sivetok
Kayıtlı Kullanıcı
Sesli olarak dinlemk isterseniz lutfen tıklayınız
HERKUL.ORG :. Kırık Testi
Soru: Daha önceki bir sohbetinizde “mazeret döktürme”nin de “zımnî yalan” olduğunu ifade etmiştiniz. Mü’minleri ve münafıkları birbirinden ayıran davranışlar açısından, hata ve günahlar karşısında “mazeret döktürme” meselesini bir misalle açıklayabilir misiniz?
Cevap: “Mazeret döktürme” tabiri, bir kusur, kabahat ya da suç için mücbir sebepler ileri sürmeyi ve onun hoşgörülmesi maksadıyla bahaneler sayıp dökmeyi ifade etmektedir. Bazı kimseler, hatalarını kabul etmeye bir türlü yanaşmazlar; ya atf-ı cürümlerde bulunur, başkalarını suçlarlar ya da zorlayıcı sebepler ve olmadık bahaneler sıralayarak işin içinden sıyrılmaya çalışırlar.
Oysa, bir suç işlemek veya bir günaha girmek kötüdür, çirkindir; fakat, o suça veya günaha mazeret bulma istikametinde beyanda bulunmak daha kötü ve daha çirkindir. Hatanın hoşgörülmesi ya da suçun affedilmesi için “şöyle olmuştu, böyle vuku bulmuştu” diyerek mazeretler ileri sürmek ve o türlü bahanelerin arkasına sığınarak kendini temize çıkarma kasdıyla sözü eğip bükmek vebali daha da katlamak demektir. Çünkü, böyle bir davranış, nefsi tezkiye etmenin, kendi kusurlarını hiç görmemenin, ahirette her şeyin hakikatinin ayan beyan ortaya çıkacağını düşünmemenin ve dolayısıyla bağışlanma arayışında olmamanın ifadesidir.
Bu açıdan da, “özür dilemek” ile “mazeret döktürmek” birbirinden çok farklı şeylerdir. Bir kabahatten sonra hatayı kabullenme, suçu itiraf etme, hak sahiplerinden özür dileme ve Allah’tan da mağfiret dilenme, yapılan yanlışı telafi etmek için ortaya konan çok önemli bir gayret ve bir fazilettir. Fakat, kendisinin masum olduğuna başkalarını inandırmak için vâkıaya tam mutabık olmayan sözler söyleme ve muhataplarını kandırmaya mâtuf bahaneler ileri sürme, insanları aldatma çabasıdır, yalandır ve mü’mine yakışmayan bir davranıştır.
Aslında, bir kabahat ya da günah karşısındaki en doğru davranış, nefsi tezkiye etmeye çalışmadan ve mazeretler arkasına saklanmadan, “Allah affetsin, siz de bağışlayın. Cismaniyetime yenik düştüm, cürüm işledim; zaten benden de ancak bu beklenirdi!” diyerek hem muhataplardan affedilmeyi istemek hem de Cenâb-ı Hakk’a tevbe etmektir. Ne var ki, böyle bir civanmertlik ancak hakiki mü’minlere has bir güzelliktir; münafıkların şiarı ise, sürekli bahanelere ve mazeretlere sığınarak paka çıkma gayretidir.
İşte, bu meselede mü’min ile münafığın birbirinden nasıl ayrıldığını -bir turnusol kağıdı gibi- gösteren en güzel misallerden biri Tebük Seferi olmuştur.
Tebük Seferi ve Seferberlik Hâli
Bilindiği üzere; Tebük Seferi, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Şam’da toplanan kırkbin kişilik Bizans ordusuna karşı yapmış olduğu askerî harekettir. Bu hareket, Arap yarımadasının kuzeyinde, Medine ile Şam’ın ortasında bulunan, suyu ve hurmalığı bol bir yer olan Tebük’e kadar uzanıp orada sona erdiği için bu adı almıştır. Ciddî bir savaş hazırlığı içinde gidilip de, savaş olmadan geriye dönülen Tebük Seferi’nde, o zamana kadarki en güçlü ve düzenli İslâm ordusu techiz edilmiş; Bizans’a karşı sindirme harekâtı ve savaş tatbikatı yapılmış ve neticesi itibarıyla askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılarak geri dönülmüştür.
