Tarihini tam hatırlamıyorum, epeyce zaman önce Erzincan'da bir elim vaka meydana gelmişti. Şehrin gece bekçilerinden ikisi, herhalde çok arzu ettikleri halde bir türlü binemedikleri Lunapark'ın uçan sandalyelerine binmek istemişler. Bunun için gece yarısının geçmesini, ortalıktan el ayak çekilmesini beklemişler. Etrafta kimseler kalmayınca gizlice Lunapark'a girip sandalyelere atlamışlar. Galiba o gece Lunapark'ın bekçisi de izinli mi, bir yere mi gitmiş; bunların parka girdiğini kimse görmemiş. Biri binmiş, öteki motoru çalıştırıp sandalyeler hızlanmadan gelip atlamış. Az sonra hız artmış, sandalyeler havalanmış, bekçiler birer çocuk gibi sevinerek bir zaman dönüp durmuşlar.
Neden sonra mideleri bulanmaya, başları dönmeye başlamış. Ancak sandalyeler durmuyor ve etrafta kimsecikler yok.
Sandalye dönmüş, bunlar bağırmış.
Sandalye dönmüş, bunlar bağırmış.
Dedim ya olayın ayrıntısını bilmiyorum. Sabah Lunapark'a giden görevliler sandalyelerin hâlâ dönmekte olduğunu görmüşler.
Bekçilerin ikisi de ölmüştü.
Bu olayı her hatırladığımda modern hayatın durdurulamaz, insafsız hızını düşünüyorum. Hepimiz bir sandalyede uçuyoruz şimdilik, ve dönme dolap dönüyor.
Oysa çocukluğumuzdaki tahta dönme dolabı güçlü kuvvetli iki adam çevirirdi. İptidai bir şeydi elbette ama biz çocukları sevindiriyordu. Sevincin ilkeli, geri kalmışı, moderni, postmoderni olur mu? Bilmem, belki olur. Biz nohut oda, bakla sofa ahşap evleri gördük, onlarla yaşadık; ardından apartımanlara, gökdelenlere yetiştik.
Eski ve yeni dünyayı birarada yaşamak bizim nesillere nasip oldu; bizden sonrakiler eski dünyayı ancak kitaplarda okuyacak, ninelerinin, dedelerinin hatıralarından dinleyecek.
Oysa şurası malum: Hayat kitaplardan okunarak kavranılamaz. Hatta bir adım daha atıp şunu diyorum: Hayat hiçbir vakit kavranılamaz. Meğer ki Cenab-ı Hakk'ın kalbimize ilham ettiği bir işaret olmasın.
Eski dünyada insanlar esnaf olsun, zenaat sahibi olsun, çiftçi veya memur olsun sabah namazına kalkarak güne başlardı.
Eşine, dostuna, komşusuna, mesai arkadaşına selam verip; hal-hatır sorduktan sonra işe girişirdi. Günlük kazanç nasip ileydi. Ne fazla artar, ne çok eksilirdi. Fiyatlar dahi öyleydi. İnsanlar eski takvime (mevsimlere) uygun yaşar, istikbal endişesi taşımazdı. Zengin ile fakirin hayat tarzı neredeyse aynı idi.
Doğum, ölüm, düğün, sünnet, hastalık, seyahat, hac, askere gidiş, askerden dönüş, gurbet, ibadet gibi vakalar özel önem taşır; insanlar bütün bu olaylara gönülden katılırdı. Kimsenin kimseyle dalaştığı, durduk yerde niza çıkardığı görülmemişti. Hırsızlık yok gibiydi. Kapıları kilitlemeden yatardık. Çocukluğumdan itibaren 25yıl içinde Erzincan'da bir tek cinayet işlenmiştir. Kahveci Yaşar'ı vurmuşlar denildi. Belki de kaza idi.
Ne evlerin, ne arsaların fiyatı artıyor, kimse rant peşinde koşmuyordu. O günler herhalde “fakir ama onurlu” günlerdi.
Hayat hep böyle kıpırtısız bir göl gibi uyumaz. Biri ona bir gün bir taş atar, gölün suyu dalgalanır.
İlk dalga kıyıya çarptığında insanlar tedirgin olur. Ya çek ödenecek, ya alacak tahsiline çıkılacak. Borsa ya çıkacak ya inecek. Acaba dolar mı iyi, yoksa altın mı? Yatırım nereye yapılacak, hangi mal kapatılacak? Ödemeler dengesi ne olacak?
İdeolojiler teknolojiyi, teknoloji ideolojileri besledi. Zenginler daha zengin, fakirler daha fakir oldu. Dünyanın keşfedilmemiş bir yanı kalmadı. Kapitalizm tarihin sonunu ilan etti.
Hayat büyüsünü ve şiirini kaybetti.
Artık araçlardan, makinalardan ve makinalaşmış insanlardan oluşan bir kalabalık vardı. Bu orkestrayı “piyasa” yönlendiriyor, küresel sermaye atak üstüne atak yapıyordu.
Aman geri kalmayayım diyen her fert, her aile, her şehir, her devlet, her şirket dur-durak bilmeksizin çalışıyor; ihalelere giriyor, ar-ge ile kendini geliştiriyor, bu daralan dünyada kendine güvenli bir yer bulmak istiyordu.
