bir kaç cılız kıvılcımdan sonra el yüz ağartacak kadar bir ateş hasıl oldu. Çelebi artık içeriyi daha iyi görebiliyordu.
Bu daracık yerin tabanı ihtimal mahkûmlar soğuktan donmasın diye samanla kaplanmıştı. O vakit çelebi çeriye girdiğinde burnuna gelen dayanılmaz kokunun kaynağının rutubetin çürüttüğü saman olduğunu keşfetti. Dört duvarına arasında kendinden başka üç kişi daha bulunuyordu. Etrafı gözlemleye devam edecekti ki dizine destursuz vuran bir el çelebinin dikkatini dağıttı. Elin sahibine çevirdi bakışlarını. Saçı sakalı hatta aralarında boşluk olmaması münasebeti ile kaşı dahi birbirine karışmış külhani duruşlu bir yiğitti.
-Baba Allah kurtarsın. Yakındır ya! (sesinde biraz istihza vardı) Sen neden düştün buralara.
-Borç yüzünden evlat. Bir ara elim sıkıştı muhitimizde Yorgo efendi diye bir tefeciden hacetimi görecek kadar kuruş aldım. İşleri yoluna koyup Yorgo efendinin parasını bir kenara ayırdım. Parayı teslim etmeye giderken yol kenarında oturmuş kucağında çocuk için için ağlayan bir taze gördüm. Yanına yanaşıp derdini sordum. Kocası vebadan ölmüş yetimiyle ortada kalmış. Yiyecek ekmeği yokmuş. Ekmek yoksa sabisine sütte yok. Kadın başına ne yapsın en kutsalını evladı için feda etmeye sokaklara çıktığını söyledi. Beynimden vurulmuşa döndüm. Zihnimden mevlidden bir geçmeye başladı
“Ol zaif Ümmetlerin hali ne ola”
Sonunu düşünmedim Yorgo efendiye vereceğim parayı karşılığını haktan umarak tazeye verdim. Sonra da Yorgo’nun evine yollandım. Yorgo’ya parasını ödemek için mühlet istediğimi söylediğimde küplere bindi.
-Sabit efendiler bu adam parama göz koymustur
diyerek beni şikayet etti. Şimdi umudum sultanımızdadır. Bilirim ki sultan borç yüzünden hapse düşenlerin kefaretlerini senede bir kez ödermiş. Ancak o vakte kadar evde hanım çoluk çocuk Allaha emanet.
Külhanbey tavırlı olan müstehzi bir kahkaha savurdu.
-A beyim sultan duysa bu halini elbet yardım eder sana. Amma bu zindandan sultanın haberi yok ki.
-Nasıl olur? diye sordu çelebi
Külhanbeyli anlatmaya başladı.
Devir Cennet mekân Abdülhamit Han devriydi. Yıldız sarayının avlusu içinden bütün dünya siyasetine yön veren bu büyük deha cihanın en işlek istihbarat sistemini kurmuş dahili ve harici bedhahlara karşı mücadele veriyordu. İstihbarat sistemi muazzam işliyordu.
Bununla birlikte devleti ali içre bazı cibilliyetsizlerden mürettep gizli bir teşekkül vardı. Kendilerine Ergenekon diyen bu mesnetsizler jurnalleri işlerine geldiği gibi yorumluyorlar; Sultana hiçbir suretle tutuklamalarından bahsetmiyor, tutukladıklarını balat civarında daha sonraları çay bahçesi olarak kullanılacak bir zindana götürüyorlardı.
Kısaca bu malumatı veren külhanbeyli sözlerine şöyle devam etti.
-Baba namım Asmabağlı. Surun içinde / dışında adımızı duyup da titremeyen namert yoktur evelallah. Neden içeri düştün dersen gavura gavur dedim. Çirkef Osmanlı diyince de bağırsaklarını eline verdim. Yarın sabaha dar ağacına salıncak kuracaklar benim için tabi ben erken davranmazsam. Neyse ben çok konuştum. Memedim, Şeyhim sizde aşikar etsenize kendinizi.