Sıcaklık, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve düşman ordusunun gücü gibi unsurların iyice zorlaştırdığı bu sefere çok çetin bir savaş olacağı mülahazasıyla çıkılmıştı. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya), güçlüsüyle zayıfıyla bütün müslümanları açıktan cihada davet etmiş ve inananlar arasında umumî seferberlik havasının yayılmasını sağlamıştı. O, bir yandan “Allahım, şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde Sana ibadet eden kalmayacak!” diyerek Mevlâ-yı Müteâl’e içini dökmüş, O’nun havl ve kuvvetine sığınmış; diğer taraftan da, bütün mü’minleri mallarıyla ve canlarıyla cihada teşvik etmiş, zafer için gereken sebepleri yerine getirmişti.
Tebük hazırlıkları sırasında, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in teşvikleri üzerine tarihte eşine az rastlanabilecek fedakârlık örnekleri sergilenmişti. Zenginiyle fakiriyle topyekün Ashab-ı Kiram orduya yardım için koşmuşlardı. “Aileme Allah’ı ve Rasûlü’nü bıraktım” diyen Hazreti Ebu Bekir malının tamamını infak etmişti. Onu hayranlıkla seyreden Hazreti Ömer ve Abdurrahman b. Avf gibi önde gelenler mallarının yarısını verirken, diğer sahabîler de servetlerinin büyük bir bölümünü infak etmişlerdi.
Ordunun techizinde en büyük yardımı Hazreti Osman yapmıştı. O, üçyüz deve, yüz tane de at bağışlamış; sonra birer altın sarf ederek onbin askeri su içtikleri kapların ağız bağlarına ve askı iplerine kadar techiz etmişti. Bununla da yetinmeyerek, ayrıca bin altını Rasûlullah’ın kucağına dökünce, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Allahım, ben Osman’dan râzıyım, Sen de razı ol!” diye dua etmiş ve akabinde “Bundan sonra Osman’ın yaptığı ona zarar vermeyecektir; Allah onu günahtan koruyacaktır.” buyurmuştu.
Sadece erkekler değil, kadınlar da “infak edenler” defterine kaydolmak için koşmuş ve onlar da imkanları ölçüsünde yardımda bulunmuşlardı. Sadaka ve himmetlerini Hazreti Aişe Validemizin evinde toplamış; bilezik, halhal, yüzük, küpe ve daha işe yarayacak ne varsa getirip yere serdikleri bir örtüye bırakıvermişlerdi. Kimisi birkaç tane bilezik verirken, kimisi de develerin ayağını bağlamaya yarayacak bir kayışı ancak bulabilmiş ve onunla da olsa yardım edenlerin arasına dahil olmuştu.
Sahabenin bu himmeti sayesinde sefere katılacak mü’minlerin ekseriyeti techiz edilmişti ama sayı çok fazla olduğu için yapılan yardımlar herkese yetişmemişti. Bundan dolayı, özellikle -bir kısım kaynaklarda “ağlayanlar” olarak anılan- yedi tane sahabî, infak edecek ve sefer hazırlığı yapacak imkan bulamamanın hüznüyle Allah Rasûlü’ne gelmiş, hazinede de bir şey kalmadığını öğrenince çaresizlikle ve gözyaşları içinde geri dönmüşlerdi. Daha sonra, bazı sahabîler son bir fedakarlık yapmış ve onların ihtiyaçlarını da gidermişlerdi.
O gün elinde hiç imkanı olmayan sahabîler bile, infakta bulunanların arasında yer alabilmek için adeta çırpınmışlardı; onlardan kimisi başındaki sarığını çıkarıp vermiş, kimisi sabaha kadar su çekerek kazanıp getirdiği bir avuç hurmayı tasadduk etmiş ve kimisi de evindeki tek su kırbasını himmet mallarının içine katarak umumî sevaba ortak olmuştu. Evet, o gün, gönülden inanmış her insana, hiçbir bahane ve mazeretin ardına saklanmadan, yüreğini ortaya koyup gücü ve kuvveti ölçüsünde infakta bulunmak düşüyordu; mü’minler işte bunu yapmışlardı.
