sivetok
Kayıtlı Kullanıcı
Not: Aşağıda annlatılanlara ilk gününden beri bizzat şahidim arkadaşlar. Lutfen okuyun istirham ediyorum .
:A
Ülke, mekân, hayat değiştirecek ölçüde sahip olduğu bu müteşebbis ruh ile ticaret yapmaya kalkışsaydı bugün maddi olarak çok daha farklı bir yerde olabilirdi. O ise, on altı yıl önce buraya geldiğinde sırtında ne varsa onun bir benzeriyle bugün orada oturuyor. "Sizi hangi rüzgâr savurdu?" diye beylik bir soruyu abes buluyorum, onlar bir rüzgâra kapılarak savrulmuş değiller, kendi rüzgârlarıyla buradalar.
Bakü'de gece vakti. Bir okulun bahçesinde oturuyoruz. Plastik masa, sıcaklığı dağıtan rüzgâr ve çay... Masada beş kişiyiz, az ötedeki masada üç gölge. Böyle daha iyi diye lambaları yaktırmayıp alacakaranlığa çekildik. Okulun önündeki lambanın ışığı masaya gelinceye kadar fersizleşiyor, yüzleri daha belirsiz kılıyor, ortamı bir masal dünyasına çeviriyor. Gündüz Diyanet'in yaptırmış olduğu caminin bulunduğu tepeden baktığımız Hazar dalgaları, petrol kuyuları ve kadim hikâyeleriyle oralarda bir yerde. Uzaktan uzağa Azeri Türkçesinin sözleri yankılanıyor, elbette anlıyoruz, fakat dildeki her farklılaşma sanki kendi varlığımıza göre bir mesafeye çekilmişiz hissi yaratıyor. Belki gurbetin beslendiği damar da bu.
"Kaç yıldır buradasın?" diyorum. "On altı yıl." Kısa bir cümle, belli belirsiz bir gülümseme. On altı yıl, kafamdan bir hesap yapıyorum, 1991. Eski Sovyet coğrafyası için uzun yıllar sayılacak bir süre. Bildik bir düzenden başka bir yapıya geçiyorsun. Yollar, binalar, toplumsal ve siyasal iklim ve bütün bunların sonucu olarak zihniyet dünyası derin dalgalanmalar, savrulmalar yaşıyor. Rejim değiştirmemiş Türkiye için dahi uzun çok uzun bir süre. Bakü o zamanlar Türkiye'ye çok uzak. Zaten "uzak" dediğin sadece mesafeyle ilgili değildir ki? "1991 yılında, tam da işgalin sürdüğü, çatışmaların devam ettiği, kanın döküldüğü bir zamanda niçin geldin?" "Azeriler kardeşlerimiz. O zaman gelmeseydik kardeşlik hukukunun anlamı olur muydu?" Elbette olmazdı, diyorum içimden. Yine de sözlerle yapmak arasındaki o derin uçurumu iyi biliyorum.
Bugün Diyanet camisinin bulunduğu tepedeki şehitliği dolaşmıştık. 20 ile 25 yaş arası gençler, hepsi Ocak 1991'de Azadlık meydanındaki direnişte şehit düşmüşler. Mezar taşlarında resimleri var, bakışlar ne kadar canlı. Taşa fotoğraflarından işliyorlarmış. Kameraya böylesine canlı bakan insanların şimdi o toprağın altında olduğuna inanmak kolay mı? Onların hemen yakınında yine bir Türk şehitliği var. 1921 yılındaki askeri harekâtta şehit düşen erlerimiz. Çeşitli vilayetlerden gelen çocuklarımız. Aslında bizden ne kadar büyükler; ama şehit düştükleri o ebedi yaş onları hepimizin çocukları yapıyor artık. 