HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR
Düşünmenin nerelerde elverişli, nerelerde elverişsiz olduğu meselesinin, düşünürler de dahil olmak üzere pek çok insanı yanılgıya ve karmaşa içinde karmaşaya ittiği gayet açıktır. Aklın tanımını bilmek veya başka bir ifadeyle kesin ve şüphesiz bir şekilde aklın anlamını bilmek, düşünmenin ancak vakıa ortamında gerçekleşebileceğini ve somut vakıanın dışındaki ortamlarda gerçekleşemeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır. Zira düşünme eylemi, vakıanın duyu organları vasıtasıyla beyne iletilmesinden ibarettir. Eğer ortada somut bir vakıa yoksa, akıl yürütülemez. Aynı şekilde vakıayı hissedecek bir hissin yokluğunda ne "düşünme"nin varlığından ne de düşünme imkânından söz edilebilir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bir çok düşünür vakıayı göz ardı ederek araştırmalarını sürdürmüşler, bu yüzden de karmaşa labirentinde dolaşıp durmuşlardır. Bu açıdan Yunan filozofları, araştırmalarını maddenin dışındaki unsurlara yöneltmişlerdir. Eğitim bilimciler de beyni taksim ederlerken, somut, yani hissedilebilir olanın dışındaki unsurlara dikkat etmişlerdir. Müslüman bilim adamlarının durumu da farklı değildir. Onlar da Allah'ın sıfatları, cennet, cehennem ve meleklerin nitelikleri gibi bir çok konuyu araştırırken, "hissetme"ye elverişli olmayan ortamlara yönelmişlerdir. Bunun da ötesinde pek çok meseleyi düşünürken; vakıanın dışında kalmak veya hissedilebilir olmayan şeyler üzerinde akıl yürütmek, insanlarda genel bir alışkanlık haline gelmiştir. O halde asıl çözülmesi gereken sorun, düşünmenin nerelerde elverişli, nerelerde elverişsiz olduğudur.
Bütün bu söylenenler ve üzerinde kafa yormaya bile gerek olmayan bir çok kesin ve şüphesiz bilgiler ışığında diyebiliriz ki; aklın tanımı ve "aklî metot"un düşünme için temel olarak ele alınması, vakıa ve hissedilebilir olmayan hiçbir şey hakkında akıl yürütülemeyeceğini açıkça göstermektedir. Vakıa ve hissedilebilir olanın dışındaki şeylere ilişkin yapılan düşünme eylemi, "aklî eylem" değildir. Sözgelimi, aklı; ilk akıl, ikinci akıl, üçüncü akıl... şeklinde taksim etmek, safsata ve hayal ürününden öteye geçmez. Çünkü bunlar, hissedilebilen veya hissedilmesi mümkün olan vakıalar değildir. Hayal gücünün teorik varsayımlardan çıkardığı sonuçlardır. Bu nedenle burada düşünme eyleminden bahsedilemez. Çünkü hayal ile düşünce farklı şeylerdir. Matematik bilimleriyle ilgili varsayımlar dahil, tüm varsayımlar, düşünme kategorisine girmezler. Dolayısıyla düşünme eyleminden de söz etmek mümkün değildir. Bu açıdan, Yunan felsefesinin bütünüyle düşünme ve düşünme eyleminin ürünü olmadığını söylemek mümkündür. Zira "aklî eylem"e değil, sadece birtakım varsayımlara ve faraziyelere dayanmaktadır. "Beyin bir kaç kısma ayrılmakta olup her bir kısmı bir bilim dalıyla ilgilidir..." şeklindeki görüş de tümüyle hayal ürünüdür ve vakıadan, gerçeklikten uzaktır. Çünkü beynin hissedilebilir gerçeği, onun birtakım bölümlere ayrılmadığını göstermektedir. Üstelik böyle bir tez, his vasıtasıyla da elde edilmemiştir. Zira çalışır halde olan beynin, yani düşünme operasyonunu gerçekleştiren beynin hissedilebilir olması mümkün değildir. O halde "beynin birtakım bölümlere ayrılması", vakıaya, gerçekliğe aykırı olmasının yanı sıra, duyular yoluyla elde edilen bir sonuç da değildir. Dolayısıyla pedagojinin ileri sürdüğü tüm bu düşünceler, "aklî eylem"in ürünü değildir. Bunlar, sadece varsayımlardır.
Aynı şekilde "Allah'ın kudret sıfatı vardır ve bu kudret sıfatı hem "ezeli" hem de "hâdis" özelliğine sahiptir" şeklinde ifade edilen görüşler, Allah'ın sıfatlarını aklî delillerle kanıtlama çabaları ve buna benzer nice örnekler aklî delillerle irdelendiğinde, bunların düşünceyle uzaktan yakından ilgisi olmadığı görülür. Çünkü bu düşünceler, "aklî eylem"den doğan düşünceler değildir. Kaldı ki, bu düşünceler insan duyularının algılayabileceği türden de değildir.
