Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
Yusuf aleyhisselâm'ın o meşhur hikayesini herkes bilir. Hani, Firavun Yusuf'u hapse attırmıştı ve öncesinde-sonrasında pekçok olay gelişmişti ya.. Bizim hikâyemizde de var benzer olaylar: Yusuf, Firavun ve Züleyha. Fakat, bunlar artık bizlere çağdaşlar yani, bugündeler ve bu yüzden Bizim Yusuf ile Mrs. Züleyha diyoruz.
Evet, 21. Yüzyıldayız ve bu dünyanın kralı durumundaki Batı, bu hikâyemizde Eski Mısırlıların tabiriyle Efendi Firavun. Diğer kahramanımız Bizim Yusuf ise, Osmanlı ya da Osmanlı'dan kalan halktır. Peki, Yusuf ile Firavun'un yer aldığı sahne Züleyha'sız olur mu? Elbette olmaz.
Peki Züleyha kim bizim hikayemizde? Züleyha, medeniyet ya da uygarlıktır, hikâye özelinde ise Batı uygarlığı ya da Batılı seküler hayat veya modernitedir. Yani Batı'nın görünen câzip yüzüdür. Bu yüzden ona Mrs. Züleyha diyoruz. Gelelim bu çağdaş kahramanlarımızın çağdaş hikâyesine.. Bakalım bizim hikâyemizdeki neler?
Son iki asır içinde (19.-20. Yüzyıllarda) Bizim Yusuf, Yusuf aleyhisselâm gibi köle durumuna düştü ve paylaşıldı efendiler tarafından. Efendi Firavun'un eline düştü yani. Efendi Firavun da eski Firavun gibi zindan hayatı yaşattı bizim Yusuf'a. Batı, bir kâbus gibi çöktü Osmanlı ve evlatlarının üstüne.
Tükendi, perişan hale düştü zindanlarda bizim Yusuf. Tarihî misyonunu tamamladı (Osmanlı asırlarının sonu) diye yorumlayanlar oldu onun bu halini. Yusuf ölmemişti, ancak çağdaş köle statüsünde hayatını devam ettirebilecekti bundan sonra. Çağdaş devlet ya da modern ulus devlet falan dedikleri model tam da sanki bu statü için uydurulmuş isimlerdi.
Evet, 21. Yüzyıldayız ve çağlar sonra insanlık yine Efendi Firavun'un dünyasında.. "Ben sizin tanrınızım!" diye haykırıyordu Yusuf aleyhisselâmın Firavun'u. Şimdiki Efendi Firavun ise benzer şekilde, "Globalleşmee!" diye bağırıyor. "Bu dünyada sadece ben varım!" diyor ve "bütün dünya benim kölem olacaktır!.."
Efendi Firavun kararlıydı. İstediğini yapacaktı ve yapıyordu da. Ne de olsa onun bir Mrs. Züleyha'sı vardı. Ona dünya egemenliği ya da "globalleşme" uğrunda yardım edebilecek iki şeyden biri silah ise diğeri ve en etkilisi Mrs. Züleyha idi. Züleyha onun "hayatı"ydı.
Efendi Firavun çok şanslıydı. Çünkü, "hayatı" Züleyha çok marifetliydi. Daha Efendi Firavun fark etmeden Mrs. Züleyha, bir süredir (18. Yüzyıldan beri) kölelerle (Batı'nın müstemlekeleri) ve köle namzetleriyle (Osmanlı milletleri ve diğer Batı dışı toplumlar) cilveleşmeye başlamış, onları yavaş yavaş baştan çıkarıyordu.
Bu ayartmanın gerçek adı ise, kültürel dejenerasyon ve kimlik yabancılaştırmasıydı. Bilim-teknoloji ve silahların desteğinden sonra Mrs. Züleyha'nın câzibesi sayesinde Batı dışı toplumlar Efendi Firavun'un gönüllü hizmetkârları haline geliyorlardı ve Efendi bu durumu fark ettikten sonra işi daha kolaylaşıyordu. Artık 1-2 asır sonunda "global" Firavun olması önünde hemen hiçbir engel kalmıyordu. Fakat bir dakika, o da ne! Bir İslam engeli vardı sanki! Sanki değil gerçekti bu!