Söze Şeyh Ayhan başladı. Çok değil bundan bir ay öncesine kadar Muş’da bir tekke şeyhiydi. Bulunduğu yörede tartışan iki kişi onun yanına arabuluculuk etmeleri için gelmişlerdi. Şeyh ikisini de dinledikten sonra bir tanesinin diğerinden helallik dilemesinin münasip olacağını söyledi. Bu sözden izzeti nefsi zedelenen davalı kapıyı çarpıp gitmiş üzerine akla hayale gelmeyecek bir iftira ile şeyhi mahpusluk etmişti. Yöre halkının tepkisinden çekinen vali şeyhi dersaadete göndermiş. Bu suretle kader şeyhi buraya kadar getirmişti.
Sonrasında Memed hikâyesini anlatmaya başladı. Onu bu kodese düşüren aşktı. Bir rum dilberine gönül vermişti Memed. Kızında gözü ondan başkasını görmüyordu. Ne var ki aynı mahallede yaşayan ve rum kızının sevdasından gözü kör olmuş bir delikanlı gençlerin bu mutluluğuna dayanamadı. Fuzuli’nin beyitinden esinlense gerek şerefini toprak kadar ayaklar altına alıp Memed’i Jön Türk diye jurnallemişti. Bir sabah rum kızına mektup yazarken kullandığı güvercinlerine buğday atarken derdest edilmiş gözünü açtığında
-Gardaş iyimisin diyen Asmabağlıyı görmüştü.
Kandilin ışığı yavaş yavaş sönmeye yüz tutuyordu. Dışarıdan ayak sesleri kesilip horultu sesleri yükselmeye başlayınca Asmabağlı içeridekilere yanına yaklaşmalarını işaret etti ve konuşmaya başladı.
-Çelebi baba benim şafakla kelleyi kaptırmaya hiç niyetim yok. Geldiğimden beri kaçmanın planlarını yapıyorum. Seni de buraya haksız yere tıkmışlar. Bil ki suçun ne olursa olsun burada tek vardır fertiği çekmek. Bu deliğe düştüğüm günden beri kaçmaya yol aradım. Şu sol köşedeki kalın demir parmaklı pencereden başka burası hava almadığını gördüğüm vakit ümidimi kesmiştim. Ta Memed gelene kadar.
Memed yalnız gelmedi buraya. Dilberle arasındaki ulağı güvercinleri de geldi onunla. Her gün kodesin o küçücük deliğin önüne gelip içeri girdiler. Ayaklarında dilberin mektubuyla. Bir iki derken aklımdan geçenleri söyledim Meme’de. O da biliyordu ki suçu ne olursa olsun hüküm aynıydı. Rum güzeline gönderdiği namenin birinde durumu yazdı. Güvercinin ayağına keski bağlamasını istedi. Bir sonraki gün güvercinin zorlana zorlana ayağında keski ile geldi. Nerden baksan üç aydır o pencerenin kenarındaki taşların kenarını boşaltıyoruz. Bu gece bu işi bitirmemiz lazım. Şimdi bizimle var mısın yok musun?
Çelebi biraz duraksadı. Asmabağlının sözlerinde haklı olduğu aşikardı. Dışarda karısı ve çocuğunun emniyette olmadığını da düşününce kesin kararını verdi.
-Tamam sizinle gelirim dedi. Çocukluğumdan beri bu civarda yaşadım her santimetre toprağında bir anım var. Size rehberlik ederim.
-Hay çok yaşa hocam dedi Şeyh Ayhan.
Hapishanenin eski sahipleri her şeyi planlamışlardı. Önce Asmabağlının teyze kızı Hüsn-ü Hilal Hatunun Fatihteki evine gidecekler. Geceyi orada geçirdikten sonra Anadolu yakasına geçeceklerdi. Ardından ver elini Anadolu.
İlk iş olarak Çelebiden gözcülük yapmasını isteyerek üçü pencerenin oraya yürüdüler. Aylardır yontularak kenarları gevşetilmiş taşların iki yanından ve altından iki kişi tuttu. Sonra üçüncüleri taşın sıva ile olan son bağını da az bir gayretle deşmeyi başardı. Dikkatlice taşı yere indirdiler. Nöbetçilerden uyanan yoktu. Sırayla ses çıkarmamaya özen göstererek hepsi dışarı çıktılar.
Karanlık sokaklarda kimseye görünmemek için saklana saklana Fatih’e kadar geldiler. Tam evin eşiğinden içeri girecekleri zaman
-Abi hoş geldin diye bir ses duydular. Asmabağlı sese doğru yönelip sesin sahibine sarıldı.
Hapishane arkadaşlarına dönerek.
-Korkmayın dedi bu yiğit ben mahpus olduğum günden beri teyze kızımı kem gözden saklamak için buralarda dolaşıyor.
Herkesin korkusu biraz yatışmıştı. Asmabağlı Çelebinin yanına yaklaşıp biraz konuştu. Sonra çocuğun kulağına bir şeyler fısıldadı. Sırtını sıvazlayıp
-Haydi göreyim seni dedi.Çocuk
-Emrin başım üstüne dedikten sonra gözden kayboldu.
Tahta merdivenlerden yorgun argın yukarıya çıktılar. Hüsn-ü Hilal Hatun teyze oğlunun elini öptü.
-Hoş geldin abi içeride hepiniz için giysiler hazır dedi.
Sıra ile yıkanıp paklandılar. Temiz esvaplarını giydikten sonra özgürlüklerine kavuşmuş olmanın keyfine vardılar. Hüsn-ü Hilal Hatun çok sevdiği bir o kadar da güzel yaptığı köpüklü
Türk kahvelerini getirdi. Kahveleri içtikten sonra sabah buluşacakları yeri rum dilberine mektuplayan Memed’in dışında hepsi kuşluk vaktine kadar derin bir uykuya daldılar.
İnsanın sinirini bozan bu sesin ardı sıra içeriden okkalı bir küfür duyuldu. Karanlıkta insanın burnunun direğini kıran müthiş bir koku vardı. Çelebi karanlıkta bir şey seçemediği için gözlerini ovuşturdu. Zindanın içindekileri silulet halinde seçmeye başladı. O esnada ayaklarının üzerinden birkaç lağım faresi geçince istemsiz bir çığlık attı. Bu çığlı müteakip içeride önce tok kahkahalar sonra da kalenderane bir duyuldu.
-Gel baba fakirhanemize şeref verdin.
Çelebi istemsiz davete icabet etti. Zar zor seçtiği iki yanı zincirle bağlı biraz yüksekçe tahta parçasına yanaşıp oturdu. Ne söyleyeceğini bilmiyordu. Az önce sada etmiş ağızdan bir ses daha duyuldu.
-Memedim yak şu çerağı da beyimizin nur cemalini görelim.
Bir başka karartı ayağa kalktı. Zindanın köşesine yürüdü. Bir kaç cılız kıvılcımdan sonra el yüz ağartacak kadar bir ateş hasıl oldu. Çelebi artık içeriyi daha iyi görebiliyordu.
Bu daracık yerin tabanı ihtimal mahkûmlar soğuktan donmasın diye samanla kaplanmıştı. O vakit çelebi çeriye girdiğinde burnuna gelen dayanılmaz kokunun kaynağının rutubetin çürüttüğü saman olduğunu keşfetti. Dört duvarına arasında kendinden başka üç kişi daha bulunuyordu. Etrafı gözlemleye devam edecekti ki dizine destursuz vuran bir el çelebinin dikkatini dağıttı. Elin sahibine çevirdi bakışlarını. Saçı sakalı hatta aralarında boşluk olmaması münasebeti ile kaşı dahi birbirine karışmış külhani duruşlu bir yiğitti.
-Baba Allah kurtarsın. Yakındır ya! (sesinde biraz istihza vardı) Sen neden düştün buralara.
-Borç yüzünden evlat. Bir ara elim sıkıştı muhitimizde Yorgo efendi diye bir tefeciden hacetimi görecek kadar kuruş aldım. İşleri yoluna koyup Yorgo efendinin parasını bir kenara ayırdım. Parayı teslim etmeye giderken yol kenarında oturmuş kucağında çocuk için için ağlayan bir taze gördüm. Yanına yanaşıp derdini sordum. Kocası vebadan ölmüş yetimiyle ortada kalmış. Yiyecek ekmeği yokmuş. Ekmek yoksa sabisine sütte yok. Kadın başına ne yapsın en kutsalını evladı için feda etmeye sokaklara çıktığını söyledi. Beynimden vurulmuşa döndüm. Zihnimden mevlidden bir geçmeye başladı
“Ol zaif Ümmetlerin hali ne ola”
Sonunu düşünmedim Yorgo efendiye vereceğim parayı karşılığını haktan umarak tazeye verdim. Sonra da Yorgo’nun evine yollandım. Yorgo’ya parasını ödemek için mühlet istediğimi söylediğimde küplere bindi.