"Aklî eylem", yani akıl yürütme, ancak insan duyularının hissettiği bir gerçek veya vakıa üzerinde gerçekleştirilebilir. Ancak öyle şeyler vardır ki bir vakıaya yani gerçekliğe sahip olmalarına rağmen, insan duyuları onları doğrudan hissedip beyne taşıyamaz. Bu durumda insan duyusu bu tür şeylerin eserini, izini veya etkisini hissedip beyne taşır. Bu tür şeylerde akıl ancak bu şekilde yürütülebilir. Buna rağmen bunlara ilişkin yürütülen düşünme eylemi, onların özüne ve künhüne değil, varlığına yöneliktir. Zira duyu organları vasıtasıyla beyne iletilen, bu şeylerin eseri, izi veya etkileridir. Bir şeyin eseri, izi veya etkisi ise, onun sadece varlığının bir göstergesidir. Onun özünü ve künhünü ifade etmez. Mesela, çıplak gözle görülemeyecek kadar yüksekte uçan, ancak sesi duyulabilen bir uçak düşünün. Bu ses, size bir şeyin, yani uçağın varlığı konusunda bir fikir verebilir; ancak uçağın özünü, cevherini açıklığa kavuşturamaz. Zira yukarıdan gelen ses, mevcut olan bir nesnenin sesidir. Hissin ayırt etme yetisiyle bu sesin bir uçağa ait olduğu anlaşılmıştır. Burada "aklî eylem", uçağın varlığı üzerinde odaklanmış, ardından uçağın var olduğuna karar vermiştir. Verilen bu karar, duyuların doğrudan uçağı hissetmesinden değil, onun eserini, izini, etkisini, yani onun göstergesi durumundaki bir şeyi algılamasından doğmuştur. Demek ki akıl, uçağın var olduğunu gösteren dolaylı etkenlerden yola çıkarak uçağın varlığıyla ilgili bir yargıya varmıştır. Gerçi Mirage tipi bir uçağın sesini Phantom tipi bir uçağın sesinden ayırt etmek ve tıpkı sesin türünden yola çıkarak gelen sesin bir uçağa ait olduğuna karar vermek gibi, yine uçağın sesinden ne tür bir uçak olduğuna karar vermek de mümkündür. Ancak bu bile gelen sesin bir uçağa ait olup olmadığını ve bir uçağa aitse ne tür bir uçağa ait olduğunu bilmeye, bunları birbirinden ayırt etme yetisine bağlıdır. Bütün bunlara karşın, verilen hüküm, uçağın özüne ve künhüne ilişkin bir hüküm değildir. Uçağa ilişkin dolaylı faktörlerden yola çıkarak bu varlığın türü hakkında verilen bir hüküm söz konusudur. Her ne olursa olsun verilen bu hüküm bir düşünce olarak kabul edilebilir. Çünkü bu hükümde "aklî eylem" fiilen gerçekleşmiştir. Duyu organları nesneye ilişkin birtakım faktörleri, yani nesnenin eserini, izini veya etkisini beyne ilettikler için "aklî eylem"den söz etmek mümkündür. Öte yandan uçağın varlığına ilişkin verilen hükmün, "zanni" bir hüküm olduğu da söylenemez. Çünkü mesele, insanın özünü hissetmeyip sadece eserini, izini veya etkisini hissedebildiği olay ve nesnelerle ilgili düşünme imkânının var olup olmadığı meselesidir. Bu tip nesnelerde bizi, olaylar hakkında akıl yürütülebilir mi, yürütülemez mi? sorusu ilgilendirmektedir. Gelen sesin bir uçağa ait olduğuna ilişkin "zanni" bir hüküm versek de; kendisinden ses çıkan bir nesnenin varlığına hükmetmek, yani "bu bir varlıktır" demek, "kesin" bir hükümdür. Kaldı ki "aklî metot"un sonuçları "zanni" olabildiği gibi, "kat'i/kesin" de olabilir. Bu sonuçlar, beyne iletilen his ve onu yorumlayan ön-bilgilere (a priori bilgilere) göre "kat'i" ya da "zanni" olabilirler.
Öte yandan hisle algılanamayan şeylerle ilgili düşünülürken, akıl yürütme eylemi bu şeylerin eseri, izi veya etkisine yöneltilir. Çünkü bir şeyin eseri, izi veya etkisi, onun varlığının bir parçasıdır. Bir şeyin eseri, izi veya etkisi hisle algılanabiliyorsa onun varlığı da algılanabiliyor demektir. Dolayısıyla böyle bir şeyin varlığıyla ilgili kesin bir şekilde akıl yürütülebilir. Aynı şekilde onun herhangi bir göstergesi, onu kendi türünden ayırt edebilecek biçimde his tarafından algılanabilir. Bunun dışında akıl yürütülemez, dolayısıyla düşünce de oluşmaz. Öte yandan, bazen his bir şeyin eseri, izi veya etkisini değil, onun niteliklerini algılar ve bu nitelikler o şeye ilişkin hüküm verme aracı haline gelirler. Örneğin; "Amerika özgürlükler düşüncesine inanan bir ülkedir" sözünü ele alalım, Bu sözün anlamı: "Amerika emperyalist bir ülke değildir." Oysa emperyalizm, halkların köleleştirilmesidir ki, bu da özgürlük düşüncesiyle çelişmektedir. O halde "Amerika özgürlükçü bir ülkedir" öncülü, Amerika'nın ülke dışındaki herhangi bir eseri, izi veya etkisinin değil, onun bir niteliğinin ifadesidir. Bir şeyin şöyle şöyle niteliklerinin olması, aynı şekilde bir esere, ize veya etkiye sahip olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle nitelikler üzerinde akıl yürütülmez. Üstelik söz konusu nitelik, hissin hüküm vermek için beyne ilettiği türden bir nitelik de değildir. Bu önermedeki nitelik, nitelenen şeyin herhangi bir eseri, izi veya etkisi durumunda değildir. Bu yüzden de onu bir öncül olarak ele alıp onun vasıtasıyla eylemler hakkında bir yargıya varmak mümkün değildir. Zira fiiller, yüklendikleri belli bir nitelik ya da özellikle insanda bulunmazlar. İnsan, fiilleri pek çok sıfatlar yüklenmiş olan pek çok vesilelerle ve nedenlerle kazanır. Örneğin; "İslâm şeref dinidir" demek, her Müslümanın şerefli olması anlamına gelmez. Çünkü şeref, dinle eşdeğer değil, dini prensiplerden sadece bir tanesidir. Ayrıca insanın bir dine inanması inandığı dinin bütün gereklerini yerine getiriyor olması anlamına da gelmez. Demek ki "şeref", dinin bir eseri veya izi değil, onun herhangi bir sıfatıdır. Dinin gereklerini yerine getirmek de böyledir. Bu nedenle söz konusu nitelik üzerinde akıl yürütülmez. Bu bağlamda yukarıdaki söz, düşünmenin ürünü değil, sadece bir varsayımdan ibarettir. Bütün bu söylenenlere paralel olarak diyebiliriz ki, düşünme eylemi bir şeyin, bir objenin sıfatına değil, onun eserine, izine veya etkisine uygulanabilir. Zira hissin bir şeyin ancak eserini, izini ve etkisini beyne iletmesi mümkündür, fakat bu durum o şeyin sıfatı için geçerli değildir. Bir şeyin sıfatı, hissedilmeye elverişli olmadığından duyu organlarıyla beyne iletilmesi mümkün değildir. Kısaca diyebiliriz ki; bir şeyin niteliği, kendisi veya eseri, izi ve etkisine ilişkin hüküm verme aracı olamaz ve bu durumda akıl yürütülmez. Çünkü böyle bir hüküm "aklî eylem"in ürünü değildir. Bir başka ifadeyle varsayımlar, hisle algılanmamış olduklarından bu varsayımlar, bir şey hakkında yargıya varma aracı olamazlar. Gerçi mantık öncüllerinde olduğu gibi, bazı varsayımlar hissedilmeye elverişlidir; fakat böyle bir durumda söz konusu terimler varsayım olmaktan çıkar, hatta gerçek bilgilere dönüşür. Varsayımlar, tahminden ibarettir. Varsayımlarda ne his ne de histen doğan tahmin söz konusudur. Öyleyse varsayım ve faraziyeleri düşünce olarak kabul etmek yanlıştır.