Yusuf'un da kıyısında neşvünemâ bulduğu bu İslamiyet, aslında eski Firavun'un Mısırına hayat vesilesi olan Nil nehriydi bizim bu hikâyemizde. Nil olmasa Mısır olmazdı. Mısır olmasa Firavun da olmazdı. İlginç değil mi "zıtlar kanunu"? Gündüz olduğu için gece var, ya da gündüz çekildiği için gece var, iyilik olduğu için kötülük de var, cennet varsa cehennem de var, meleğin karşısında şeytan var, güzelin karşısında çirkin var..
Ancak, bizim Yusuf'un ülkesine hayat kaynağı olan Nil, artık kurumaya yüz tutmuştu. Ne zaman sonra? Cihanda gürül gürül aktığı ortalama 11 asırdan sonra. Neden böyle olmuştu acaba? Bu soruyu galiba Nil'i insanlığa hayat kaynağı kılan Allah'a sormalı.
Belki de verdiği cevap şudur: "Allah'ın geçmiş milletlere uygulanan yasası budur (Peygamberlere yani İslam'a karşı ikiyüzlülük edenler öldürülürler, tarihten silinirler). Allah'ın yasasını değiştirmeğe imkan bulamazsın" (Kuran-ı Kerim, el-Ahzâb, 62).
Gelelim Züleyha'ya.. Nil'in güzel güzel aktığı Mısır'da verimli ovalarda doğup büyüdü Züleyha. Medeniyet, tıpkı Züleyha gibi çok güzeldi ve Züleyha aslında medeniyetti. Önce Şam'a, sonra Bağdat'a, oradan da Anadolu'ya gelin gitti aslında Züleyha.
Uzun ömrü oldu bu yerlerde. Baş tâcı edildi, çok itibar gördü, yüceldi.. Fakat, o tabiat kanunları var ya, işte onlar işliyordu dünyada. Ve bu kanunlar sınır tanımıyordu. Dünyanın efendilik tâcını bir milletten alıp öbürüne giydiriyordu. Aslında bunu hep yapıyordu, dünya kurulalı beri. Bu sefer de aynı kanun işledi ve krallık Bizim Yusuf'tan alınarak en büyük rakibine verildi:
Efendi Firavun'a, yani modern Batı'ya. Ancak, işin daha da dramatik yanı o ki, sadece tâcını değil Züleyhasını da kaptırdı Firavun'a Bizim Yusuf. 19. Yüzyılda artık ne tâcı ne de Züleyhası vardı Bizim Yusuf'un. Hatta, ülkesinde asırlarca akıp kendisine hayat kaynağı olan Nil bile artık kurumaya yüz tutmuştu.
Hele 20. Yüzyılda hemen hemen kurudu bile denebilirdi Nil için. Çünkü, artık dünyada "global ısınma" vardı ve bu ateş başta Nil olmak üzere bütün nehirleri kurutuyordu. Dolayısıyla da bütün hayat kaynaklarını.. Bu gidişin yakın sonu sanki kıyameti andırıyordu. Fakat bir dakika!
Öyle yok olup kurtulmayı istemek kolay, asıl zor olan kalmak. Koca Nil öyle birkaç asırlık kısa zamanda kurumazdı. Çünkü o, taa Hz. Adem'den beri akıp geliyordu. Gâh gürler gâh kurumaya yüz tutar, fakat kıyamet kopmadığı sürece her büyük rahmetin (Peygamberler) ardından tekrar gürleşir ve akışını sürdürürdü Nil. Zaten tam kuruduğu an, kıyametin vakti demekti.
Çok şükür ki Nil kurumadı ve bizim Yusuf'un yaşaması için cılız da olsa akışına devam ediyordu şimdi. Fakat, bir itirazı olan yok mu bu "global ısınma" kavramına diye soruldu. Efendi Firavun'un Tanrıya meydan okuduğu bir dünyanın, ateşten şeytanları bile eriten ateşine siz nasıl "global ısınma" dersiniz?