Münafıklar ise; her meseleye nefsanîlik açısından yaklaşıp her şeyi egoizmaya bağlı değerlendirdikleri için sürekli fesada sebebiyet verdikleri gibi, gerek Tebük gazvesi hazırlıklarında ve gerekse yolculuk sırasında fitne çıkarmaktan geri durmamışlardı. Mü’minlerin yüreklerine korku ve ümitsizlik salmaya çalışmışlar; “Allah senin azıcık malına mı muhtaç!” diyerek himmet edenler arasında yer almak isteyenleri alaya almışlardı. Münafıklardan yaklaşık seksen tanesi Tebük seferine katılmamak için Rasûl-ü Ekrem’e bir sürü bahane saymış ve izin istemişlerdi. Onlardan bazıları da, ganimet devşirmek ümidiyle orduya katılmış ama yol boyunca bozgunculuk yapmaktan bir an dûr olmamışlardı.
Mü’min olduğu halde küçük bir ihmalden dolayı geride kalıp İslam ordusundan ayrı düşenler de mevcuttu. Bunlardan birisi de Ebû Hayseme el-Ensarî idi. Seferin başladığı zaman tam bağ bozumu mevsimiydi; dallardaki meyveler insanlara tebessüm ediyordu. Güneşin kavuruculuğuna karşılık gölgenin daha bir kıymetlendiği sıcak bir gündü. Ebû Hayseme’nin güzelliğiyle meşhur zevcesi bahçedeki ağaçları sulamış ve çardağa su serperek havayı iyice serinletmişti. Güzel yemekler hazırlamış, sofrayı serin su ve taze meyvelerle donatmıştı. Ebû Hayseme, kendisine arz edilen bu nimetler içinde, gölgenin serinliğini damarlarında hissettiği, soğuk sudan kana kana içtiği ve eşinin varlığıyla daha da inşiraha erdiği bir anda zihnine hücum eden bir mülahazayla ürperivermişti. Kendi kendine, “Allah’ın elçisi güneşin altında, kızgın rüzgar karşısında ve boğucu kum fırtınaları içinde harbe gitsin; Ebû Hayseme ise serin gölgede otursun, güzel güzel yemekler yesin ve güzel eşinin yanında safa sürsün; bu revâ mıdır, bir mü’mine hiç yakışır mı?” demişti. Hemen ayağa kalkmış, devesini semerlemiş ve ailesiyle vedalaşıp yola koyulmuştu.
O esnâda, ashabıyla beraber bir su başında azıcık dinlenmekte olan Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine tarafından bir toz bulutunun yükseldiğini görünce, “Keşke Ebû Hayseme olsan!..” demişti. Biraz sonra da beklediği ve tahmin ettiği insanı karşısında görünce büyük memnuniyet duymuştu. Telaşla ve canı dudağında kervana katılan Ebû Hayseme ise, kendisini Allah Rasûlü’nün kucağına atarken sadece “Yâ Rasûlallah, nerede ise helak oluyordum” diyebilmişti. Zira o, mü’minlerden ayrılmanın ve mücahededen geri kalmanın ciddî bir günah olduğunu biliyordu ve işte böyle bir günahla helâk olmaktan çok korkmuştu. Geç de olsa her şeyi elinin tersiyle itip kafileye arkadan yetişmiş ve böylece Efendiler Efendisi’nin sancağı altına girerek o korkudan emin olmuştu.
Heyhat ki, “nasıl olsa yetişirim” deyip ağırdan alan ama Tebük Kervanı’nı kaçırdıktan sonra ona ulaşma fırsatını bir daha da hiç bulamayan ve meşrû bir özrü olmadığı halde sefere katılmayan mü’minler de vardı. Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye bunlardandı.
Hazırlıklı, düzenli ve güçlü İslâm ordusunun her çeşit savaş riskini göze alarak Tebük’e kadar ulaşması, psikolojik bakımdan güç dengesini Müslümanların lehine çevirmişti. Hicaz’a saldırıp İslam coğrafyasını yakıp yıkmak üzere yola çıkan Heraklius ve askerleri, mü’minlerin cesareti karşısında çok korkmuş, dehşete kapılmış ve savaştan vazgeçmişlerdi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) Tebük’te yirmi gün kadar kaldıktan sonra, Ashab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare ederek geri dönmeye karar vermişti.
Fahr-i Kainat Efendimiz, seferden döndüğü zaman, Tebük gazvesine katılmayıp Medine’de kalanlar tek tek gelip özür dilemişler ve mazeretlerini yeminlerle te’yit etmişlerdi. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz de, onların sözlerini dış görünüşleri itibarıyla kabul edip, işin iç yüzünü ve onların niyetlerini Allah’a havale etmiş ve haklarında istiğfarda bulunmuştu. Sadece, Kâ’b b. Mâlik ve diğer iki arkadaşı Rasûl-ü Ekrem’in huzuruna girince bahane uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylemiş ve haklarında verilecek hükmü intizar etmişlerdi.
Kâ’b b. Mâlik’in Hicranı
Kâ’b b. Mâlik, Akabe’de İnsanlığın İftihar Tablosu’na bey’at etmiş, Bedir dışındaki bütün gazalara katılmış; kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir insandı. Şiirleriyle hasımların moral dünyalarını alt-üst edebilecek kadar söz üstadıydı. Fakat, her türlü imkana sahip olduğu ve bir özrü de bulunmadığı halde Tebük seferine katılmamıştı. İşte, bu büyük sahabînin sefer esnasında ve sonrasında yaşadıkları, duygu ve düşünceleri, tavır ve davranışları mevzumuza çok güzel bir misaldir. Fakat, bu hazin hikaye, o yüce kâmeti sorgulama manasına da gelebileceğinden dolayı, hadisenin mevzuyla alakalı kısmını, Kâ’b b. Mâlik hazretlerinin kendi dilinden aktarmak daha doğru olsa gerektir. En muteber kaynaklarda nakledilen hadis-i şeriflere göre; Hazreti Kâ’b serencamesini şöyle anlatmıştır:
“Ben hiçbir zaman, katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya hiç getirememiştim; fakat, bu sefere çıkılacağı esnada, iki tane binek devesine birden sahiptim.
Aslında, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemezdi, bir başka yere gittiği sanılırdı. Ne var ki, bu gazve sıcak bir mevsimde, uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Rasûl-ü Ekrem hedefi açıkça söylemiş; iyice hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini haber vermişti.
DEVAMI AŞAĞIDADIR
HERKUL.ORG :. Kırık Testi
Soru: Daha önceki bir sohbetinizde “mazeret döktürme”nin de “zımnî yalan” olduğunu ifade etmiştiniz. Mü’minleri ve münafıkları birbirinden ayıran davranışlar açısından, hata ve günahlar karşısında “mazeret döktürme” meselesini bir misalle açıklayabilir misiniz?
Cevap: “Mazeret döktürme” tabiri, bir kusur, kabahat ya da suç için mücbir sebepler ileri sürmeyi ve onun hoşgörülmesi maksadıyla bahaneler sayıp dökmeyi ifade etmektedir. Bazı kimseler, hatalarını kabul etmeye bir türlü yanaşmazlar; ya atf-ı cürümlerde bulunur, başkalarını suçlarlar ya da zorlayıcı sebepler ve olmadık bahaneler sıralayarak işin içinden sıyrılmaya çalışırlar.
Oysa, bir suç işlemek veya bir günaha girmek kötüdür, çirkindir; fakat, o suça veya günaha mazeret bulma istikametinde beyanda bulunmak daha kötü ve daha çirkindir. Hatanın hoşgörülmesi ya da suçun affedilmesi için “şöyle olmuştu, böyle vuku bulmuştu” diyerek mazeretler ileri sürmek ve o türlü bahanelerin arkasına sığınarak kendini temize çıkarma kasdıyla sözü eğip bükmek vebali daha da katlamak demektir. Çünkü, böyle bir davranış, nefsi tezkiye etmenin, kendi kusurlarını hiç görmemenin, ahirette her şeyin hakikatinin ayan beyan ortaya çıkacağını düşünmemenin ve dolayısıyla bağışlanma arayışında olmamanın ifadesidir.