Öte yandan şöyle bir görüş ileri sürülebilir: Akıl yürütmeyi, sadece kendisi veya eseri, izi ve etkisi algılanabilen şeylerle sınırlamak, sadece somut şeyler üzerinde akıl yürütülebileceği anlamına gelir. Bu ise, sadece somut maddeyi incelemeyi öngören "bilimsel metot"un, düşünmenin temelini oluşturması demektir. Bu durumda akla, "aklî metot" da ne oluyor? şeklinde bir soru gelebilir.
Bu soruya karşılık diyoruz ki, "bilimsel metot" sadece hisle yetinmez, somut maddenin deney ve gözleme tabi tutulması koşulunu da ileri sürer. "Düşünme eylemi sadece hissedilebilir şeyler üzerinde gerçekleştirilebilir" derken söylediklerimiz, deney ve gözleme tabi maddeleri kapsamına aldığı gibi, salt hissetmeyle algılanabilen şeyleri de kapsamına alır. Bu ise, "bilimsel metot"a düşünmenin temeli rolünü vermez. Böyle bir kapsam, "bilimsel metodu"un doğru bir düşünme tekniği haline gelmesini sağlar. Çünkü "bilimsel metot" eşyanın hissedilebilir (somut) olmasını öngörmesinin yanında, buna bir de deney ve gözleme tabi tutulması şartını eklemektedir.
"Aklî metot"a gelince; bu metot düşünme eyleminin hissedilebilir somut nesne üzerinde yoğunlaşmasını öngörür.
"Aklî metot", aklın tanımında temel olarak ön bilgilerin varlığını değil, hissedilebilen vakıayı kabul eder. Ön bilgiler ise, hissedilen vakıa üzerinde akıl yürütmek için şarttır. Aksi takdirde hissedilen vakıa, sadece "hissedilen bir vakıa" olmaktan öteye geçmez. Akıl yürütmede temel olan, düşünme eyleminin hissedilebilir bir vakıa üzerinde gerçekleşmesidir. Yoksa bir şeyin varlığına ilişkin tahmin veya varsayımda bulunmak değildir. Bu nedenle ilk insanın düşünme biçimini ortaya koyma çabaları, akıl yürütme olarak kabul edilmez. Çünkü ilk insan şu anda hissedilebilir somut bir vakıa değildir. Oysa şu andaki insan, hissedilebilir somut bir vakıadır. Dolayısıyla şu andaki insana bakarak, ilk insanın nasıl düşündüğü araştırılır. Sonra da araştırmadan elde edilen sonuç insan cinsine uygulanır. Çünkü değişmeyen tek bir cins ve türe ait olan bir şey aynı tür ve cinsin tamamı için de aynıdır. Örneğin, toprak molekülü veya belli bir toprağı ele alalım, söz konusu toprak molekülü hakkında his yoluyla elde edilen tüm bulgular, tüm toprak cinsi veya türü için de geçerlidir. Molekülünü ele aldığımız bu toprak ister yaşadığımız çevrede bulunsun ister bulunmasın, ister üzerinde fikir yürütülsün ister yürütülmesin sonuç değişmez. Demek ki önemli olan, üzerinde fikir yürütülen eşyanın hissedilebilir bir gerçeğe, vakıaya veya bu gerçeğin eseri, izi ve etkisine sahip olmasıdır. Kendisi veya eseri, izi ya da etkisi hissedilmeyen şey hakkında akıl yürütülemez.
Bu bakımdan açıkça bilinmelidir ki, varılan yargılar ve edinilen bilgiler bir vakıaya, yani gerçekliğe dayanmıyorsa veya bu vakıa varsayımlara dayalı olarak elde edilmişse, bu durumda bir düşünce veya aklın ortaya koyduğu bir üründen söz etmek mümkün değildir. Zira akıl, hissedilebilir bir vakıa veya onun eseri, izi, etkisi olmadan işlevini yerine getiremez. Dolayısıyla akıl, ancak vakıa veya vakıanın eseri, izi ve etkisi üzerinde yürütülebilir. Bunun dışında aklî eylem meydana gelmez. Kitaplara geçmiş öyle çok şey vardır ki, bunları aklın ürünü olarak kabul etmek mümkün değildir. Dolayısıyla düşünceden de sayılamazlar.
Bu noktada biraz da "Mugayyebât", yani "somut olanın dışında var olan şeyler"i irdelemek gerekir. "Somut olanın dışında var olan şeyler" derken hem düşünen kişinin gıyabında gerçekleşen şeyler hem de hissin gıyabında gerçekleşen şeyler kastedilmektedir. Bu bağlamda beynin, "somut olanın dışında var olan şeyler"le meşgul olması düşünme eylemini yerine getirdiği anlamına gelebilir mi? Soyut şeyler hakkında ileri sürülen görüşler "düşünce" olarak addedilir mi?