1991'de buraya gelenlerin başına da benzeri bir iş gelebilirdi. Bir gönüllü hareketi olarak kalkıp bir cangıla girer gibi buraya gelmek. "Zor günler olmalı." "Her zorluğun bir kolaylığı oluyor." diyor. "O zaman okulumuz az ilerdeydi." Parmağıyla işaret ettiği tarafa bakıyorum, yeni bir inşaat yükseliyor orada. "Şimdi yıktık, yerine yeni okulu kuruyoruz. İlk yıl on kadar öğrencimiz vardı, çevredekiler kuşkuluydular. Böylesine tehlikeli bir zamanda ne için gelmiştik acaba? Sonra samimiyet kendi yolunu açıyor, kuşkuları kucaklaşmalara çevirmemiz zor olmadı." "On altı yıl, çok şey yaşamış olmalısınız?" Şey diyebiliyorum ancak, şey, her şeyin yerine geçen bir şey. "Öğrencilerimiz her yıl arttı, velilerle bir aile gibi olduk zamanla. Bizde ne bulduklarını sorduğumuzda iki hususu söylüyorlar: Birincisi, çocuklarını buraya verdiklerinde onun başarılı olacağına, kabiliyetleri her ne ise bunun en verimli şekilde ortaya çıkacağına inanıyorlar. İkincisi ise, onların ana babaları, aileleriyle ilişkilerinde saygının ve sevginin öne çıktığını görüyorlar." İki husus, doğrudur, ama bana kalırsa bunun ötesinde ikiye üçe indirgenemeyen tanımsız bir yakınlık alanı var. Mesela şunu söyleyen olmuş mudur: Sizin öğretmenlerinizin gözünde çocuğumu kucaklayan parlak bir aydınlık görüyorum efendim, o yüzden buraya verdim onu. Belki bir başka söz şu olabilir: Okulunuzun kapısından girdiğim andan itibaren duyduğum yakınlık hissi, evet, çünkü bana yabancı hiçbir şey yok burada, bu yakınlık işte efendim, beni buralara çeken...
Onun yanında yine karanlıkta yüzünü seçemediğim başka birisi oturuyor. "Senin ne kadar oldu buraya geleli?" diyorum. "Benim bu kadar olmadı, hocam en eskimiz. Ben sadece on üç yıldır buradayım." Az dediği zamana bak. Sanki biraz da gecikmiş olmanın mahcubiyetini mi taşıyor ses tonu? "On üç yıl, o zaman çoluk çocuk hep buradasınız." "Evet," diyor, "eşim ve iki çocuğum da burada." "Artık Azeri olmuşum diyor musun?" -İnsan aynı şehirde mahalle değiştiriyor, üçüncü yılında sanki hep o mahallede doğmuş büyümüş duygusuna kapılıyor, on üç yıl sonra hâlâ Türkiye'den dün gelmiş gibi olmak mümkün mü?- "Ben zaten dönmek için gelmedim, kalmak için geldim, o yüzden geldiğim gün Azeri oldum. Bazen yazları Türkiye'ye gidiyorum, ortama uymakta zorlanıyorum. Hayatımın bir kısmı orada bir kısmı burada geçti." "Kaç yaşındasın?" "Otuz altı." "Ama daha çok Türkiye'de geçmiş." "Doğru ama gençlik, olgunluk hep burada. Burası bana yabancı değil, burası benim vatanım, burası benim için tıpkı Türkiye gibi. İnsan hani hep ülkesi hakkında, ülkesindeki siyaset, toplumsal durum, gelecek tasavvuru üzerine konuşur ya, bakıyorum bizim konumuz büyük oranda Azerbaycan. Onun durumu, şartları, gelişmesi... Azerbaycan Cumhurbaşkanı Türkiye'ye gittiğinde "bizimkisi" diye takip ediyoruz, kendiliğinden öyle oluyor. İki tane bizimki, tuhaf şey..."
Biraz önce okulu dolaşmıştık. "Okul çok modern, ince bir işçilik var." diyorum. Bu sadece binanın yapısına ait değil, eğitim öğretim sürecine yönelik de detaylara kadar nüfuz etmiş bir işçilik. Bilgisayar sınıflarında, kütüphanede, kafeteryada, dershanelerde, koridorlar ve tuvaletlerde... "En iyisini yapmaya çalışıyoruz." diyor okul müdürü. En iyisi, kimin için, burada okuyan öğrenciler için, Azerbaycanlı çocuklar, gençler için. Eşyadaki zarafet aslında insana saygının bir başka ifadesi değil mi? Duvarları tertemiz sınıflar, rahat sıralar, okulun havasına suyuna nüfuz etmiş bu sıcaklık öğrencileri sevgiyle kucaklayan bir anlayışın görünümleri.