İnsanlar zayıf yaratılışlı olabilir fakat hepsi aptal olamazdı. Dolayısıyla bu büyük yalana inanamazlardı. İnsanlar, asıl ısınmanın, asıl yangının insanlığın ciğerlerinde olduğu gerçeğini görmüyorlar mıydı?
Evet, 21. Yüzyıldayız ve bu dünyanın kralı durumundaki Batı, bu hikâyemizde Eski Mısırlıların tabiriyle Efendi Firavun. Diğer kahramanımız Bizim Yusuf ise, Osmanlı ya da Osmanlı'dan kalan halktır. Peki, Yusuf ile Firavun'un yer aldığı sahne Züleyha'sız olur mu? Elbette olmaz.
Peki Züleyha kim bizim hikayemizde? Züleyha, medeniyet ya da uygarlıktır, hikâye özelinde ise Batı uygarlığı ya da Batılı seküler hayat veya modernitedir. Yani Batı'nın görünen câzip yüzüdür. Bu yüzden ona Mrs. Züleyha diyoruz. Gelelim bu çağdaş kahramanlarımızın çağdaş hikâyesine.. Bakalım bizim hikâyemizdeki neler?
Son iki asır içinde (19.-20. Yüzyıllarda) Bizim Yusuf, Yusuf aleyhisselâm gibi köle durumuna düştü ve paylaşıldı efendiler tarafından. Efendi Firavun'un eline düştü yani. Efendi Firavun da eski Firavun gibi zindan hayatı yaşattı bizim Yusuf'a. Batı, bir kâbus gibi çöktü Osmanlı ve evlatlarının üstüne.
Tükendi, perişan hale düştü zindanlarda bizim Yusuf. Tarihî misyonunu tamamladı (Osmanlı asırlarının sonu) diye yorumlayanlar oldu onun bu halini. Yusuf ölmemişti, ancak çağdaş köle statüsünde hayatını devam ettirebilecekti bundan sonra. Çağdaş devlet ya da modern ulus devlet falan dedikleri model tam da sanki bu statü için uydurulmuş isimlerdi.
Evet, 21. Yüzyıldayız ve çağlar sonra insanlık yine Efendi Firavun'un dünyasında.. "Ben sizin tanrınızım!" diye haykırıyordu Yusuf aleyhisselâmın Firavun'u. Şimdiki Efendi Firavun ise benzer şekilde, "Globalleşmee!" diye bağırıyor. "Bu dünyada sadece ben varım!" diyor ve "bütün dünya benim kölem olacaktır!.."
Efendi Firavun kararlıydı. İstediğini yapacaktı ve yapıyordu da. Ne de olsa onun bir Mrs. Züleyha'sı vardı. Ona dünya egemenliği ya da "globalleşme" uğrunda yardım edebilecek iki şeyden biri silah ise diğeri ve en etkilisi Mrs. Züleyha idi. Züleyha onun "hayatı"ydı.
Efendi Firavun çok şanslıydı. Çünkü, "hayatı" Züleyha çok marifetliydi. Daha Efendi Firavun fark etmeden Mrs. Züleyha, bir süredir (18. Yüzyıldan beri) kölelerle (Batı'nın müstemlekeleri) ve köle namzetleriyle (Osmanlı milletleri ve diğer Batı dışı toplumlar) cilveleşmeye başlamış, onları yavaş yavaş baştan çıkarıyordu.
Bu ayartmanın gerçek adı ise, kültürel dejenerasyon ve kimlik yabancılaştırmasıydı. Bilim-teknoloji ve silahların desteğinden sonra Mrs. Züleyha'nın câzibesi sayesinde Batı dışı toplumlar Efendi Firavun'un gönüllü hizmetkârları haline geliyorlardı ve Efendi bu durumu fark ettikten sonra işi daha kolaylaşıyordu. Artık 1-2 asır sonunda "global" Firavun olması önünde hemen hiçbir engel kalmıyordu. Fakat bir dakika, o da ne! Bir İslam engeli vardı sanki! Sanki değil gerçekti bu!
