HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
DIŞ SİYASET
77- Şerî hükme göre tüm dünya iki kısma ayrılır. Bir üçüncüsü ise yoktur. Dâr–ül Harb veya Dâr-ül Küfür ve Dâr-ül İslâm. İslâm ile hükmedilen ve emniyeti de İslâm ile sağlanan her belde Dâr-ül İslâm'dır, o ülke sakinleri gayri müslimler olsalar dahi. İslâm'dan başka sistemle idare edilen, güvenliği de İslâm'dan başka güçler tarafından sağlanan her bölgeye Dâr-ül Harb veya Dâr-ül Küfür denir, oranın halkı müslüman olsalar dahi. Süleyman b. Büreyde'nin rivayet ettiği bir hadis şöyledir :
"Onları İslâm'a çağır. Eğer senin davetini kabul ederlerse onlardan vazgeç. Sonra yurtlarından muhacirlerin yurtlarına göç etmeleri için onlara çağrıda bulun. Eğer böyle yaparlarsa muhacirlerin sahip oldukları haklara sahip olabilecekleri gibi onların sorumlu olduklarından, da sorumlu olacaklarını onlara bildir." [1] Bu hadis, onların muhacirlerin sahip oldukları haklara ve mükellef oldukları görevlere sahip olmaları için "Dâr"larından (ülkelerinden) muhacirlerin "Dâr"ına (ülkesine) göç etmelerinin şartı olduğuna bir delildir. Muhacirlerin "Dâr"ı ise Dâr-ül İslâm'dır. Onun dışındakiler ise Dâr-ül Harb'dir. Yani müslüman olan o kişilerden, yurtlarından Dâr-ül İslâm'a göç etmelerini talep edildi. Ta ki onların üzerlerine Dâr-ül İslâm hükümleri tatbik edilsin. Eğer Dâr-ül İslâm'a göç etmezlerse, onlara Dâr-ül İslâm hükümleri tatbik edilmez. Yani onlara Dâr-ül Harb hükümleri tatbik edilir.
Dâr-ül Harb ya da Dâr-ül Küfür ve Dâr-ül İslâm kelimeleri şerî istilahlardır. Bu kelimelerin her biri İslâm'a, küfre ve harbe izafe edilmiştir. Ve Dâr-ül Harb, Dâr-ül Küfür ve Dâr-ül İslâm şeklinde kullanılmıştır. Müslümanlara ve kâfirlere izafe edilmemiş, müslümanların ve kâfirlerin yurdu şeklinde kullanılmamıştır. Dâr kelimesinin İslâm'a izafetiyle, devletin sahip olduğu hüküm ve emânın İslâm'a ait olduğu ifade edilmiştir. Böyle olunca Dâr-ül İslâm, içerisinde İslâm Dini'nin devletle hakim kılındığı yer demektir. İslâm'ın devlet içinde hakim olması, ancak sulta (otorite) ve emânın İslâm olması demektir.
Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, bütün dünya Dâr-ül İslâm ve Dâr-ül Küfür diye iki kısma ayrılmıştır. Binaenaleyh, dış siyaset denildiği zaman; İslâm Devleti'nin, halkı müslüman olsun gayri müslim olsun Dâr-ül Küfür olarak kabul edilen ülkelerle ilişkisi demektir. İslâmî hükümlerle idare edilen ve emânı da İslâmla gerçekleşmiş olan ülkelere dış siyaset hükümleri uygulanmaz. Bu ülkeler, İslâm Devleti bünyesinden ayrı müstakil bir halde olsalar dahi bunların hepsi bir ülke mesabesinde olduğu için iç siyaset hükümleri tatbik edilir.