On altı yıl önce buraya geldim, diyen öğretmene bakıyorum. Ülke, mekân, hayat değiştirecek ölçüde sahip olduğu bu müteşebbis ruh ile ticaret yapmaya kalkışsaydı bugün maddi olarak çok daha farklı bir yerde olabilirdi. O ise, on altı yıl önce buraya geldiğinde sırtında ne varsa onun bir benzeriyle bugün orada oturuyor. Aldığı maaşın ne kadar sınırlı olduğunu görmek için feraset gerekmiyor. "Hangi okul?" diye soruyorum. İkisi Boğaziçi'nden mezun, biri ODTÜ'den. "Sizi hangi rüzgâr savurdu?" diye beylik bir soruyu abes buluyorum, onlar bir rüzgâra kapılarak savrulmuş değiller, kendi rüzgârlarıyla buradalar.
Bu öğretmenler dünyanın her yerindeler. Dünyanın her yerinde farklı ülkelerin, kültürlerin içinde geldikleri yer ile gittikleri yeri kucaklaştırıyorlar. Bu kucaklaşmanın ilk mekânı kendi yürekleri. Sonrası ise gündelik hayatın nice ayrıntısında. Onların öğrencilerine yönelik sevgilerinin kara, sarı yüzlerde, çekik gözlerde, dili, cinsi farklı çocuklarda, gençlerde aynı pırıltıları uyandırdığını gördüm. Ateş ateşi yakıyor. Bu öğretmenler fizik, kimya öğretiyorlar, İngilizce, sosyoloji öğretiyorlar; ama her ne öğretiyorlarsa o aynı zamanda insanlık dediğimiz bir büyük tarihi anlatının parçası olarak şekilleniyor.
Öğretmen okullarındaki törenlerde çok okunan bir şiir vardı: "Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum/Bütün çiçeklerini getirin buraya" diye başlayan. Ne şiir ne şarkı, hikâyesi kendinde saklı bir duyarlılıkla işte bu öğretmenler dünyanın bütün çiçeklerini kucaklıyorlar.
M. NACİ BOSTANCI
28 Kasım 2007, Çarşamba
:A
Ülke, mekân, hayat değiştirecek ölçüde sahip olduğu bu müteşebbis ruh ile ticaret yapmaya kalkışsaydı bugün maddi olarak çok daha farklı bir yerde olabilirdi. O ise, on altı yıl önce buraya geldiğinde sırtında ne varsa onun bir benzeriyle bugün orada oturuyor. "Sizi hangi rüzgâr savurdu?" diye beylik bir soruyu abes buluyorum, onlar bir rüzgâra kapılarak savrulmuş değiller, kendi rüzgârlarıyla buradalar.
Bakü'de gece vakti. Bir okulun bahçesinde oturuyoruz. Plastik masa, sıcaklığı dağıtan rüzgâr ve çay... Masada beş kişiyiz, az ötedeki masada üç gölge. Böyle daha iyi diye lambaları yaktırmayıp alacakaranlığa çekildik. Okulun önündeki lambanın ışığı masaya gelinceye kadar fersizleşiyor, yüzleri daha belirsiz kılıyor, ortamı bir masal dünyasına çeviriyor. Gündüz Diyanet'in yaptırmış olduğu caminin bulunduğu tepeden baktığımız Hazar dalgaları, petrol kuyuları ve kadim hikâyeleriyle oralarda bir yerde. Uzaktan uzağa Azeri Türkçesinin sözleri yankılanıyor, elbette anlıyoruz, fakat dildeki her farklılaşma sanki kendi varlığımıza göre bir mesafeye çekilmişiz hissi yaratıyor. Belki gurbetin beslendiği damar da bu.
"Kaç yıldır buradasın?" diyorum. "On altı yıl." Kısa bir cümle, belli belirsiz bir gülümseme. On altı yıl, kafamdan bir hesap yapıyorum, 1991. Eski Sovyet coğrafyası için uzun yıllar sayılacak bir süre. Bildik bir düzenden başka bir yapıya geçiyorsun. Yollar, binalar, toplumsal ve siyasal iklim ve bütün bunların sonucu olarak zihniyet dünyası derin dalgalanmalar, savrulmalar yaşıyor. Rejim değiştirmemiş Türkiye için dahi uzun çok uzun bir süre. Bakü o zamanlar Türkiye'ye çok uzak. Zaten "uzak" dediğin sadece mesafeyle ilgili değildir ki? "1991 yılında, tam da işgalin sürdüğü, çatışmaların devam ettiği, kanın döküldüğü bir zamanda niçin geldin?" "Azeriler kardeşlerimiz. O zaman gelmeseydik kardeşlik hukukunun anlamı olur muydu?" Elbette olmazdı, diyorum içimden. Yine de sözlerle yapmak arasındaki o derin uçurumu iyi biliyorum.
Bugün Diyanet camisinin bulunduğu tepedeki şehitliği dolaşmıştık. 20 ile 25 yaş arası gençler, hepsi Ocak 1991'de Azadlık meydanındaki direnişte şehit düşmüşler. Mezar taşlarında resimleri var, bakışlar ne kadar canlı. Taşa fotoğraflarından işliyorlarmış. Kameraya böylesine canlı bakan insanların şimdi o toprağın altında olduğuna inanmak kolay mı? Onların hemen yakınında yine bir Türk şehitliği var. 1921 yılındaki askeri harekâtta şehit düşen erlerimiz. Çeşitli vilayetlerden gelen çocuklarımız. Aslında bizden ne kadar büyükler; ama şehit düştükleri o ebedi yaş onları hepimizin çocukları yapıyor artık. 1991'de buraya gelenlerin başına da benzeri bir iş gelebilirdi. Bir gönüllü hareketi olarak kalkıp bir cangıla girer gibi buraya gelmek. "Zor günler olmalı." "Her zorluğun bir kolaylığı oluyor." diyor. "O zaman okulumuz az ilerdeydi." Parmağıyla işaret ettiği tarafa bakıyorum, yeni bir inşaat yükseliyor orada. "Şimdi yıktık, yerine yeni okulu kuruyoruz. İlk yıl on kadar öğrencimiz vardı, çevredekiler kuşkuluydular. Böylesine tehlikeli bir zamanda ne için gelmiştik acaba? Sonra samimiyet kendi yolunu açıyor, kuşkuları kucaklaşmalara çevirmemiz zor olmadı." "On altı yıl, çok şey yaşamış olmalısınız?" Şey diyebiliyorum ancak, şey, her şeyin yerine geçen bir şey. "Öğrencilerimiz her yıl arttı, velilerle bir aile gibi olduk zamanla. Bizde ne bulduklarını sorduğumuzda iki hususu söylüyorlar: Birincisi, çocuklarını buraya verdiklerinde onun başarılı olacağına, kabiliyetleri her ne ise bunun en verimli şekilde ortaya çıkacağına inanıyorlar. İkincisi ise, onların ana babaları, aileleriyle ilişkilerinde saygının ve sevginin öne çıktığını görüyorlar." İki husus, doğrudur, ama bana kalırsa bunun ötesinde ikiye üçe indirgenemeyen tanımsız bir yakınlık alanı var. Mesela şunu söyleyen olmuş mudur: Sizin öğretmenlerinizin gözünde çocuğumu kucaklayan parlak bir aydınlık görüyorum efendim, o yüzden buraya verdim onu. Belki bir başka söz şu olabilir: Okulunuzun kapısından girdiğim andan itibaren duyduğum yakınlık hissi, evet, çünkü bana yabancı hiçbir şey yok burada, bu yakınlık işte efendim, beni buralara çeken...