Garip bir yarışma (kapışma-boğuşma) içindeyiz. Yarışma OKS imtihanlarından başlıyor G-8'ler içinde sona eriyor. Aslında G-8'ler de gizli gizli birbirinin kuyusunu kazıyor. Doğal kaynaklar azalıyor, sular kuruyor, petrol yatakları için savaşlar birbirini kovalıyor.
Uçan sandalyeler dönüyor. Hepimiz bir koltuktayız. Kimi zevkten çıldırıp, kimi korkudan çığlık üstüne çığlık atıyor. Dönme dolap dönüyor. Onu kim durduracak?
Mustafa Kutlu
Neden sonra mideleri bulanmaya, başları dönmeye başlamış. Ancak sandalyeler durmuyor ve etrafta kimsecikler yok.
Sandalye dönmüş, bunlar bağırmış.
Sandalye dönmüş, bunlar bağırmış.
Dedim ya olayın ayrıntısını bilmiyorum. Sabah Lunapark'a giden görevliler sandalyelerin hâlâ dönmekte olduğunu görmüşler.
Bekçilerin ikisi de ölmüştü.
Bu olayı her hatırladığımda modern hayatın durdurulamaz, insafsız hızını düşünüyorum. Hepimiz bir sandalyede uçuyoruz şimdilik, ve dönme dolap dönüyor.
Oysa çocukluğumuzdaki tahta dönme dolabı güçlü kuvvetli iki adam çevirirdi. İptidai bir şeydi elbette ama biz çocukları sevindiriyordu. Sevincin ilkeli, geri kalmışı, moderni, postmoderni olur mu? Bilmem, belki olur. Biz nohut oda, bakla sofa ahşap evleri gördük, onlarla yaşadık; ardından apartımanlara, gökdelenlere yetiştik.
Eski ve yeni dünyayı birarada yaşamak bizim nesillere nasip oldu; bizden sonrakiler eski dünyayı ancak kitaplarda okuyacak, ninelerinin, dedelerinin hatıralarından dinleyecek.
Oysa şurası malum: Hayat kitaplardan okunarak kavranılamaz. Hatta bir adım daha atıp şunu diyorum: Hayat hiçbir vakit kavranılamaz. Meğer ki Cenab-ı Hakk'ın kalbimize ilham ettiği bir işaret olmasın.
Eski dünyada insanlar esnaf olsun, zenaat sahibi olsun, çiftçi veya memur olsun sabah namazına kalkarak güne başlardı.
Eşine, dostuna, komşusuna, mesai arkadaşına selam verip; hal-hatır sorduktan sonra işe girişirdi. Günlük kazanç nasip ileydi. Ne fazla artar, ne çok eksilirdi. Fiyatlar dahi öyleydi. İnsanlar eski takvime (mevsimlere) uygun yaşar, istikbal endişesi taşımazdı. Zengin ile fakirin hayat tarzı neredeyse aynı idi.
Doğum, ölüm, düğün, sünnet, hastalık, seyahat, hac, askere gidiş, askerden dönüş, gurbet, ibadet gibi vakalar özel önem taşır; insanlar bütün bu olaylara gönülden katılırdı. Kimsenin kimseyle dalaştığı, durduk yerde niza çıkardığı görülmemişti. Hırsızlık yok gibiydi. Kapıları kilitlemeden yatardık. Çocukluğumdan itibaren 25yıl içinde Erzincan'da bir tek cinayet işlenmiştir. Kahveci Yaşar'ı vurmuşlar denildi. Belki de kaza idi.
Ne evlerin, ne arsaların fiyatı artıyor, kimse rant peşinde koşmuyordu. O günler herhalde “fakir ama onurlu” günlerdi.
Hayat hep böyle kıpırtısız bir göl gibi uyumaz. Biri ona bir gün bir taş atar, gölün suyu dalgalanır.
İlk dalga kıyıya çarptığında insanlar tedirgin olur. Ya çek ödenecek, ya alacak tahsiline çıkılacak. Borsa ya çıkacak ya inecek. Acaba dolar mı iyi, yoksa altın mı? Yatırım nereye yapılacak, hangi mal kapatılacak? Ödemeler dengesi ne olacak?
İdeolojiler teknolojiyi, teknoloji ideolojileri besledi. Zenginler daha zengin, fakirler daha fakir oldu. Dünyanın keşfedilmemiş bir yanı kalmadı. Kapitalizm tarihin sonunu ilan etti.
Hayat büyüsünü ve şiirini kaybetti.
Artık araçlardan, makinalardan ve makinalaşmış insanlardan oluşan bir kalabalık vardı. Bu orkestrayı “piyasa” yönlendiriyor, küresel sermaye atak üstüne atak yapıyordu.
Aman geri kalmayayım diyen her fert, her aile, her şehir, her devlet, her şirket dur-durak bilmeksizin çalışıyor; ihalelere giriyor, ar-ge ile kendini geliştiriyor, bu daralan dünyada kendine güvenli bir yer bulmak istiyordu.
Garip bir yarışma (kapışma-boğuşma) içindeyiz. Yarışma OKS imtihanlarından başlıyor G-8'ler içinde sona eriyor. Aslında G-8'ler de gizli gizli birbirinin kuyusunu kazıyor. Doğal kaynaklar azalıyor, sular kuruyor, petrol yatakları için savaşlar birbirini kovalıyor.
Uçan sandalyeler dönüyor. Hepimiz bir koltuktayız. Kimi zevkten çıldırıp, kimi korkudan çığlık üstüne çığlık atıyor. Dönme dolap dönüyor. Onu kim durduracak?
Mustafa Kutlu