78- İslâm Devleti'nin dış ilişkileri; ister siyasî, ister iktisadî, ister kültürel ve bunun dışındaki ilişkiler olsun, İslâm Daveti'ni yüklenmek esası üzerine oturtulmuştur. Devlet bütün muamelelerde İslâm Daveti'ni yüklenmeyi esas olarak ittihaz eder. Nitekim Resulullah (SAV), gerek Kureyş gerekse diğer kâfir Arap devletleriyle olan ilişkilerini İslâm Daveti'ni yüklenme esası üzerine oturtmuştur. Savaşta veya barışta, anlaşmada veya iyi komşuluk ilişkilerinde, ticarette veya bunun dışındaki bütün ilişkilerde İslâm Daveti her zaman ön planda olmuştur. Ondan sonra Sahabe de aynı uygulamayı yürütmüştür. Böylece İslâm'ın dış siyasetinin esası, İslâm Daveti'ni yüklenmek olmuştur.
79- Dış siyaset iki temele dayanır :
Birincisi: İslâm Daveti'ni tebliğ maksadıyla çalışmalar yapmak. Bu iki yönde yapılır : Birincisi; soğuk savaş diye isimlendirileni yapmak. İkincisi ise; davetçi ve çeşitli tebliğ programları vasıtasıyla davet ve propaganda işlerini yürütmek.
İkincisi: Diplomasi işleri adı verilen siyasî işleri yapmak.
Nitekim Resulullah (SAV)'in Hudeybe olayında Umreye gidişi soğuk savaşın bir örneğini teşkil eder.
"Sana haram ayında savaşmaktan sorarlar. O ayda savaş büyük günahtır diye söyle." [2] ayeti, propagandaya bir örnektir. Resulullah (SAV)'in insanlara İslâmı öğretmeleri için Reci günü ashabından altı kişiyi göndermesi, yine Bi'ri Maune günü Necid halkına İslâmı öğretmeleri için müslümanların ileri gelenlerinden kırk kişiyi göndermesi, davet planına örnektir. Ayrıca Krallara elçiler göndermesi de diplomatik çalışmalara örnektir. Şam sınırları üzerinde İyle halkı ile anlaşmalar akdetmesi de siyasî çalışmaların örneğini teşkil eder. İşte böyle Resullah (SAV), Davet'in tebliği maksadıyla çeşitli faaliyetler yaptığı gibi, Daveti insanlara götürmek ve onlara ulaştırmak gayesiyle bir çok siyasî, diplomatik faaliyetler de yapıyordu. Bütün bu faaliyetlerin hepsi savaş öncesi Davet'in tebliğinden kabul edilir. Şeriat'ın istediği de budur. İbni Abbas (ra)'dan rivayet edilen bir hadiste:"Resulullah (SAV) bir kavme davet yapmadan önce onlarla savaşmıyordu." [3] Ferve b. Masik'ten rivayet edilen bir hadiste ise, Resulullah (SAV); "İslâm'a davet etmeden önce onlarla savaşa girme." dedi.
80- Devletlerarası kanunda asıl olan şudur: Eskiden beri dünyada devletler arasında, devletlerin tamamının üzerinde muvafık olduğu belirli fikirler ve kaidelerden oluşan bir genel örf ve ıstılah cereyan ediyordu. Elçileri ve kadınları öldürmemek, yaralı olan kişi üzerine saldırmamak, esire işkence yapmamak gibi devletlerarası bir takım örf ve ıstılahlar yaygındır. Fakat yeni devletlerarası kanunda asıl olan ise şudur: Hedefleri birbirine yakın olan devletler -ki onlar dünyadaki Hıristiyan devletleridir- çeşitli kongre ve toplantılar düzenleyerek belli bazı kaideler ve fikirler üzerinde ittifak etmişlerdir. Üzerinde ittifak ettikleri belli fikirleri devletlerarası kanunlar haline getirerek kendilerini o kanunlara bağlı kılmışlardır. Bunu aralarındaki harp ve sulh alakalarını tanzim için yaptılar. Bu kanunların gözetimini sadece kendilerine hasrettiler. O gün kaim olan İslâm Devleti ona dahil olmadı. Bu devletlerarası kanunlar onun üzerine uygulanır olarak kabul edilmedi. Bunun için devletlerarası kanunlar İslâm Devleti'ni kapsamıyordu. Batılı devletler, o kanunları İslâm Devleti'yle beraber görmüyorlardı. Fakat Osmanlı Devleti zayıflayınca, batılı devletleri razı etmek için çalışmaya başladı. Bu nedenle devletlerarası kanunlara dahil olmayı ve batılı devletlerin kendisini o kanunların kapsamına almalarını istedi. Batılı devletler ise ilk önce buna mani oldular. Onun bu isteğini kabul etmek istemediler. Fakat Osmanlı Devleti, devletlerarası ilişkilerinde İslâm'ı hakim kılmaktan vazgeçip, o devletlerarası kanunları devletlerarası ilişkilerde hakim kılmaya razı olunca batılı devletler, onu o devletlerarası kanunlara dahil etmeyi kabul ettiler. Artık Osmanlı Devleti, devletlerarası ilişkilerinde bu kanunlarla idare edilir oldu. Bu tarihten itibaren devletlerarası işlemler de genel olarak bu kanunlara göre yapılmaya başlandı. İşte bu şimdi yürürlükte olandır.
