Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

dostla hiç dost oldunuzmu???.. (1 Kullanıcı)

  • Konuyu başlatan kırıkkalp
  • Başlangıç tarihi
K

kırıkkalp

BİRSÜREDİR, özellikle son bir yıldır ibadetlerimde meydana gelen gevşeklikten son derece muzdariptim. Namazlarımı vaktin sonuna kadar sarkıtıyor, öylece kılıyordum. İbadatlerimdeki lezzet ise yitik bir haldi benim için. Oysa, namazda yakalayamadığım karşı karşıya düşüşü, yüz yüze gelişi, gökyüzünü seyrederken yüreğimi sarsacak kadar yakalayabiliyordum. Hac da tam olarak anlayamadığım bir ibadetti. Yokluğunu en derinden hissettiğim Resûlullah'ın(a.s.m.) kabrini ziyaret etmeyi yürekten isterken, Kâbe'yi düşündüğüm zaman aynı titreşimi hissedemiyor, yakalayamıyordum.
Biliyordum ki, insan O'nun Zât'ına muhatap olmak için yaratılmıştı. O, kendi gizli özelliklerini açığa çıkarmak için kâinatı yaratmış, kâinatın içerisindeki varlıkların bir kısmını hayat mertebesine yükselterek seçmiş, hayatı vermesiyle her bir varlığı kâinatın bir küçük özeti, özü konumuna getirmişti. Hayat sahibi varlıklardan bir kısmına da birer ruh vererek, onları hayatın nimetlerini arzular ve karşılık verir bir hâle çevirmişti. Hayatta çoğalan ve boyut atlayan özellikler, ruhun devreye girmesiyle bir kez daha boyut değiştirmiş, böylece ruh sahibi olan varlık, kâinat ağacının çiçeği konumuna geçmişti.
İnsan ise bu ağacın meyvesi, gözbebeğiydi. Kardeşleri hükmündeki diğer varlıkların üzerinde bir temsilci makamındaydı. Bu makamın hakkını verebilecek nihayetsiz derin duygular, mükemmel lâtifeler ve özelliklerle donatılmıştı. Seyrederek kavrayabilir, duyumsayabilir ve duyumsadığını şuuruyla tartabilir, aklıyla yorumlayabilir, hamdedebilir, şükredebilir bir varlık olarak, muhatap olduğu gerçekleri Rabbine karşı hem hâliyle, hem de diliyle ilan edebilir bir konuma getirilmişti.
Özel bir varlıktı insan; bir köle olarak var edilmemiş, Hatîb-i Ezelî'ye özgür bir muhatap olabilecek yetenek ve donanımla yaratılmıştı. Bu dünya hayatında asıl vatanı cennet olan kerim bir misafirdi. Cennette ise, namaz, oruç, hac, zekat yoktu. İslâm'ın prensipleri, insanın bu perdeli dünya hayatında Rabbine doğru giden yolculuğunun kolaylaşması ve riskli hallerden kurtulup korunması için vardı. Allah'a ulaştıran bir yoldu İslâmiyet; amaca, yani Allah'a varmak için bir vesile, bir araçtı.
İşte bu düşünceler nedeniyle olsa gerekti ki, hislerimde İslâmiyet'e karşı derinlerde bir durulma oluşmuş, ibadetlerden lezzet alamaz hâle gelmiştim. Dikkatlice baktığımda, bu düşüncelerde bir hata olmadığını görüyordum. İslâm gerçekten Allah'a ulaştıran bir yoldu. Rabbimin kelâmı Kur'ân'da da bu şekilde ifade ediliyordu. 'Sırat el-mustakîm,' yani 'dosdoğru bir yol' deniliyordu İslâm için. Bu noktadan bakıldığında, İslâm 'amaç' değil, 'vesile'ydi. İnsan bu dünya hayatında bir üniversite öğrencisi gibiydi. Fakültedeki öğrencilere, 'Siz burada emirleri yerine getirmek için varsınız!' deniliyordu. Fakat öğrencilere yöneltilen emir ve isteklerin gerekçesi, onların yeteneklerinin gelişmesiydi. İnsandan da, bu dünya hayatında çalışması, emirleri yerine getirmesi isteniyordu; ama bu istekler insanın olgunlaşması ve yükselmesi içindi. İnsan emirleri yerine getirmek için yaratılmamış, emirler insanın insaniyetinin açılıp gelişebilmesi için önüne çıkarılmıştı. Öyleyse, nerede bir eksiklik vardı ki, ibadetlerden Resûl-i Ekrem'in veya ashabının aldığı lezzeti alamıyordum? Sahabeyi büyüleyen, seccadeye bağlayan gerçek neydi? Üveys el-Karanî'yi, Zeyne'l-âbidîn'i, Mevlânâ'yı, Yunus'u kendinden geçiren, ibadetteki hangi gerçekti?
Tüm bu düşüncelerle balkonda oturuyordum. Gökyüzünde tebessüm ediyormuşçasına duran dolunaya nefis bir hava eşlik etmedeydi. Biraz yorgun, biraz buruk bir ruh hâli içindeydim. Yorgundum, çünkü son iki haftadır bu düşünceler yaşantımı tümden kaplar hâle gelmişti. Bu yorgunluğa, duygularımı yoran başka olaylar da eklenmişti.
İşte böyle bir halde otururken, Resûlullah ile ilgili bir hadiseyi hatırladım. Vefatından bir-iki gün önceki bir olayı; daima hutbe verdiği minbere son çıkışını, arkadaşlarıyla vedalaşma tarzındaki son hutbesini... 'Muhakkak ki Allah bir kulunu dünyayı seçmek ile, kendi katındakini seçmek arasında serbest bıraktı. O kul, Allah nezdindekini tercih etti' demişti. Bu söz üzerine Ebu Bekir(r.a.) 'Ama biz sana ana babamızı, canımızı feda ederiz yâ Rasûlallah' diyerek ağlamaya başlamıştı. Resûlullah'ın kendisinden bahsettiğini, kendi vefatını haber verdiğini bir tek Ebu Bekir anlamıştı. Sahabiler anlayamamışlardı Ebu Bekr'in neden ağladığını. Ebu Bekr'in bu hâli üzerine, Resûl-i Ekrem, 'Sohbetiyle olsun, malıyla olsun, bana en ziyade ikramda bulunan Ebu Bekir'dir. Eğer ben Rabbimden başkasını halîl [dost] edinecek olsaydım, mutlaka Ebu Bekir'i halîl edinirdim. Oysa, sizin arkadaşınız ancak Allah'ın halîlidir. Bizim aramızda ise İslâm kardeşliği ve sevgisi vardır ve bu yeterlidir' demişti.1