-Sabit efendiler bu adam parama göz koymustur
diyerek beni şikayet etti. Şimdi umudum sultanımızdadır. Bilirim ki sultan borç yüzünden hapse düşenlerin kefaretlerini senede bir kez ödermiş. Ancak o vakte kadar evde hanım çoluk çocuk Allaha emanet.
Külhanbey tavırlı olan müstehzi bir kahkaha savurdu.
-A beyim sultan duysa bu halini elbet yardım eder sana. Amma bu zindandan sultanın haberi yok ki.
-Nasıl olur? diye sordu çelebi
Külhanbeyli anlatmaya başladı.
Devir Cennet mekân Abdülhamit Han devriydi. Yıldız sarayının avlusu içinden bütün dünya siyasetine yön veren bu büyük deha cihanın en işlek istihbarat sistemini kurmuş dahili ve harici bedhahlara karşı mücadele veriyordu. İstihbarat sistemi muazzam işliyordu.
Bununla birlikte devleti ali içre bazı cibilliyetsizlerden mürettep gizli bir teşekkül vardı. Kendilerine Ergenekon diyen bu mesnetsizler jurnalleri işlerine geldiği gibi yorumluyorlar; Sultana hiçbir suretle tutuklamalarından bahsetmiyor, tutukladıklarını balat civarında daha sonraları çay bahçesi olarak kullanılacak bir zindana götürüyorlardı.
Kısaca bu malumatı veren külhanbeyli sözlerine şöyle devam etti.
-Baba namım Asmabağlı. Surun içinde / dışında adımızı duyup da titremeyen namert yoktur evelallah. Neden içeri düştün dersen gavura gavur dedim. Çirkef Osmanlı diyince de bağırsaklarını eline verdim. Yarın sabaha dar ağacına salıncak kuracaklar benim için tabi ben erken davranmazsam. Neyse ben çok konuştum. Memedim, Şeyhim sizde aşikar etsenize kendinizi.
Söze Şeyh Ayhan başladı. Çok değil bundan bir ay öncesine kadar Muş’da bir tekke şeyhiydi. Bulunduğu yörede tartışan iki kişi onun yanına arabuluculuk etmeleri için gelmişlerdi. Şeyh ikisini de dinledikten sonra bir tanesinin diğerinden helallik dilemesinin münasip olacağını söyledi. Bu sözden izzeti nefsi zedelenen davalı kapıyı çarpıp gitmiş üzerine akla hayale gelmeyecek bir iftira ile şeyhi mahpusluk etmişti. Yöre halkının tepkisinden çekinen vali şeyhi dersaadete göndermiş. Bu suretle kader şeyhi buraya kadar getirmişti.
Sonrasında Memed hikâyesini anlatmaya başladı. Onu bu kodese düşüren aşktı. Bir rum dilberine gönül vermişti Memed. Kızında gözü ondan başkasını görmüyordu. Ne var ki aynı mahallede yaşayan ve rum kızının sevdasından gözü kör olmuş bir delikanlı gençlerin bu mutluluğuna dayanamadı. Fuzuli’nin beyitinden esinlense gerek şerefini toprak kadar ayaklar altına alıp Memed’i Jön Türk diye jurnallemişti. Bir sabah rum kızına mektup yazarken kullandığı güvercinlerine buğday atarken derdest edilmiş gözünü açtığında
-Gardaş iyimisin diyen Asmabağlıyı görmüştü.
Kandilin ışığı yavaş yavaş sönmeye yüz tutuyordu. Dışarıdan ayak sesleri kesilip horultu sesleri yükselmeye başlayınca Asmabağlı içeridekilere yanına yaklaşmalarını işaret etti ve konuşmaya başladı.
-Çelebi baba benim şafakla kelleyi kaptırmaya hiç niyetim yok. Geldiğimden beri kaçmanın planlarını yapıyorum. Seni de buraya haksız yere tıkmışlar. Bil ki suçun ne olursa olsun burada tek vardır fertiği çekmek. Bu deliğe düştüğüm günden beri kaçmaya yol aradım. Şu sol köşedeki kalın demir parmaklı pencereden başka burası hava almadığını gördüğüm vakit ümidimi kesmiştim. Ta Memed gelene kadar.
Memed yalnız gelmedi buraya. Dilberle arasındaki ulağı güvercinleri de geldi onunla. Her gün kodesin o küçücük deliğin önüne gelip içeri girdiler. Ayaklarında dilberin mektubuyla. Bir iki derken aklımdan geçenleri söyledim Meme’de. O da biliyordu ki suçu ne olursa olsun hüküm aynıydı. Rum güzeline gönderdiği namenin birinde durumu yazdı. Güvercinin ayağına keski bağlamasını istedi. Bir sonraki gün güvercinin zorlana zorlana ayağında keski ile geldi. Nerden baksan üç aydır o pencerenin kenarındaki taşların kenarını boşaltıyoruz. Bu gece bu işi bitirmemiz lazım. Şimdi bizimle var mısın yok musun?
Çelebi biraz duraksadı. Asmabağlının sözlerinde haklı olduğu aşikardı. Dışarda karısı ve çocuğunun emniyette olmadığını da düşününce kesin kararını verdi.
-Tamam sizinle gelirim dedi. Çocukluğumdan beri bu civarda yaşadım her santimetre toprağında bir anım var. Size rehberlik ederim.
-Hay çok yaşa hocam dedi Şeyh Ayhan.
Hapishanenin eski sahipleri her şeyi planlamışlardı. Önce Asmabağlının teyze kızı Hüsn-ü Hilal Hatunun Fatihteki evine gidecekler. Geceyi orada geçirdikten sonra Anadolu yakasına geçeceklerdi. Ardından ver elini Anadolu.
İlk iş olarak Çelebiden gözcülük yapmasını isteyerek üçü pencerenin oraya yürüdüler. Aylardır yontularak kenarları gevşetilmiş taşların iki yanından ve altından iki kişi tuttu. Sonra üçüncüleri taşın sıva ile olan son bağını da az bir gayretle deşmeyi başardı. Dikkatlice taşı yere indirdiler. Nöbetçilerden uyanan yoktu. Sırayla ses çıkarmamaya özen göstererek hepsi dışarı çıktılar.
Karanlık sokaklarda kimseye görünmemek için saklana saklana Fatih’e kadar geldiler. Tam evin eşiğinden içeri girecekleri zaman
-Abi hoş geldin diye bir ses duydular. Asmabağlı sese doğru yönelip sesin sahibine sarıldı.
Hapishane arkadaşlarına dönerek.
-Korkmayın dedi bu yiğit ben mahpus olduğum günden beri teyze kızımı kem gözden saklamak için buralarda dolaşıyor.
Herkesin korkusu biraz yatışmıştı. Asmabağlı Çelebinin yanına yaklaşıp biraz konuştu. Sonra çocuğun kulağına bir şeyler fısıldadı. Sırtını sıvazlayıp
-Haydi göreyim seni dedi.Çocuk
-Emrin başım üstüne dedikten sonra gözden kayboldu.
Tahta merdivenlerden yorgun argın yukarıya çıktılar. Hüsn-ü Hilal Hatun teyze oğlunun elini öptü.
-Hoş geldin abi içeride hepiniz için giysiler hazır dedi.
Sıra ile yıkanıp paklandılar. Temiz esvaplarını giydikten sonra özgürlüklerine kavuşmuş olmanın keyfine vardılar. Hüsn-ü Hilal Hatun çok sevdiği bir o kadar da güzel yaptığı köpüklü
Türk kahvelerini getirdi. Kahveleri içtikten sonra sabah buluşacakları yeri rum dilberine mektuplayan Memed’in dışında hepsi kuşluk vaktine kadar derin bir uykuya daldılar.