Yusuf'un da kıyısında neşvünemâ bulduğu bu İslamiyet, aslında eski Firavun'un Mısırına hayat vesilesi olan Nil nehriydi bizim bu hikâyemizde. Nil olmasa Mısır olmazdı. Mısır olmasa Firavun da olmazdı. İlginç değil mi "zıtlar kanunu"? Gündüz olduğu için gece var, ya da gündüz çekildiği için gece var, iyilik olduğu için kötülük de var, cennet varsa cehennem de var, meleğin karşısında şeytan var, güzelin karşısında çirkin var..
Ancak, bizim Yusuf'un ülkesine hayat kaynağı olan Nil, artık kurumaya yüz tutmuştu. Ne zaman sonra? Cihanda gürül gürül aktığı ortalama 11 asırdan sonra. Neden böyle olmuştu acaba? Bu soruyu galiba Nil'i insanlığa hayat kaynağı kılan Allah'a sormalı.
Belki de verdiği cevap şudur: "Allah'ın geçmiş milletlere uygulanan yasası budur (Peygamberlere yani İslam'a karşı ikiyüzlülük edenler öldürülürler, tarihten silinirler). Allah'ın yasasını değiştirmeğe imkan bulamazsın" (Kuran-ı Kerim, el-Ahzâb, 62).
Gelelim Züleyha'ya.. Nil'in güzel güzel aktığı Mısır'da verimli ovalarda doğup büyüdü Züleyha. Medeniyet, tıpkı Züleyha gibi çok güzeldi ve Züleyha aslında medeniyetti. Önce Şam'a, sonra Bağdat'a, oradan da Anadolu'ya gelin gitti aslında Züleyha.
Uzun ömrü oldu bu yerlerde. Baş tâcı edildi, çok itibar gördü, yüceldi.. Fakat, o tabiat kanunları var ya, işte onlar işliyordu dünyada. Ve bu kanunlar sınır tanımıyordu. Dünyanın efendilik tâcını bir milletten alıp öbürüne giydiriyordu. Aslında bunu hep yapıyordu, dünya kurulalı beri. Bu sefer de aynı kanun işledi ve krallık Bizim Yusuf'tan alınarak en büyük rakibine verildi:
Efendi Firavun'a, yani modern Batı'ya. Ancak, işin daha da dramatik yanı o ki, sadece tâcını değil Züleyhasını da kaptırdı Firavun'a Bizim Yusuf. 19. Yüzyılda artık ne tâcı ne de Züleyhası vardı Bizim Yusuf'un. Hatta, ülkesinde asırlarca akıp kendisine hayat kaynağı olan Nil bile artık kurumaya yüz tutmuştu.
Hele 20. Yüzyılda hemen hemen kurudu bile denebilirdi Nil için. Çünkü, artık dünyada "global ısınma" vardı ve bu ateş başta Nil olmak üzere bütün nehirleri kurutuyordu. Dolayısıyla da bütün hayat kaynaklarını.. Bu gidişin yakın sonu sanki kıyameti andırıyordu. Fakat bir dakika!
Öyle yok olup kurtulmayı istemek kolay, asıl zor olan kalmak. Koca Nil öyle birkaç asırlık kısa zamanda kurumazdı. Çünkü o, taa Hz. Adem'den beri akıp geliyordu. Gâh gürler gâh kurumaya yüz tutar, fakat kıyamet kopmadığı sürece her büyük rahmetin (Peygamberler) ardından tekrar gürleşir ve akışını sürdürürdü Nil. Zaten tam kuruduğu an, kıyametin vakti demekti.
Çok şükür ki Nil kurumadı ve bizim Yusuf'un yaşaması için cılız da olsa akışına devam ediyordu şimdi. Fakat, bir itirazı olan yok mu bu "global ısınma" kavramına diye soruldu. Efendi Firavun'un Tanrıya meydan okuduğu bir dünyanın, ateşten şeytanları bile eriten ateşine siz nasıl "global ısınma" dersiniz?
İnsanlar zayıf yaratılışlı olabilir fakat hepsi aptal olamazdı. Dolayısıyla bu büyük yalana inanamazlardı. İnsanlar, asıl ısınmanın, asıl yangının insanlığın ciğerlerinde olduğu gerçeğini görmüyorlar mıydı?