Ne var ki bu şerî hükümlere aykırıdır. Zira İslâma göre; İslâm Devleti'nin diğer devletlerle olan ilişkisinde ancak şerî hükümlerin hakim kılınması lazımdır, devletlerarası kanunlar değil. Onun için devletlerarası kanunların her birisine ayrı ayrı bakılır. O, bir vakıa olarak ele alınır ve iyi bir şekilde anlaşılır. Sonra bu konu ile ilgili şerî nass ele alınır ve o da iyi bir şekilde anlaşılır. Daha sonra o vakıa üzerine tatbik edilir. Ve bu vakıaya şerî nassın delalet ettiği hüküm verilir. Böylece bizimle diğer devletler arası ilişkilerde şerî hüküm uygulanmış olur, devletler arası kanunlar değil.
81- Ferdin hukukî varlığı, başka fertlerle olan ilişkilerine göre ele alınır, ferdin bizzat sadece kendisinin yaptıklarına göre ele alınmaz. Devletin hukukî varlığı da onun, diğer devletlerle olan ilişkilerine göre ele alınır, devletin dahilî işlerine göre değil. Zira devlet manevî bir şahsiyete sahiptir. Devlet, bu şahsiyetin mevkiine, etkinliğine ve diğer devletler katındaki suretine göre itibar olunur. İslâm Daveti'ni yüklenen devlet, diğer devletlerle olan ilişkilerinde daha etkilidir. Zira onun, hukukî varlığını ve Daveti koruyabilmesi, bir devlet olarak diğer devletlerle olan ilişkilerine bağlıdır. Ayrıca taşıdığı risaleti tebliğ işi, bu ilişkilerin durumuna ve şahsiyetindeki etkinlik derecesine ve diğer devletler katındaki suretine bağlıdır. Bu nedenle İslâm Devleti'nin; diğer devletler arasındaki şahsiyetini ve etkinliğini koruyabilmesi, dış siyasetinin en önemli hedeflerindendir. Nitekim devletler, düşmanı olan diğer devletlerin şeref ve onurunu zedelemek, ona karşı bir kamuoyu oluşturarak kamuoyundaki yerini kaybettirmek için çalışmayı adet edinirler. Batılı devletlerin İslâm Devleti'ne karşı yaptıkları gibi. Savaşta olsun barışta olsun, devlet ve devletlerarası kamuoyunun bir devletin etkinliği, mevkii ve onuru üzerine büyük etkisi vardır. Onun için devletin, devletlerarası kamuoyuna önem vermesi lazımdır ki karşısına çıkacak ve oluşturulacak kamuoyuna karşı koyabilsin ve kendisi fikri ve daveti lehine bir kamuoyu oluşturabilsin. Resulullah (SAV) bu hususa önem vermiştir. Nitekim bir hadiste şöyle demiştir :
"Bir aylık mesafeden korku ile zafere ulaştım." [4]
82- Allahu Teâlâ, müslümanlara İslâm Daveti'ni bütün insanlara taşımalarını ve onları Hilâfet Devleti'ne dahil etmelerini emretmiştir. Daveti yüklenme metodu olarak da cihadı farz kılmıştır. Böylece hiçbir duraklama ve gevşeklik göstermeden, İslâm Devleti'nin kâfirlere karşı cihad ilânına kalkması farz olur. Müslümanların devleti kurulduğundan İslâm Hilâfeti'nin sonuna kadar müslümanlar; siyaset, ilim ve kuvvet bakımından dünyanın birinci devleti olarak devam ettiler. Bu nedenle, müslümanların askerî bir pakt anlaşmasına girmeleri veya kâfirlerle birlikte bir koruma anlaşması yapmaları kesinlikle caiz değildir. Müslümanların, kendi meselelerini Güvenlik Konseyi'ne veya Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na ve herhangi bir devletin eline teslim etmeleri caiz olmaz. Ayrıca kâfir devletlerarası kanunlarına boyun eğmeleri veya şartlar ne olursa olsun yabancı devletlerin himayelerini ve hükümlerini kabul etmeleri caiz değildir. Zira, Allah (C.C) şöyle buyuruyor :
"Allah hiç bir zaman müslümanlar üzerine kâfirler için bir yol kılmaz." [5] (Bu ayet demektir ki; Allah, hiç bir zaman kâfirlerin müslümanlar üzerine sulta sahibi olmalarını kabul etmez.)
Kâfir devletlerarası teşkilâtlar ve kâfirlerin tarafından ortaya konulan bu türlü ilişki ve yardımlar, İslâm Devleti'nin siyasetine ters düşer. Halbuki İslâm Devleti'nin siyaseti, İslâm Devleti'nin devletlerarası, platformlara hakim olmasını ve dünyada tekrar birinci devlet olmasını farz kılar.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ebu Davud, Cihad, 2245
[2] Bakara : 217
[3] Ahmed b. Hanbel, Beni Haşim, 2001
[4] Ahmed b. Hanbel, Ensar, 21183
[5] Nisa : 14
* * * * * *
77- Şerî hükme göre tüm dünya iki kısma ayrılır. Bir üçüncüsü ise yoktur. Dâr–ül Harb veya Dâr-ül Küfür ve Dâr-ül İslâm. İslâm ile hükmedilen ve emniyeti de İslâm ile sağlanan her belde Dâr-ül İslâm'dır, o ülke sakinleri gayri müslimler olsalar dahi. İslâm'dan başka sistemle idare edilen, güvenliği de İslâm'dan başka güçler tarafından sağlanan her bölgeye Dâr-ül Harb veya Dâr-ül Küfür denir, oranın halkı müslüman olsalar dahi. Süleyman b. Büreyde'nin rivayet ettiği bir hadis şöyledir :
"Onları İslâm'a çağır. Eğer senin davetini kabul ederlerse onlardan vazgeç. Sonra yurtlarından muhacirlerin yurtlarına göç etmeleri için onlara çağrıda bulun. Eğer böyle yaparlarsa muhacirlerin sahip oldukları haklara sahip olabilecekleri gibi onların sorumlu olduklarından, da sorumlu olacaklarını onlara bildir." [1] Bu hadis, onların muhacirlerin sahip oldukları haklara ve mükellef oldukları görevlere sahip olmaları için "Dâr"larından (ülkelerinden) muhacirlerin "Dâr"ına (ülkesine) göç etmelerinin şartı olduğuna bir delildir. Muhacirlerin "Dâr"ı ise Dâr-ül İslâm'dır. Onun dışındakiler ise Dâr-ül Harb'dir. Yani müslüman olan o kişilerden, yurtlarından Dâr-ül İslâm'a göç etmelerini talep edildi. Ta ki onların üzerlerine Dâr-ül İslâm hükümleri tatbik edilsin. Eğer Dâr-ül İslâm'a göç etmezlerse, onlara Dâr-ül İslâm hükümleri tatbik edilmez. Yani onlara Dâr-ül Harb hükümleri tatbik edilir.
Dâr-ül Harb ya da Dâr-ül Küfür ve Dâr-ül İslâm kelimeleri şerî istilahlardır. Bu kelimelerin her biri İslâm'a, küfre ve harbe izafe edilmiştir. Ve Dâr-ül Harb, Dâr-ül Küfür ve Dâr-ül İslâm şeklinde kullanılmıştır. Müslümanlara ve kâfirlere izafe edilmemiş, müslümanların ve kâfirlerin yurdu şeklinde kullanılmamıştır. Dâr kelimesinin İslâm'a izafetiyle, devletin sahip olduğu hüküm ve emânın İslâm'a ait olduğu ifade edilmiştir. Böyle olunca Dâr-ül İslâm, içerisinde İslâm Dini'nin devletle hakim kılındığı yer demektir. İslâm'ın devlet içinde hakim olması, ancak sulta (otorite) ve emânın İslâm olması demektir.
Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, bütün dünya Dâr-ül İslâm ve Dâr-ül Küfür diye iki kısma ayrılmıştır. Binaenaleyh, dış siyaset denildiği zaman; İslâm Devleti'nin, halkı müslüman olsun gayri müslim olsun Dâr-ül Küfür olarak kabul edilen ülkelerle ilişkisi demektir. İslâmî hükümlerle idare edilen ve emânı da İslâmla gerçekleşmiş olan ülkelere dış siyaset hükümleri uygulanmaz. Bu ülkeler, İslâm Devleti bünyesinden ayrı müstakil bir halde olsalar dahi bunların hepsi bir ülke mesabesinde olduğu için iç siyaset hükümleri tatbik edilir.
78- İslâm Devleti'nin dış ilişkileri; ister siyasî, ister iktisadî, ister kültürel ve bunun dışındaki ilişkiler olsun, İslâm Daveti'ni yüklenmek esası üzerine oturtulmuştur. Devlet bütün muamelelerde İslâm Daveti'ni yüklenmeyi esas olarak ittihaz eder. Nitekim Resulullah (SAV), gerek Kureyş gerekse diğer kâfir Arap devletleriyle olan ilişkilerini İslâm Daveti'ni yüklenme esası üzerine oturtmuştur. Savaşta veya barışta, anlaşmada veya iyi komşuluk ilişkilerinde, ticarette veya bunun dışındaki bütün ilişkilerde İslâm Daveti her zaman ön planda olmuştur. Ondan sonra Sahabe de aynı uygulamayı yürütmüştür. Böylece İslâm'ın dış siyasetinin esası, İslâm Daveti'ni yüklenmek olmuştur.
79- Dış siyaset iki temele dayanır :
Birincisi: İslâm Daveti'ni tebliğ maksadıyla çalışmalar yapmak. Bu iki yönde yapılır : Birincisi; soğuk savaş diye isimlendirileni yapmak. İkincisi ise; davetçi ve çeşitli tebliğ programları vasıtasıyla davet ve propaganda işlerini yürütmek.
İkincisi: Diplomasi işleri adı verilen siyasî işleri yapmak.
Nitekim Resulullah (SAV)'in Hudeybe olayında Umreye gidişi soğuk savaşın bir örneğini teşkil eder.
"Sana haram ayında savaşmaktan sorarlar. O ayda savaş büyük günahtır diye söyle." [2] ayeti, propagandaya bir örnektir. Resulullah (SAV)'in insanlara İslâmı öğretmeleri için Reci günü ashabından altı kişiyi göndermesi, yine Bi'ri Maune günü Necid halkına İslâmı öğretmeleri için müslümanların ileri gelenlerinden kırk kişiyi göndermesi, davet planına örnektir. Ayrıca Krallara elçiler göndermesi de diplomatik çalışmalara örnektir. Şam sınırları üzerinde İyle halkı ile anlaşmalar akdetmesi de siyasî çalışmaların örneğini teşkil eder. İşte böyle Resullah (SAV), Davet'in tebliği maksadıyla çeşitli faaliyetler yaptığı gibi, Daveti insanlara götürmek ve onlara ulaştırmak gayesiyle bir çok siyasî, diplomatik faaliyetler de yapıyordu. Bütün bu faaliyetlerin hepsi savaş öncesi Davet'in tebliğinden kabul edilir. Şeriat'ın istediği de budur. İbni Abbas (ra)'dan rivayet edilen bir hadiste:"Resulullah (SAV) bir kavme davet yapmadan önce onlarla savaşmıyordu." [3] Ferve b. Masik'ten rivayet edilen bir hadiste ise, Resulullah (SAV); "İslâm'a davet etmeden önce onlarla savaşa girme." dedi.
80- Devletlerarası kanunda asıl olan şudur: Eskiden beri dünyada devletler arasında, devletlerin tamamının üzerinde muvafık olduğu belirli fikirler ve kaidelerden oluşan bir genel örf ve ıstılah cereyan ediyordu. Elçileri ve kadınları öldürmemek, yaralı olan kişi üzerine saldırmamak, esire işkence yapmamak gibi devletlerarası bir takım örf ve ıstılahlar yaygındır. Fakat yeni devletlerarası kanunda asıl olan ise şudur: Hedefleri birbirine yakın olan devletler -ki onlar dünyadaki Hıristiyan devletleridir- çeşitli kongre ve toplantılar düzenleyerek belli bazı kaideler ve fikirler üzerinde ittifak etmişlerdir. Üzerinde ittifak ettikleri belli fikirleri devletlerarası kanunlar haline getirerek kendilerini o kanunlara bağlı kılmışlardır. Bunu aralarındaki harp ve sulh alakalarını tanzim için yaptılar. Bu kanunların gözetimini sadece kendilerine hasrettiler. O gün kaim olan İslâm Devleti ona dahil olmadı. Bu devletlerarası kanunlar onun üzerine uygulanır olarak kabul edilmedi. Bunun için devletlerarası kanunlar İslâm Devleti'ni kapsamıyordu. Batılı devletler, o kanunları İslâm Devleti'yle beraber görmüyorlardı. Fakat Osmanlı Devleti zayıflayınca, batılı devletleri razı etmek için çalışmaya başladı. Bu nedenle devletlerarası kanunlara dahil olmayı ve batılı devletlerin kendisini o kanunların kapsamına almalarını istedi. Batılı devletler ise ilk önce buna mani oldular. Onun bu isteğini kabul etmek istemediler. Fakat Osmanlı Devleti, devletlerarası ilişkilerinde İslâm'ı hakim kılmaktan vazgeçip, o devletlerarası kanunları devletlerarası ilişkilerde hakim kılmaya razı olunca batılı devletler, onu o devletlerarası kanunlara dahil etmeyi kabul ettiler. Artık Osmanlı Devleti, devletlerarası ilişkilerinde bu kanunlarla idare edilir oldu. Bu tarihten itibaren devletlerarası işlemler de genel olarak bu kanunlara göre yapılmaya başlandı. İşte bu şimdi yürürlükte olandır.
Ne var ki bu şerî hükümlere aykırıdır. Zira İslâma göre; İslâm Devleti'nin diğer devletlerle olan ilişkisinde ancak şerî hükümlerin hakim kılınması lazımdır, devletlerarası kanunlar değil. Onun için devletlerarası kanunların her birisine ayrı ayrı bakılır. O, bir vakıa olarak ele alınır ve iyi bir şekilde anlaşılır. Sonra bu konu ile ilgili şerî nass ele alınır ve o da iyi bir şekilde anlaşılır. Daha sonra o vakıa üzerine tatbik edilir. Ve bu vakıaya şerî nassın delalet ettiği hüküm verilir. Böylece bizimle diğer devletler arası ilişkilerde şerî hüküm uygulanmış olur, devletler arası kanunlar değil.