Bu açıdan da, “özür dilemek” ile “mazeret döktürmek” birbirinden çok farklı şeylerdir. Bir kabahatten sonra hatayı kabullenme, suçu itiraf etme, hak sahiplerinden özür dileme ve Allah’tan da mağfiret dilenme, yapılan yanlışı telafi etmek için ortaya konan çok önemli bir gayret ve bir fazilettir. Fakat, kendisinin masum olduğuna başkalarını inandırmak için vâkıaya tam mutabık olmayan sözler söyleme ve muhataplarını kandırmaya mâtuf bahaneler ileri sürme, insanları aldatma çabasıdır, yalandır ve mü’mine yakışmayan bir davranıştır.
Aslında, bir kabahat ya da günah karşısındaki en doğru davranış, nefsi tezkiye etmeye çalışmadan ve mazeretler arkasına saklanmadan, “Allah affetsin, siz de bağışlayın. Cismaniyetime yenik düştüm, cürüm işledim; zaten benden de ancak bu beklenirdi!” diyerek hem muhataplardan affedilmeyi istemek hem de Cenâb-ı Hakk’a tevbe etmektir. Ne var ki, böyle bir civanmertlik ancak hakiki mü’minlere has bir güzelliktir; münafıkların şiarı ise, sürekli bahanelere ve mazeretlere sığınarak paka çıkma gayretidir.
İşte, bu meselede mü’min ile münafığın birbirinden nasıl ayrıldığını -bir turnusol kağıdı gibi- gösteren en güzel misallerden biri Tebük Seferi olmuştur.
Tebük Seferi ve Seferberlik Hâli
Bilindiği üzere; Tebük Seferi, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Şam’da toplanan kırkbin kişilik Bizans ordusuna karşı yapmış olduğu askerî harekettir. Bu hareket, Arap yarımadasının kuzeyinde, Medine ile Şam’ın ortasında bulunan, suyu ve hurmalığı bol bir yer olan Tebük’e kadar uzanıp orada sona erdiği için bu adı almıştır. Ciddî bir savaş hazırlığı içinde gidilip de, savaş olmadan geriye dönülen Tebük Seferi’nde, o zamana kadarki en güçlü ve düzenli İslâm ordusu techiz edilmiş; Bizans’a karşı sindirme harekâtı ve savaş tatbikatı yapılmış ve neticesi itibarıyla askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılarak geri dönülmüştür.
Sıcaklık, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve düşman ordusunun gücü gibi unsurların iyice zorlaştırdığı bu sefere çok çetin bir savaş olacağı mülahazasıyla çıkılmıştı. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya), güçlüsüyle zayıfıyla bütün müslümanları açıktan cihada davet etmiş ve inananlar arasında umumî seferberlik havasının yayılmasını sağlamıştı. O, bir yandan “Allahım, şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde Sana ibadet eden kalmayacak!” diyerek Mevlâ-yı Müteâl’e içini dökmüş, O’nun havl ve kuvvetine sığınmış; diğer taraftan da, bütün mü’minleri mallarıyla ve canlarıyla cihada teşvik etmiş, zafer için gereken sebepleri yerine getirmişti.
Tebük hazırlıkları sırasında, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in teşvikleri üzerine tarihte eşine az rastlanabilecek fedakârlık örnekleri sergilenmişti. Zenginiyle fakiriyle topyekün Ashab-ı Kiram orduya yardım için koşmuşlardı. “Aileme Allah’ı ve Rasûlü’nü bıraktım” diyen Hazreti Ebu Bekir malının tamamını infak etmişti. Onu hayranlıkla seyreden Hazreti Ömer ve Abdurrahman b. Avf gibi önde gelenler mallarının yarısını verirken, diğer sahabîler de servetlerinin büyük bir bölümünü infak etmişlerdi.
Ordunun techizinde en büyük yardımı Hazreti Osman yapmıştı. O, üçyüz deve, yüz tane de at bağışlamış; sonra birer altın sarf ederek onbin askeri su içtikleri kapların ağız bağlarına ve askı iplerine kadar techiz etmişti. Bununla da yetinmeyerek, ayrıca bin altını Rasûlullah’ın kucağına dökünce, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Allahım, ben Osman’dan râzıyım, Sen de razı ol!” diye dua etmiş ve akabinde “Bundan sonra Osman’ın yaptığı ona zarar vermeyecektir; Allah onu günahtan koruyacaktır.” buyurmuştu.
Sadece erkekler değil, kadınlar da “infak edenler” defterine kaydolmak için koşmuş ve onlar da imkanları ölçüsünde yardımda bulunmuşlardı. Sadaka ve himmetlerini Hazreti Aişe Validemizin evinde toplamış; bilezik, halhal, yüzük, küpe ve daha işe yarayacak ne varsa getirip yere serdikleri bir örtüye bırakıvermişlerdi. Kimisi birkaç tane bilezik verirken, kimisi de develerin ayağını bağlamaya yarayacak bir kayışı ancak bulabilmiş ve onunla da olsa yardım edenlerin arasına dahil olmuştu.
Sahabenin bu himmeti sayesinde sefere katılacak mü’minlerin ekseriyeti techiz edilmişti ama sayı çok fazla olduğu için yapılan yardımlar herkese yetişmemişti. Bundan dolayı, özellikle -bir kısım kaynaklarda “ağlayanlar” olarak anılan- yedi tane sahabî, infak edecek ve sefer hazırlığı yapacak imkan bulamamanın hüznüyle Allah Rasûlü’ne gelmiş, hazinede de bir şey kalmadığını öğrenince çaresizlikle ve gözyaşları içinde geri dönmüşlerdi. Daha sonra, bazı sahabîler son bir fedakarlık yapmış ve onların ihtiyaçlarını da gidermişlerdi.
O gün elinde hiç imkanı olmayan sahabîler bile, infakta bulunanların arasında yer alabilmek için adeta çırpınmışlardı; onlardan kimisi başındaki sarığını çıkarıp vermiş, kimisi sabaha kadar su çekerek kazanıp getirdiği bir avuç hurmayı tasadduk etmiş ve kimisi de evindeki tek su kırbasını himmet mallarının içine katarak umumî sevaba ortak olmuştu. Evet, o gün, gönülden inanmış her insana, hiçbir bahane ve mazeretin ardına saklanmadan, yüreğini ortaya koyup gücü ve kuvveti ölçüsünde infakta bulunmak düşüyordu; mü’minler işte bunu yapmışlardı.
Münafıklar ise; her meseleye nefsanîlik açısından yaklaşıp her şeyi egoizmaya bağlı değerlendirdikleri için sürekli fesada sebebiyet verdikleri gibi, gerek Tebük gazvesi hazırlıklarında ve gerekse yolculuk sırasında fitne çıkarmaktan geri durmamışlardı. Mü’minlerin yüreklerine korku ve ümitsizlik salmaya çalışmışlar; “Allah senin azıcık malına mı muhtaç!” diyerek himmet edenler arasında yer almak isteyenleri alaya almışlardı. Münafıklardan yaklaşık seksen tanesi Tebük seferine katılmamak için Rasûl-ü Ekrem’e bir sürü bahane saymış ve izin istemişlerdi. Onlardan bazıları da, ganimet devşirmek ümidiyle orduya katılmış ama yol boyunca bozgunculuk yapmaktan bir an dûr olmamışlardı.
Mü’min olduğu halde küçük bir ihmalden dolayı geride kalıp İslam ordusundan ayrı düşenler de mevcuttu. Bunlardan birisi de Ebû Hayseme el-Ensarî idi. Seferin başladığı zaman tam bağ bozumu mevsimiydi; dallardaki meyveler insanlara tebessüm ediyordu. Güneşin kavuruculuğuna karşılık gölgenin daha bir kıymetlendiği sıcak bir gündü. Ebû Hayseme’nin güzelliğiyle meşhur zevcesi bahçedeki ağaçları sulamış ve çardağa su serperek havayı iyice serinletmişti. Güzel yemekler hazırlamış, sofrayı serin su ve taze meyvelerle donatmıştı. Ebû Hayseme, kendisine arz edilen bu nimetler içinde, gölgenin serinliğini damarlarında hissettiği, soğuk sudan kana kana içtiği ve eşinin varlığıyla daha da inşiraha erdiği bir anda zihnine hücum eden bir mülahazayla ürperivermişti. Kendi kendine, “Allah’ın elçisi güneşin altında, kızgın rüzgar karşısında ve boğucu kum fırtınaları içinde harbe gitsin; Ebû Hayseme ise serin gölgede otursun, güzel güzel yemekler yesin ve güzel eşinin yanında safa sürsün; bu revâ mıdır, bir mü’mine hiç yakışır mı?” demişti. Hemen ayağa kalkmış, devesini semerlemiş ve ailesiyle vedalaşıp yola koyulmuştu.
O esnâda, ashabıyla beraber bir su başında azıcık dinlenmekte olan Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine tarafından bir toz bulutunun yükseldiğini görünce, “Keşke Ebû Hayseme olsan!..” demişti. Biraz sonra da beklediği ve tahmin ettiği insanı karşısında görünce büyük memnuniyet duymuştu. Telaşla ve canı dudağında kervana katılan Ebû Hayseme ise, kendisini Allah Rasûlü’nün kucağına atarken sadece “Yâ Rasûlallah, nerede ise helak oluyordum” diyebilmişti. Zira o, mü’minlerden ayrılmanın ve mücahededen geri kalmanın ciddî bir günah olduğunu biliyordu ve işte böyle bir günahla helâk olmaktan çok korkmuştu. Geç de olsa her şeyi elinin tersiyle itip kafileye arkadan yetişmiş ve böylece Efendiler Efendisi’nin sancağı altına girerek o korkudan emin olmuştu.
Heyhat ki, “nasıl olsa yetişirim” deyip ağırdan alan ama Tebük Kervanı’nı kaçırdıktan sonra ona ulaşma fırsatını bir daha da hiç bulamayan ve meşrû bir özrü olmadığı halde sefere katılmayan mü’minler de vardı. Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye bunlardandı.
Hazırlıklı, düzenli ve güçlü İslâm ordusunun her çeşit savaş riskini göze alarak Tebük’e kadar ulaşması, psikolojik bakımdan güç dengesini Müslümanların lehine çevirmişti. Hicaz’a saldırıp İslam coğrafyasını yakıp yıkmak üzere yola çıkan Heraklius ve askerleri, mü’minlerin cesareti karşısında çok korkmuş, dehşete kapılmış ve savaştan vazgeçmişlerdi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) Tebük’te yirmi gün kadar kaldıktan sonra, Ashab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare ederek geri dönmeye karar vermişti.
Fahr-i Kainat Efendimiz, seferden döndüğü zaman, Tebük gazvesine katılmayıp Medine’de kalanlar tek tek gelip özür dilemişler ve mazeretlerini yeminlerle te’yit etmişlerdi. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz de, onların sözlerini dış görünüşleri itibarıyla kabul edip, işin iç yüzünü ve onların niyetlerini Allah’a havale etmiş ve haklarında istiğfarda bulunmuştu. Sadece, Kâ’b b. Mâlik ve diğer iki arkadaşı Rasûl-ü Ekrem’in huzuruna girince bahane uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylemiş ve haklarında verilecek hükmü intizar etmişlerdi.
Kâ’b b. Mâlik’in Hicranı
Kâ’b b. Mâlik, Akabe’de İnsanlığın İftihar Tablosu’na bey’at etmiş, Bedir dışındaki bütün gazalara katılmış; kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir insandı. Şiirleriyle hasımların moral dünyalarını alt-üst edebilecek kadar söz üstadıydı. Fakat, her türlü imkana sahip olduğu ve bir özrü de bulunmadığı halde Tebük seferine katılmamıştı. İşte, bu büyük sahabînin sefer esnasında ve sonrasında yaşadıkları, duygu ve düşünceleri, tavır ve davranışları mevzumuza çok güzel bir misaldir. Fakat, bu hazin hikaye, o yüce kâmeti sorgulama manasına da gelebileceğinden dolayı, hadisenin mevzuyla alakalı kısmını, Kâ’b b. Mâlik hazretlerinin kendi dilinden aktarmak daha doğru olsa gerektir. En muteber kaynaklarda nakledilen hadis-i şeriflere göre; Hazreti Kâ’b serencamesini şöyle anlatmıştır:
“Ben hiçbir zaman, katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya hiç getirememiştim; fakat, bu sefere çıkılacağı esnada, iki tane binek devesine birden sahiptim.
Aslında, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemezdi, bir başka yere gittiği sanılırdı. Ne var ki, bu gazve sıcak bir mevsimde, uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Rasûl-ü Ekrem hedefi açıkça söylemiş; iyice hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini haber vermişti.
DEVAMI AŞAĞIDADIR