Onun yanında yine karanlıkta yüzünü seçemediğim başka birisi oturuyor. "Senin ne kadar oldu buraya geleli?" diyorum. "Benim bu kadar olmadı, hocam en eskimiz. Ben sadece on üç yıldır buradayım." Az dediği zamana bak. Sanki biraz da gecikmiş olmanın mahcubiyetini mi taşıyor ses tonu? "On üç yıl, o zaman çoluk çocuk hep buradasınız." "Evet," diyor, "eşim ve iki çocuğum da burada." "Artık Azeri olmuşum diyor musun?" -İnsan aynı şehirde mahalle değiştiriyor, üçüncü yılında sanki hep o mahallede doğmuş büyümüş duygusuna kapılıyor, on üç yıl sonra hâlâ Türkiye'den dün gelmiş gibi olmak mümkün mü?- "Ben zaten dönmek için gelmedim, kalmak için geldim, o yüzden geldiğim gün Azeri oldum. Bazen yazları Türkiye'ye gidiyorum, ortama uymakta zorlanıyorum. Hayatımın bir kısmı orada bir kısmı burada geçti." "Kaç yaşındasın?" "Otuz altı." "Ama daha çok Türkiye'de geçmiş." "Doğru ama gençlik, olgunluk hep burada. Burası bana yabancı değil, burası benim vatanım, burası benim için tıpkı Türkiye gibi. İnsan hani hep ülkesi hakkında, ülkesindeki siyaset, toplumsal durum, gelecek tasavvuru üzerine konuşur ya, bakıyorum bizim konumuz büyük oranda Azerbaycan. Onun durumu, şartları, gelişmesi... Azerbaycan Cumhurbaşkanı Türkiye'ye gittiğinde "bizimkisi" diye takip ediyoruz, kendiliğinden öyle oluyor. İki tane bizimki, tuhaf şey..."
Biraz önce okulu dolaşmıştık. "Okul çok modern, ince bir işçilik var." diyorum. Bu sadece binanın yapısına ait değil, eğitim öğretim sürecine yönelik de detaylara kadar nüfuz etmiş bir işçilik. Bilgisayar sınıflarında, kütüphanede, kafeteryada, dershanelerde, koridorlar ve tuvaletlerde... "En iyisini yapmaya çalışıyoruz." diyor okul müdürü. En iyisi, kimin için, burada okuyan öğrenciler için, Azerbaycanlı çocuklar, gençler için. Eşyadaki zarafet aslında insana saygının bir başka ifadesi değil mi? Duvarları tertemiz sınıflar, rahat sıralar, okulun havasına suyuna nüfuz etmiş bu sıcaklık öğrencileri sevgiyle kucaklayan bir anlayışın görünümleri.
On altı yıl önce buraya geldim, diyen öğretmene bakıyorum. Ülke, mekân, hayat değiştirecek ölçüde sahip olduğu bu müteşebbis ruh ile ticaret yapmaya kalkışsaydı bugün maddi olarak çok daha farklı bir yerde olabilirdi. O ise, on altı yıl önce buraya geldiğinde sırtında ne varsa onun bir benzeriyle bugün orada oturuyor. Aldığı maaşın ne kadar sınırlı olduğunu görmek için feraset gerekmiyor. "Hangi okul?" diye soruyorum. İkisi Boğaziçi'nden mezun, biri ODTÜ'den. "Sizi hangi rüzgâr savurdu?" diye beylik bir soruyu abes buluyorum, onlar bir rüzgâra kapılarak savrulmuş değiller, kendi rüzgârlarıyla buradalar.
Bu öğretmenler dünyanın her yerindeler. Dünyanın her yerinde farklı ülkelerin, kültürlerin içinde geldikleri yer ile gittikleri yeri kucaklaştırıyorlar. Bu kucaklaşmanın ilk mekânı kendi yürekleri. Sonrası ise gündelik hayatın nice ayrıntısında. Onların öğrencilerine yönelik sevgilerinin kara, sarı yüzlerde, çekik gözlerde, dili, cinsi farklı çocuklarda, gençlerde aynı pırıltıları uyandırdığını gördüm. Ateş ateşi yakıyor. Bu öğretmenler fizik, kimya öğretiyorlar, İngilizce, sosyoloji öğretiyorlar; ama her ne öğretiyorlarsa o aynı zamanda insanlık dediğimiz bir büyük tarihi anlatının parçası olarak şekilleniyor.
Öğretmen okullarındaki törenlerde çok okunan bir şiir vardı: "Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum/Bütün çiçeklerini getirin buraya" diye başlayan. Ne şiir ne şarkı, hikâyesi kendinde saklı bir duyarlılıkla işte bu öğretmenler dünyanın bütün çiçeklerini kucaklıyorlar.
M. NACİ BOSTANCI
28 Kasım 2007, Çarşamba