Düşünen kişinin gıyabında gerçekleşen şeyler yani mugayyebât, aslında yok olmayan şeylerdir. Hissi sadece düşünen kişi beyne nakletmez. Herhangi bir insan herhangi bir şeyi beynine nakledebilir. Sözgelimi bir kişi daha önce görmediği Mekke veya Kâbe'yle ilgili düşünme eylemine giriştiğinde, bu kişinin soyut bir şeyi düşündüğü söylenemez. Çünkü bu kişinin, hakkında fikir yürüttüğü şey somuttur. Bir şeyin somut olması için bu kişinin illa onu hissetmesi gerekmez. Somut olan şey, bünyesinde hissedilebilirlik özelliğini taşıyan şeydir. O halde düşünen kişinin gıyabında var olan şeyler de somut şeylerdir ve beynin bu gibi şeylerle meşgul olmasını "düşünme eylemi" olarak kabul etmek mümkündür. Bu açıdan binlerce yıl sonra kaydedilmiş olsa bile "tarih" düşünceler manzumesi olarak kabul edilebilir. Aynı şekilde antik bilgiler de düşünceden sayılabilir. Bu bilgilere ilişkin yapılan düşünme eylemi binlerce yıl sonra gerçekleşse bile sonuç değişmez. Çok uzak mesafelerden gelse bile telgraf haberleri düşünce olarak nitelenebilir. Beyin bu haberler üzerinde yoğunlaşırsa, düşünme eylemi gerçekleştirilmiş sayılır. Öyleyse düşünen kişinin gıyabında var olan şeyleri de somut, hissedilebilir şeyler olarak addetmek gerekir. Çünkü hissin sadece düşünen kişiye has olması şart değildir. His, insana herhangi bir şekilde ulaşabilir. Kişi, duydukları veya okuduklarıyla da hissedebilir. Demek ki bilgi, somut, yani hissedilebilir bir gerçeğin, vakıanın ürünü olmadıkça "düşünce"ye dönüşemez. "Düşünce", somut vakıa veya bu vakıanın eserini, izini, etkisini bilmektir. "Düşünme" ise, beynin hissedilebilir bir vakıa veya bu vakıaya ait eser, iz ve etki ile meşgul olmasıdır. Hissedilebilir bir vakıa veya bu vakıanın eseri, izi, etkisi olmaksızın ne düşünce ne de düşünme söz konusu olabilir.
Hissin gıyabında var olan şeylere gelince, işte "Mugayyebât" olarak adlandırılan şeyler bunlardır ve yukarıda sorulan soru da bunlarla ilgilidir.
Hissin gıyabında var olan soyut şeylerle ilgili atılması gereken ilk adım, soyut şeyleri ele almaktır: Eğer soyut şey, varlığı kesin delillerle ispatlanmış kesin bir kaynaktan nakledilip aktarılmışsa, "düşünce"nin varlığından söz edilebilir. Bu tip düşünceyle meşgul olan beyin de düşünme eylemini yerine getirmiş olur. Zira soyut şeyle ilgili aktarımda bulunan kişi ve onun sözleri, "his" ve "kesin düşünce" yoluyla tespit edilmiştir. Bu nedenle soyut şeyin, aslında kendisi veya onun eseri, izi, etkisi somut olan bir kaynaktan ortaya çıktığı kabul edilir. Üstelik kaynağın varlığının yanısıra, kaynağın doğruluğu da "kesin düşünce"yle tespit edilmiş olur. Soyut şeyi aktarma işlemi ister "kat'i" ister "zanni" delille tespit edilmiş olsun, burada hem "düşünce" hem de "düşünme" den söz etmek mümkündür. Zira aktarma işleminin bir "düşünce" olarak kabul edilmesi için, böyle bir aktarımın var olup olmadığı ve aktarım işleminin doğru yapılıp yapılmadığına bakılır. Aktarımda bulunulan sözün doğruluğuna bakılmaz. O halde varlığı kesin delille tespit edilen kaynakların ortaya çıkardığı soyut şeyler "düşünce", beynin bu şeylerle meşgul olması ise "düşünme"dir. Söz konusu soyut şeylerin doğruluğunun ise, kat'ilik veya zanniliğin baskın olduğu yollarla ortaya çıkarılması mümkündür.
Varlığı ve doğruluğu kesin delillerle ispatlanmış soyut şeylerin doğruluğunu kesin bir şekilde kabul etmek gerekir. Böyle bir durumda ısrarla şüpheci bir yaklaşım içinde olmak doğru değildir. Aktarımda bulunulan soyut şey "zanni" bir şekilde elde edilmişse, bu durumda bu bulguya kesin olmayan bir bulgu gözüyle bakmak gerekir. Ancak her iki durumda da hem düşünce hem de düşünme eyleminden söz edilebilir. Bu bağlamda Müslümanların, delil olarak göstermeye elverişli "ahad" hadislerden ve Kur'an-ı Kerim'den aldıkları hükümler de "düşünce" kapsamına girmekte olup bunlar akıl yürütmeye elverişlidirler.
Varlığı ve doğruluğu kesin bir şekilde ortaya konmamış olan soyut şeyler ise, "düşünce" değildirler. Bu tip soyut şeylerle meşgul olan beyin, "düşünme" işlevini yerine getirmiş olmaz. Bu gibi şeyler, varsayım ve kuruntudan öteye geçemez.
Varlığı ve doğruluğu kesin delillerle ortaya çıkmadıkça soyut şey "düşünce" olarak kabul edilip "düşünme eylemi"nin gerçekleştirilmesi için uygun olamaz. Zira soyut şeyler, temel olarak hissedilebilir olana, yani soyut şeye dayanmaktadır. Sonuçta soyut şeyi hisseden veya varlığı ve doğruluğunu kesin delillerle saptayan, insandır. İnsanın hissetmediği veya varlığını ve doğruluğunu kesin delillerle ispatlamadığı soyut şeyler, hissedilebilir somut şeyler olmadıklarından "düşünce" den sayılmaz. Beynin bu yolda çalıştırılması da "düşünme"yi doğurmaz. "Düşünme", beynin hissedilebilir somut varlıklar veya bu varlıkların eserleri, izleri ve etkileri üzerinde yoğunlaşmasıdır ki "düşünce" bu yoğunlaşmanın sonucunda ortaya çıkar.
Düşünmenin nerelerde elverişli, nerelerde elverişsiz olduğu meselesinin, düşünürler de dahil olmak üzere pek çok insanı yanılgıya ve karmaşa içinde karmaşaya ittiği gayet açıktır. Aklın tanımını bilmek veya başka bir ifadeyle kesin ve şüphesiz bir şekilde aklın anlamını bilmek, düşünmenin ancak vakıa ortamında gerçekleşebileceğini ve somut vakıanın dışındaki ortamlarda gerçekleşemeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır. Zira düşünme eylemi, vakıanın duyu organları vasıtasıyla beyne iletilmesinden ibarettir. Eğer ortada somut bir vakıa yoksa, akıl yürütülemez. Aynı şekilde vakıayı hissedecek bir hissin yokluğunda ne "düşünme"nin varlığından ne de düşünme imkânından söz edilebilir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bir çok düşünür vakıayı göz ardı ederek araştırmalarını sürdürmüşler, bu yüzden de karmaşa labirentinde dolaşıp durmuşlardır. Bu açıdan Yunan filozofları, araştırmalarını maddenin dışındaki unsurlara yöneltmişlerdir. Eğitim bilimciler de beyni taksim ederlerken, somut, yani hissedilebilir olanın dışındaki unsurlara dikkat etmişlerdir. Müslüman bilim adamlarının durumu da farklı değildir. Onlar da Allah'ın sıfatları, cennet, cehennem ve meleklerin nitelikleri gibi bir çok konuyu araştırırken, "hissetme"ye elverişli olmayan ortamlara yönelmişlerdir. Bunun da ötesinde pek çok meseleyi düşünürken; vakıanın dışında kalmak veya hissedilebilir olmayan şeyler üzerinde akıl yürütmek, insanlarda genel bir alışkanlık haline gelmiştir. O halde asıl çözülmesi gereken sorun, düşünmenin nerelerde elverişli, nerelerde elverişsiz olduğudur.
Bütün bu söylenenler ve üzerinde kafa yormaya bile gerek olmayan bir çok kesin ve şüphesiz bilgiler ışığında diyebiliriz ki; aklın tanımı ve "aklî metot"un düşünme için temel olarak ele alınması, vakıa ve hissedilebilir olmayan hiçbir şey hakkında akıl yürütülemeyeceğini açıkça göstermektedir. Vakıa ve hissedilebilir olanın dışındaki şeylere ilişkin yapılan düşünme eylemi, "aklî eylem" değildir. Sözgelimi, aklı; ilk akıl, ikinci akıl, üçüncü akıl... şeklinde taksim etmek, safsata ve hayal ürününden öteye geçmez. Çünkü bunlar, hissedilebilen veya hissedilmesi mümkün olan vakıalar değildir. Hayal gücünün teorik varsayımlardan çıkardığı sonuçlardır. Bu nedenle burada düşünme eyleminden bahsedilemez. Çünkü hayal ile düşünce farklı şeylerdir. Matematik bilimleriyle ilgili varsayımlar dahil, tüm varsayımlar, düşünme kategorisine girmezler. Dolayısıyla düşünme eyleminden de söz etmek mümkün değildir. Bu açıdan, Yunan felsefesinin bütünüyle düşünme ve düşünme eyleminin ürünü olmadığını söylemek mümkündür. Zira "aklî eylem"e değil, sadece birtakım varsayımlara ve faraziyelere dayanmaktadır. "Beyin bir kaç kısma ayrılmakta olup her bir kısmı bir bilim dalıyla ilgilidir..." şeklindeki görüş de tümüyle hayal ürünüdür ve vakıadan, gerçeklikten uzaktır. Çünkü beynin hissedilebilir gerçeği, onun birtakım bölümlere ayrılmadığını göstermektedir. Üstelik böyle bir tez, his vasıtasıyla da elde edilmemiştir. Zira çalışır halde olan beynin, yani düşünme operasyonunu gerçekleştiren beynin hissedilebilir olması mümkün değildir. O halde "beynin birtakım bölümlere ayrılması", vakıaya, gerçekliğe aykırı olmasının yanı sıra, duyular yoluyla elde edilen bir sonuç da değildir. Dolayısıyla pedagojinin ileri sürdüğü tüm bu düşünceler, "aklî eylem"in ürünü değildir. Bunlar, sadece varsayımlardır.
Aynı şekilde "Allah'ın kudret sıfatı vardır ve bu kudret sıfatı hem "ezeli" hem de "hâdis" özelliğine sahiptir" şeklinde ifade edilen görüşler, Allah'ın sıfatlarını aklî delillerle kanıtlama çabaları ve buna benzer nice örnekler aklî delillerle irdelendiğinde, bunların düşünceyle uzaktan yakından ilgisi olmadığı görülür. Çünkü bu düşünceler, "aklî eylem"den doğan düşünceler değildir. Kaldı ki, bu düşünceler insan duyularının algılayabileceği türden de değildir.
"Aklî eylem", yani akıl yürütme, ancak insan duyularının hissettiği bir gerçek veya vakıa üzerinde gerçekleştirilebilir. Ancak öyle şeyler vardır ki bir vakıaya yani gerçekliğe sahip olmalarına rağmen, insan duyuları onları doğrudan hissedip beyne taşıyamaz. Bu durumda insan duyusu bu tür şeylerin eserini, izini veya etkisini hissedip beyne taşır. Bu tür şeylerde akıl ancak bu şekilde yürütülebilir. Buna rağmen bunlara ilişkin yürütülen düşünme eylemi, onların özüne ve künhüne değil, varlığına yöneliktir. Zira duyu organları vasıtasıyla beyne iletilen, bu şeylerin eseri, izi veya etkileridir. Bir şeyin eseri, izi veya etkisi ise, onun sadece varlığının bir göstergesidir. Onun özünü ve künhünü ifade etmez. Mesela, çıplak gözle görülemeyecek kadar yüksekte uçan, ancak sesi duyulabilen bir uçak düşünün. Bu ses, size bir şeyin, yani uçağın varlığı konusunda bir fikir verebilir; ancak uçağın özünü, cevherini açıklığa kavuşturamaz. Zira yukarıdan gelen ses, mevcut olan bir nesnenin sesidir. Hissin ayırt etme yetisiyle bu sesin bir uçağa ait olduğu anlaşılmıştır. Burada "aklî eylem", uçağın varlığı üzerinde odaklanmış, ardından uçağın var olduğuna karar vermiştir. Verilen bu karar, duyuların doğrudan uçağı hissetmesinden değil, onun eserini, izini, etkisini, yani onun göstergesi durumundaki bir şeyi algılamasından doğmuştur. Demek ki akıl, uçağın var olduğunu gösteren dolaylı etkenlerden yola çıkarak uçağın varlığıyla ilgili bir yargıya varmıştır. Gerçi Mirage tipi bir uçağın sesini Phantom tipi bir uçağın sesinden ayırt etmek ve tıpkı sesin türünden yola çıkarak gelen sesin bir uçağa ait olduğuna karar vermek gibi, yine uçağın sesinden ne tür bir uçak olduğuna karar vermek de mümkündür. Ancak bu bile gelen sesin bir uçağa ait olup olmadığını ve bir uçağa aitse ne tür bir uçağa ait olduğunu bilmeye, bunları birbirinden ayırt etme yetisine bağlıdır. Bütün bunlara karşın, verilen hüküm, uçağın özüne ve künhüne ilişkin bir hüküm değildir. Uçağa ilişkin dolaylı faktörlerden yola çıkarak bu varlığın türü hakkında verilen bir hüküm söz konusudur. Her ne olursa olsun verilen bu hüküm bir düşünce olarak kabul edilebilir. Çünkü bu hükümde "aklî eylem" fiilen gerçekleşmiştir. Duyu organları nesneye ilişkin birtakım faktörleri, yani nesnenin eserini, izini veya etkisini beyne ilettikler için "aklî eylem"den söz etmek mümkündür. Öte yandan uçağın varlığına ilişkin verilen hükmün, "zanni" bir hüküm olduğu da söylenemez. Çünkü mesele, insanın özünü hissetmeyip sadece eserini, izini veya etkisini hissedebildiği olay ve nesnelerle ilgili düşünme imkânının var olup olmadığı meselesidir. Bu tip nesnelerde bizi, olaylar hakkında akıl yürütülebilir mi, yürütülemez mi? sorusu ilgilendirmektedir. Gelen sesin bir uçağa ait olduğuna ilişkin "zanni" bir hüküm versek de; kendisinden ses çıkan bir nesnenin varlığına hükmetmek, yani "bu bir varlıktır" demek, "kesin" bir hükümdür. Kaldı ki "aklî metot"un sonuçları "zanni" olabildiği gibi, "kat'i/kesin" de olabilir. Bu sonuçlar, beyne iletilen his ve onu yorumlayan ön-bilgilere (a priori bilgilere) göre "kat'i" ya da "zanni" olabilirler.
Öte yandan hisle algılanamayan şeylerle ilgili düşünülürken, akıl yürütme eylemi bu şeylerin eseri, izi veya etkisine yöneltilir. Çünkü bir şeyin eseri, izi veya etkisi, onun varlığının bir parçasıdır. Bir şeyin eseri, izi veya etkisi hisle algılanabiliyorsa onun varlığı da algılanabiliyor demektir. Dolayısıyla böyle bir şeyin varlığıyla ilgili kesin bir şekilde akıl yürütülebilir. Aynı şekilde onun herhangi bir göstergesi, onu kendi türünden ayırt edebilecek biçimde his tarafından algılanabilir. Bunun dışında akıl yürütülemez, dolayısıyla düşünce de oluşmaz. Öte yandan, bazen his bir şeyin eseri, izi veya etkisini değil, onun niteliklerini algılar ve bu nitelikler o şeye ilişkin hüküm verme aracı haline gelirler. Örneğin; "Amerika özgürlükler düşüncesine inanan bir ülkedir" sözünü ele alalım, Bu sözün anlamı: "Amerika emperyalist bir ülke değildir." Oysa emperyalizm, halkların köleleştirilmesidir ki, bu da özgürlük düşüncesiyle çelişmektedir. O halde "Amerika özgürlükçü bir ülkedir" öncülü, Amerika'nın ülke dışındaki herhangi bir eseri, izi veya etkisinin değil, onun bir niteliğinin ifadesidir. Bir şeyin şöyle şöyle niteliklerinin olması, aynı şekilde bir esere, ize veya etkiye sahip olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle nitelikler üzerinde akıl yürütülmez. Üstelik söz konusu nitelik, hissin hüküm vermek için beyne ilettiği türden bir nitelik de değildir. Bu önermedeki nitelik, nitelenen şeyin herhangi bir eseri, izi veya etkisi durumunda değildir. Bu yüzden de onu bir öncül olarak ele alıp onun vasıtasıyla eylemler hakkında bir yargıya varmak mümkün değildir. Zira fiiller, yüklendikleri belli bir nitelik ya da özellikle insanda bulunmazlar. İnsan, fiilleri pek çok sıfatlar yüklenmiş olan pek çok vesilelerle ve nedenlerle kazanır. Örneğin; "İslâm şeref dinidir" demek, her Müslümanın şerefli olması anlamına gelmez. Çünkü şeref, dinle eşdeğer değil, dini prensiplerden sadece bir tanesidir. Ayrıca insanın bir dine inanması inandığı dinin bütün gereklerini yerine getiriyor olması anlamına da gelmez. Demek ki "şeref", dinin bir eseri veya izi değil, onun herhangi bir sıfatıdır. Dinin gereklerini yerine getirmek de böyledir. Bu nedenle söz konusu nitelik üzerinde akıl yürütülmez. Bu bağlamda yukarıdaki söz, düşünmenin ürünü değil, sadece bir varsayımdan ibarettir. Bütün bu söylenenlere paralel olarak diyebiliriz ki, düşünme eylemi bir şeyin, bir objenin sıfatına değil, onun eserine, izine veya etkisine uygulanabilir. Zira hissin bir şeyin ancak eserini, izini ve etkisini beyne iletmesi mümkündür, fakat bu durum o şeyin sıfatı için geçerli değildir. Bir şeyin sıfatı, hissedilmeye elverişli olmadığından duyu organlarıyla beyne iletilmesi mümkün değildir. Kısaca diyebiliriz ki; bir şeyin niteliği, kendisi veya eseri, izi ve etkisine ilişkin hüküm verme aracı olamaz ve bu durumda akıl yürütülmez. Çünkü böyle bir hüküm "aklî eylem"in ürünü değildir. Bir başka ifadeyle varsayımlar, hisle algılanmamış olduklarından bu varsayımlar, bir şey hakkında yargıya varma aracı olamazlar. Gerçi mantık öncüllerinde olduğu gibi, bazı varsayımlar hissedilmeye elverişlidir; fakat böyle bir durumda söz konusu terimler varsayım olmaktan çıkar, hatta gerçek bilgilere dönüşür. Varsayımlar, tahminden ibarettir. Varsayımlarda ne his ne de histen doğan tahmin söz konusudur. Öyleyse varsayım ve faraziyeleri düşünce olarak kabul etmek yanlıştır.
Öte yandan şöyle bir görüş ileri sürülebilir: Akıl yürütmeyi, sadece kendisi veya eseri, izi ve etkisi algılanabilen şeylerle sınırlamak, sadece somut şeyler üzerinde akıl yürütülebileceği anlamına gelir. Bu ise, sadece somut maddeyi incelemeyi öngören "bilimsel metot"un, düşünmenin temelini oluşturması demektir. Bu durumda akla, "aklî metot" da ne oluyor? şeklinde bir soru gelebilir.
Bu soruya karşılık diyoruz ki, "bilimsel metot" sadece hisle yetinmez, somut maddenin deney ve gözleme tabi tutulması koşulunu da ileri sürer. "Düşünme eylemi sadece hissedilebilir şeyler üzerinde gerçekleştirilebilir" derken söylediklerimiz, deney ve gözleme tabi maddeleri kapsamına aldığı gibi, salt hissetmeyle algılanabilen şeyleri de kapsamına alır. Bu ise, "bilimsel metot"a düşünmenin temeli rolünü vermez. Böyle bir kapsam, "bilimsel metodu"un doğru bir düşünme tekniği haline gelmesini sağlar. Çünkü "bilimsel metot" eşyanın hissedilebilir (somut) olmasını öngörmesinin yanında, buna bir de deney ve gözleme tabi tutulması şartını eklemektedir.
"Aklî metot"a gelince; bu metot düşünme eyleminin hissedilebilir somut nesne üzerinde yoğunlaşmasını öngörür.
"Aklî metot", aklın tanımında temel olarak ön bilgilerin varlığını değil, hissedilebilen vakıayı kabul eder. Ön bilgiler ise, hissedilen vakıa üzerinde akıl yürütmek için şarttır. Aksi takdirde hissedilen vakıa, sadece "hissedilen bir vakıa" olmaktan öteye geçmez. Akıl yürütmede temel olan, düşünme eyleminin hissedilebilir bir vakıa üzerinde gerçekleşmesidir. Yoksa bir şeyin varlığına ilişkin tahmin veya varsayımda bulunmak değildir. Bu nedenle ilk insanın düşünme biçimini ortaya koyma çabaları, akıl yürütme olarak kabul edilmez. Çünkü ilk insan şu anda hissedilebilir somut bir vakıa değildir. Oysa şu andaki insan, hissedilebilir somut bir vakıadır. Dolayısıyla şu andaki insana bakarak, ilk insanın nasıl düşündüğü araştırılır. Sonra da araştırmadan elde edilen sonuç insan cinsine uygulanır. Çünkü değişmeyen tek bir cins ve türe ait olan bir şey aynı tür ve cinsin tamamı için de aynıdır. Örneğin, toprak molekülü veya belli bir toprağı ele alalım, söz konusu toprak molekülü hakkında his yoluyla elde edilen tüm bulgular, tüm toprak cinsi veya türü için de geçerlidir. Molekülünü ele aldığımız bu toprak ister yaşadığımız çevrede bulunsun ister bulunmasın, ister üzerinde fikir yürütülsün ister yürütülmesin sonuç değişmez. Demek ki önemli olan, üzerinde fikir yürütülen eşyanın hissedilebilir bir gerçeğe, vakıaya veya bu gerçeğin eseri, izi ve etkisine sahip olmasıdır. Kendisi veya eseri, izi ya da etkisi hissedilmeyen şey hakkında akıl yürütülemez.
Bu bakımdan açıkça bilinmelidir ki, varılan yargılar ve edinilen bilgiler bir vakıaya, yani gerçekliğe dayanmıyorsa veya bu vakıa varsayımlara dayalı olarak elde edilmişse, bu durumda bir düşünce veya aklın ortaya koyduğu bir üründen söz etmek mümkün değildir. Zira akıl, hissedilebilir bir vakıa veya onun eseri, izi, etkisi olmadan işlevini yerine getiremez. Dolayısıyla akıl, ancak vakıa veya vakıanın eseri, izi ve etkisi üzerinde yürütülebilir. Bunun dışında aklî eylem meydana gelmez. Kitaplara geçmiş öyle çok şey vardır ki, bunları aklın ürünü olarak kabul etmek mümkün değildir. Dolayısıyla düşünceden de sayılamazlar.
Bu noktada biraz da "Mugayyebât", yani "somut olanın dışında var olan şeyler"i irdelemek gerekir. "Somut olanın dışında var olan şeyler" derken hem düşünen kişinin gıyabında gerçekleşen şeyler hem de hissin gıyabında gerçekleşen şeyler kastedilmektedir. Bu bağlamda beynin, "somut olanın dışında var olan şeyler"le meşgul olması düşünme eylemini yerine getirdiği anlamına gelebilir mi? Soyut şeyler hakkında ileri sürülen görüşler "düşünce" olarak addedilir mi?