Neydi bu 'hillet,' bu derin dostluk ki, Resûl-i Ekrem 'Sizin arkadaşınız ancak Allah'ın dostudur' diyordu. 'Bir başkasını dost edinemem' anlamındaydı bu söz. 'Arkadaşız, hem de seven arkadaşlarız, kardeşiz; ama dostluk ancak Allah'adır ve dost ancak Allah'tır' demeye getiriyordu.
Dost mânâsındaki 'halîl' Arapça'da 'ayrışım' anlamındaki bir kökten geliyordu. Bu da kelimeye 'Sen bir yana, herşey bir yana' anlamını veriyordu. Ancak, 'Sen bir yana, başka herşey bir yana' mânâsını hissettiğiniz, hakkında böyle düşündüğünüz biri sizin dostunuz olabilirdi. Ve sizin hakkınızda böyle düşünen biri ancak sizin dostunuzdur demekti. Beklentisiz, nedensiz, perdesiz hazır olan demekti dost. Hacda en fazla tekrar edilen 'lebbeyk' lâfzının anlamı buydu. Anladığım kadarıyla, işte bunu diyordu Resûl-i Ekrem: 'Dostluğun hakkını verebilecek olan ve dost olmaya lâyık olan ancak Allah'tır. Samed'den başkası dost olamaz, Ehad'den başkasını dost edinmemen gerekir! Yani, beklentisiz ve nedensiz yakınlığa hazır olan, sebeplere takılmadan sebepsizce verebilecek olan yalnızca Allah'tır. Herşey bir yana, sen bir yana diyebileceğiniz yine ancak ve ancak Allah olmalıdır.'
Evet öyleydi. Günahlarımı bilen ve bağışlayabilen ancak O olabilirdi. Ancak O'nun rahmeti beni temize çıkarabilirdi. Yetmezdi, yetemezdi bir başkasının gücü beni affetmeye. Kalbimin en derin ihtiyaçlarını yerine getirmeye, bir zamanlar en aciz günlerimde yanımda olanlar dahi güç yetiremezlerdi. Yoktan var etmeye kudreti yeterli olan, kabirden sonra da ikram etmeye muktedir olan ancak Allah'tı. En ince, en derin hislerimi perdesizce bilen ve ikram eden de yalnızca O idi(-)#8212;hem de, mecbur olmadığı halde.
Öyle değil miydi? Şu gökyüzünün ihtişamı içerisinde bu tebessüm eden şirin Ay'ı hangi zorunlulukla asmıştı gecelerimize. Ay'la tebessüm eden kimdi? Onu tebessüme getiren, rahmetinden başka neydi? Ay'ı gören gözümü bana vermeye O'nu mecbur eden bir sebebim var mıydı? Tutan ellerimi, yürüyen ayaklarımı, işiten kulaklarımı, şuurumu, kalbimi, aklımı hangi zorunlu gerekçeyle vermişti? Bu nimetler nasıl bir mecburiyetle önüme serilmişti? Görünen o ki, gözümün gördüğü, hayalimin eriştiği herşey, sebepler üzerinde, ama sebepsiz ikramından, ihsanından, rahmetinden başka birşey değildi.
Nasıl ki sizi evine davet eden ve sizden en ufak bir beklentisi olmayan bir arkadaşınızın, siz daha gelmeden sizin sevdiğiniz yemekleri, yatacağınız yeri, sizi sevebilecek hizmetkârları hazırlamaya girişmesi, bu arkadaşınızın size olan sevgisinin ciddi bir delilidir. Ve bu yapılanlar, aynı zamanda, sizinle yakınlığa, yürekten dost olmaya bir davetiyedir. İşte onun gibi, âlemlerin Rabbi olan Allah, herşeyden yüce, hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde bizi kendi mekânına davet etmişti. Hem de biz gelmeden önce sevdiğimiz ve sevebileceğimiz herşeyi hazırlamıştı. En aciz olduğumuz zamanlarda bizi en fazla seven ve bize en sevgili olan hizmetkârlarını emrimize vermişti. Gözlerimizi açtığımız yüzler yüzlerin en sevgilileri, gördüğümüz gökyüzü mavilerin en güzeliydi; sevmiştik. Toprağın kahverengisini, denizin mavisini, ağacın yeşilini tereddütsüz beğenmiştik. Bize ikram ettiği ellerimizi, ayaklarımızı, gözlerimizi dünyalara değişmezdik. Oysa mecbur değildi bunca güzelliği bir arada yaratmaya; bunca ikramın hiçbirini yapmaya mecbur değildi. Mecbur olmadığı halde bizi bu kadar ikramlara boğması, dostluğa açık bir davetten başka birşey olamazdı.
Nihayetsiz bir sükûnet ve tevazuyla 'Ben gelmeye hazırım, ya siz hazır mısınız? İkram etmeye hazırım, benim verdiklerim müstesna ikram edecek birşeyiniz yok, esirgeyecek misiniz? Ben sizden gelecek her türlü sıkıntıya, mihnete razıyım, yeter ki af dileyin bağışlamaya hazırım, ya siz benden gelebilecek sıkıntılara katlanmaya sabredebilecek misiniz? Çağırın,çağrınıza icabet etmeye hazırım, siz benim çağrılarıma açık mısınız? Ben dostum!' diyordu yücelerin yücesi Allah. 'Ya siz dost musunuz?
'Keşke bizi de çağırsa' demiyor muyduk dost için, dosta dostluğumuzu isbat için. 'Hazırım!' diye dostluğumu ilan edebilmem içindi çağrılar; ibadetler bunun içindi. İcabetin olmadığı bir dostluğun tasavvuru elbette mümkün değildi. Mümkün bir dostluğu daha kurulmadan iptal etmek, kurulmuş bir dostluğu riske atmak için acaba kaç çağrı beklemem gerekirdi? Öyleyse, O'nun çağrılarına icabet ederek dostluğumu isbat etmem gerekiyordu