81- Ferdin hukukî varlığı, başka fertlerle olan ilişkilerine göre ele alınır, ferdin bizzat sadece kendisinin yaptıklarına göre ele alınmaz. Devletin hukukî varlığı da onun, diğer devletlerle olan ilişkilerine göre ele alınır, devletin dahilî işlerine göre değil. Zira devlet manevî bir şahsiyete sahiptir. Devlet, bu şahsiyetin mevkiine, etkinliğine ve diğer devletler katındaki suretine göre itibar olunur. İslâm Daveti'ni yüklenen devlet, diğer devletlerle olan ilişkilerinde daha etkilidir. Zira onun, hukukî varlığını ve Daveti koruyabilmesi, bir devlet olarak diğer devletlerle olan ilişkilerine bağlıdır. Ayrıca taşıdığı risaleti tebliğ işi, bu ilişkilerin durumuna ve şahsiyetindeki etkinlik derecesine ve diğer devletler katındaki suretine bağlıdır. Bu nedenle İslâm Devleti'nin; diğer devletler arasındaki şahsiyetini ve etkinliğini koruyabilmesi, dış siyasetinin en önemli hedeflerindendir. Nitekim devletler, düşmanı olan diğer devletlerin şeref ve onurunu zedelemek, ona karşı bir kamuoyu oluşturarak kamuoyundaki yerini kaybettirmek için çalışmayı adet edinirler. Batılı devletlerin İslâm Devleti'ne karşı yaptıkları gibi. Savaşta olsun barışta olsun, devlet ve devletlerarası kamuoyunun bir devletin etkinliği, mevkii ve onuru üzerine büyük etkisi vardır. Onun için devletin, devletlerarası kamuoyuna önem vermesi lazımdır ki karşısına çıkacak ve oluşturulacak kamuoyuna karşı koyabilsin ve kendisi fikri ve daveti lehine bir kamuoyu oluşturabilsin. Resulullah (SAV) bu hususa önem vermiştir. Nitekim bir hadiste şöyle demiştir :
"Bir aylık mesafeden korku ile zafere ulaştım." [4]
82- Allahu Teâlâ, müslümanlara İslâm Daveti'ni bütün insanlara taşımalarını ve onları Hilâfet Devleti'ne dahil etmelerini emretmiştir. Daveti yüklenme metodu olarak da cihadı farz kılmıştır. Böylece hiçbir duraklama ve gevşeklik göstermeden, İslâm Devleti'nin kâfirlere karşı cihad ilânına kalkması farz olur. Müslümanların devleti kurulduğundan İslâm Hilâfeti'nin sonuna kadar müslümanlar; siyaset, ilim ve kuvvet bakımından dünyanın birinci devleti olarak devam ettiler. Bu nedenle, müslümanların askerî bir pakt anlaşmasına girmeleri veya kâfirlerle birlikte bir koruma anlaşması yapmaları kesinlikle caiz değildir. Müslümanların, kendi meselelerini Güvenlik Konseyi'ne veya Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na ve herhangi bir devletin eline teslim etmeleri caiz olmaz. Ayrıca kâfir devletlerarası kanunlarına boyun eğmeleri veya şartlar ne olursa olsun yabancı devletlerin himayelerini ve hükümlerini kabul etmeleri caiz değildir. Zira, Allah (C.C) şöyle buyuruyor :
"Allah hiç bir zaman müslümanlar üzerine kâfirler için bir yol kılmaz." [5] (Bu ayet demektir ki; Allah, hiç bir zaman kâfirlerin müslümanlar üzerine sulta sahibi olmalarını kabul etmez.)
Kâfir devletlerarası teşkilâtlar ve kâfirlerin tarafından ortaya konulan bu türlü ilişki ve yardımlar, İslâm Devleti'nin siyasetine ters düşer. Halbuki İslâm Devleti'nin siyaseti, İslâm Devleti'nin devletlerarası, platformlara hakim olmasını ve dünyada tekrar birinci devlet olmasını farz kılar.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ebu Davud, Cihad, 2245
[2] Bakara : 217
[3] Ahmed b. Hanbel, Beni Haşim, 2001
[4] Ahmed b. Hanbel, Ensar, 21183
[5] Nisa : 14
* * * * * *