Düşünen kişinin gıyabında gerçekleşen şeyler yani mugayyebât, aslında yok olmayan şeylerdir. Hissi sadece düşünen kişi beyne nakletmez. Herhangi bir insan herhangi bir şeyi beynine nakledebilir. Sözgelimi bir kişi daha önce görmediği Mekke veya Kâbe'yle ilgili düşünme eylemine giriştiğinde, bu kişinin soyut bir şeyi düşündüğü söylenemez. Çünkü bu kişinin, hakkında fikir yürüttüğü şey somuttur. Bir şeyin somut olması için bu kişinin illa onu hissetmesi gerekmez. Somut olan şey, bünyesinde hissedilebilirlik özelliğini taşıyan şeydir. O halde düşünen kişinin gıyabında var olan şeyler de somut şeylerdir ve beynin bu gibi şeylerle meşgul olmasını "düşünme eylemi" olarak kabul etmek mümkündür. Bu açıdan binlerce yıl sonra kaydedilmiş olsa bile "tarih" düşünceler manzumesi olarak kabul edilebilir. Aynı şekilde antik bilgiler de düşünceden sayılabilir. Bu bilgilere ilişkin yapılan düşünme eylemi binlerce yıl sonra gerçekleşse bile sonuç değişmez. Çok uzak mesafelerden gelse bile telgraf haberleri düşünce olarak nitelenebilir. Beyin bu haberler üzerinde yoğunlaşırsa, düşünme eylemi gerçekleştirilmiş sayılır. Öyleyse düşünen kişinin gıyabında var olan şeyleri de somut, hissedilebilir şeyler olarak addetmek gerekir. Çünkü hissin sadece düşünen kişiye has olması şart değildir. His, insana herhangi bir şekilde ulaşabilir. Kişi, duydukları veya okuduklarıyla da hissedebilir. Demek ki bilgi, somut, yani hissedilebilir bir gerçeğin, vakıanın ürünü olmadıkça "düşünce"ye dönüşemez. "Düşünce", somut vakıa veya bu vakıanın eserini, izini, etkisini bilmektir. "Düşünme" ise, beynin hissedilebilir bir vakıa veya bu vakıaya ait eser, iz ve etki ile meşgul olmasıdır. Hissedilebilir bir vakıa veya bu vakıanın eseri, izi, etkisi olmaksızın ne düşünce ne de düşünme söz konusu olabilir.
Hissin gıyabında var olan şeylere gelince, işte "Mugayyebât" olarak adlandırılan şeyler bunlardır ve yukarıda sorulan soru da bunlarla ilgilidir.
Hissin gıyabında var olan soyut şeylerle ilgili atılması gereken ilk adım, soyut şeyleri ele almaktır: Eğer soyut şey, varlığı kesin delillerle ispatlanmış kesin bir kaynaktan nakledilip aktarılmışsa, "düşünce"nin varlığından söz edilebilir. Bu tip düşünceyle meşgul olan beyin de düşünme eylemini yerine getirmiş olur. Zira soyut şeyle ilgili aktarımda bulunan kişi ve onun sözleri, "his" ve "kesin düşünce" yoluyla tespit edilmiştir. Bu nedenle soyut şeyin, aslında kendisi veya onun eseri, izi, etkisi somut olan bir kaynaktan ortaya çıktığı kabul edilir. Üstelik kaynağın varlığının yanısıra, kaynağın doğruluğu da "kesin düşünce"yle tespit edilmiş olur. Soyut şeyi aktarma işlemi ister "kat'i" ister "zanni" delille tespit edilmiş olsun, burada hem "düşünce" hem de "düşünme" den söz etmek mümkündür. Zira aktarma işleminin bir "düşünce" olarak kabul edilmesi için, böyle bir aktarımın var olup olmadığı ve aktarım işleminin doğru yapılıp yapılmadığına bakılır. Aktarımda bulunulan sözün doğruluğuna bakılmaz. O halde varlığı kesin delille tespit edilen kaynakların ortaya çıkardığı soyut şeyler "düşünce", beynin bu şeylerle meşgul olması ise "düşünme"dir. Söz konusu soyut şeylerin doğruluğunun ise, kat'ilik veya zanniliğin baskın olduğu yollarla ortaya çıkarılması mümkündür.
Varlığı ve doğruluğu kesin delillerle ispatlanmış soyut şeylerin doğruluğunu kesin bir şekilde kabul etmek gerekir. Böyle bir durumda ısrarla şüpheci bir yaklaşım içinde olmak doğru değildir. Aktarımda bulunulan soyut şey "zanni" bir şekilde elde edilmişse, bu durumda bu bulguya kesin olmayan bir bulgu gözüyle bakmak gerekir. Ancak her iki durumda da hem düşünce hem de düşünme eyleminden söz edilebilir. Bu bağlamda Müslümanların, delil olarak göstermeye elverişli "ahad" hadislerden ve Kur'an-ı Kerim'den aldıkları hükümler de "düşünce" kapsamına girmekte olup bunlar akıl yürütmeye elverişlidirler.
Varlığı ve doğruluğu kesin bir şekilde ortaya konmamış olan soyut şeyler ise, "düşünce" değildirler. Bu tip soyut şeylerle meşgul olan beyin, "düşünme" işlevini yerine getirmiş olmaz. Bu gibi şeyler, varsayım ve kuruntudan öteye geçemez.
Varlığı ve doğruluğu kesin delillerle ortaya çıkmadıkça soyut şey "düşünce" olarak kabul edilip "düşünme eylemi"nin gerçekleştirilmesi için uygun olamaz. Zira soyut şeyler, temel olarak hissedilebilir olana, yani soyut şeye dayanmaktadır. Sonuçta soyut şeyi hisseden veya varlığı ve doğruluğunu kesin delillerle saptayan, insandır. İnsanın hissetmediği veya varlığını ve doğruluğunu kesin delillerle ispatlamadığı soyut şeyler, hissedilebilir somut şeyler olmadıklarından "düşünce" den sayılmaz. Beynin bu yolda çalıştırılması da "düşünme"yi doğurmaz. "Düşünme", beynin hissedilebilir somut varlıklar veya bu varlıkların eserleri, izleri ve etkileri üzerinde yoğunlaşmasıdır ki "düşünce" bu yoğunlaşmanın sonucunda ortaya çıkar.