İşte, çağırıyordu. Her çağrı birbirinin aynı gibi görünse de yepyeniydi; içtiğim su gibi, yediğim ekmek gibi. An değişmiş, gün değişmiş, kâinat değişmişti. 'Lebbeyk!' dememiz gerekmez miydi ezanı işitince? Ehad olan Zât ile birebir görüşme demek olan namaz, çağrıların yücesiydi. Rastladığım bir muhtaç, ziyaretçi bekleyen bir hasta, yardıma muntazır bir fakir, O'nun birer çağrısıydı. Oruç bir çağrısıydı O'nun. Sahur bir çağrı, iftar bir çağrıydı. Vakti gelince, O'nun verdiğini esirgemeyecektik; zekat da bir çağrıydı. Hac ise, zirvesiydi çağrıların. Bir meyvenin ağacı çekirdeğinde barındırması gibi, kâinat ağacının nihayetinde asılı olan ve koca kâinatı kalbinde saklayan insanın, insaniyetinin bütünüyle yaşadığı çok yönlü bir yönelişti o. Tavaf ile dönüp durmak, Zât'ına ulaşılmazlığın bir ifadesi, kalplerde ulaşılmazlığıyla oluşan sancıların eridiği yer ve haldi. Perdelerin parçalandığı yerde ve anda, vakfe, sessiz bir çığlık gibiydi.
'Derya olunca nefes,
Parelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses,
Çağırırım dost, dost diye!'
İşte böyle diyordu Niyazi-i Mısrî.
Şimdi ne kadar isterdim hacda olmayı. İhrama girerek fiilen 'Sen, yalnızca Sen!' diyebilmeyi. Kâbe'nin etrafında dönebilmeyi, dönerek eriyebilmeyi. Halîlullah İbrahim aleyhisselamın makamında yüreğimin en ziyade inceldiği bir noktadan secde edebilmeyi. Arafat'ta çağrıya durabilmeyi. 'Lebbeyk!' diyebilmeyi.
Şimdi artık ben çağrılara, çağrılar bana dost, kulaklarım ezanlara muhtaç ve müheyyâ. Yüreğim asılı kaldı çağrılara

.
1.( Sünen-i Tirmizî, Menâkıb (3661, 3662))
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt