DİNSİZ AKILCILAR VE İ. GAZALİ
Uğur YAMAN
Ufuklar” şiirinde “Ruh, ufûksuz yaşayamaz.” der Y. Kemal. Ufkunu yitiren ruh, kötürümleşir. Ruhun kötürümleşmesine, mefluç bir hâl belirtmesine ve nihayetinde hayvandan daha aşağı seviyelere düşülmesine sebep; nefsin bedene dönük olan cephesinin bedenin arzularına mağlup olmasıdır… Bu yüzdendir ki nefsin bilinmesi, onun bedene dönük olan bu cephesinin bedenin araz ve arzularından uzak tutulması gerekirken, üst âleme dönük olan cephesi ebedi saadetin sebeplerinin indiği yerle daimi surette muhabbet hâlinde olmalıdır. Bu muhabbet, bilgi ile elde edinilir. Bilgilenme faaliyeti ile de var olan ünsiyet kuvvetlendirilir.
Bu ünsiyet neticesinde maddelerden (arazlardan) mücerret olan küllî mânâlar kavranır. Kavranan bu mânâlar (suretler) şayet maddeden soyut değilse tecrit melekesi sayesinde alâkâlarından soyulur. Doğuştan sahip olunan “tenkid şuuru”nun şuurlaşması, müteal bir istidat olan tecritin meleke hâline gelmesi ile birlikte de ruh kutbuna meyletmeye muvafık olunur, ruh, ufuk kazanır. Ufuk kazanan ruh, idrakin aczini idrak eder... Aczini idrak eden “idrak”?..
Herşeyi Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığınmaktan ibaret bilen, idrakin acziyetini idrak eden, bâtın hissesiyle zâhirde görünen İ. Gazalî, idrakin “idrak edilen şeyin sureti” yahut “bir şeyin hakikatinin benzerini almak” olduğunu söyler. Burada kastedilen, o şeyin haricî hakikati, haricî sûreti değil, duyan süje’de temessül edendir…
İdraki böyle ifade eden İ. Gazalî, idrak edilen şeylerin tecridi hususunda dört mertebe olduğunu söyler:
1- “His”sin idrak mertebesi: His, kendine göre bir nevî tecrid yapar. Zira duyu organına duhul eden suret değil, canın bir benzeridir… Fakat bu “misâl”, hariçte belli bir miktar derinliğe sahip olduğu takdirde meydana gelir.
2- “Hayal”in idrak mertebesi: Hayal, burada daha tam ve açık tecrid yapar. Çünkü hayal, tecridinde müşahedeye ihtiyaç duymadan, eşyanın keyfî ve kemmî vd. hususiyetleriyle birlikte idrak eder.
3- “Vehim”in idrak mertebesi: Vehim’in idrak ilk iki mertebedeki idrake nispetle daha kâmil ve mükemmeldir. Çünkü vehim, eşyaların çeşitli hususiyetlerinden farklı bir şekilde mücerret olarak maddeyi idrak eder.
4- “Akıl”ın idrak mertebesi: Aklın idraki tam ve mükemmel bir tecrittir… Bu idrak, cismin arazlarından arî olup, onu idrakte arazı istemekten uzaktır. Onların hakikatlerini kavrar, tecrit etmesi gerekiyorsa tecrid eder, değilse olduğu gibi idrak eder.
Akıl’ın idrak mertebesinde İ. Gazalî, hususen bir şeye dikkat çeker ki, bu başıboş arayışı sistemleştiren, tecrit hileleriyle avunan kadavra mistiklerini enselemek bakımından mühim. Akıl, tecrit vasıtasıyla dışarıda mevcut gerçek kavramları elde eder, kazanır. Yani tecrit, sadece objelerden kavramlar çıkarıp, muhayyileden akla nakletmekten ibaret olmayıp, onları bilgi hâline getirmektedir. Tecrit bunun için, bu amaçla, bu gayeye matuf… Zihin fantezisi için değil. Bu yolda, “tenkid şuuru”nun şuurlaşmasında, tecrit melekesi ile kainâtla, eşya ve hâdiselerle münasebete girmede, onları teshir edip, insan olma keyfiyetinin düşülmesinde “ol”durucu muazzez ölçü belli; ilim ve amel. Ne sahte tecrit hileleriyle başıboş arayışçılık ve ne de ilimsiz amel. İlim ve amel kanatlarıyla tecrit ufku kazanmak, aşk’ın kesiksiz bir oluş süreci olduğunu idrak etmek, her ân bir ibdâ hamlesi yapıp, eşya ve hâdiseleri teshir etmek… Kendi tekâmülünü tamamlamakla mükellef olup, hürriyetin ahlâkî bir zorunluluk olduğunu idrak eden bir ferdin kuşanması keyfiyetlerdir bunlar!.. Peki bütün nasıl olacak?.. Tabi ki akılla. Hangi akılla?.. Pek tabiî olarak ruha bağlanmak suretiyle keyfiyetini ortaya koyan akılla. Ruha bağlanmayan akıl nedir?.. Dinsiz akıl.
II.
Din, hariçten bir akıl; akıl da dahilden şeriat… Şeriatın hariçten bir akıl olması sebebiyle ki, Allah (c.c.) “akıl” ismini kâfirden kaldırdı: «Onlar sağır, dilsiz ve kör oldukları için bir şey anlamazlar (akıl etmezlar).» (Bakara-171) Akılı akılla iptal eden İ. Gazalî’ye göre, akıl, temeldir. Din de bina. Temelsiz bina neyse, dinsiz akıl da öyle. Din, ancak şeriat sayesinde doğru yolunu bulan akıl sayesinde açıklık kazanır.
Akıl, “akıl”ın nasıl kullanıldığı, “akıl”a verilen paye… Bunlar bir cemiyetin “ahlâk”ının göstergesi olup, aklın dinini kaybetmesi cemiyetin felâket sebebidir. “Akılsız din”den hiçbir şey zuhur etmez. Nasıl ki göz görme âleti ise ve göz, göz nuru ile gördüğü için, göz nurunun kaybolması ve ışığın yitmesiyle birlikte insan göremezse din de akılsızlık yüzünden fert ve cemiyet hayatından silinir, birkaç ritüelden ibaret telâkki edilir. Bu, akıl için de geçerlidir. Akıl görür, duyar ve fakat idrak edip, akledemez.
Nihayetinde tecrit ufku daralır. Her mevzua sathî yaklaşılır. Ancak ilimle elde edilecek cehaletler sergilenir. “Şiir idraki”ne sahip olunmamasından dolayı kaba- saba muhakemelerde, kestirme hükümlerde, yersiz- gereksiz istihsallerde bulunulur. Kendi “ben”ini İslâma nispetle inşâ etme kaygısı yiter. Sahibi olunan malûmatların fikre tevcih edilememesi yüzünden kibre dûçar olunur. Kendi “ben”ine bakışında buram buram kibir kokan bir tavrın sahipleri “din- akıl”, “ruh- beden”, “ruh- nefs” münasebetini, müşterekliğini ve ayrıldıkları noktaları göremedikleri için “ilmi yüzünden helâk olan”lar zümresine dahil olurlar.
Oysa ki gaye, akılı akılla iptal edip, sezgici akılla dindeki gizlilikleri açık edip, Gaye İnsan- Ufuk Peygamber’in tamamladığı “güzellik”i anlayıp, anlamlandırıp, kendi benine tevcih edip bunu dil, duygu ve düşünce faaliyetlerinde göstermektir… Bütün okumalar bu gayeye nispetle yapılmalı, hâdiselere hikemî veçhesiyle bakabilme hassesine ermek arzulanmalıdır…
Bu gaye gözden ırak tutulduğu nispette ilmetme hâlinden uzak düşülür. İlmin “ilim bilmek” olduğu idrak edilemez. Bu idrak edilemediği için de Y. Emre’nin «İlim, ilim bilmektir/ İlim, kendini bilmektir» sözündeki hikmet es geçilir, ilk mısra “dandini dastana danalar girmiş bostana” muamelesine tâbi tutulur.
İlimin ilmetmek olduğunu idrak eden Y. Emre akılı ne yapsın?.. O, akılın hakkın vermiş, “akıl”ı akılla iptal etmiş ve artık hikemiyat plânına geçmiştir. Y. Emre misâli, hikemiyat plânına geçilmesi, her şeye hikemî veçhesiyle bakabilme hassesine erilmesi ile birlikte aşk’ın kesiksiz bir oluş süreci olduğu daha iyi idrak edilir. Bu idrakle aşk’ın sırları kavranır. “Ayn”ın ağzından giren, “şın”ın testeresi ile enaniyetini, nefsanî taraflarını törpüleyen ve “gaf”ın teknesinde yoğrulup pişen, bu “sır”rın sırrîliğini kaba- saba akıl- mantık hesaplarıyla örselemez, aşk’ın nizamîlik istediğini kavrar… “Maşuk”un varlığı “nizâmî olan”a davettir… Bu davete icap edilir, nizamî olana tâbi olunur, her an yapılan ibdâ hamleleri ile “oluş” çilesinde terakki edilir, Leylâ’da Leylâ aşılıp Mevlâ’ya ulaşılır, ilâhî visâle erilir…Ve her şeyin Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığınmaktan ibaret olduğu anlaşılır. Bu hâlle bütün dünyaya emsâl teşkil edilir.
Bu hâlle bütün dünyaya numune teşkil edilse de, bu dilden; hakikatin peşinden gidecek kadar er yürekli olmayan, doğruyu yanlışa âlet eden, hâl muhasebesine sahip olunmadığı için efemine bir tavrın sahibi olduğunu fark etmeyen, “ol”mayan yürekinde devletini ilân eden, bu hâline bakmadan bir de yürek fethinden bahseden aşk tacirleri de, yaptıkları harf devrimiyle nesillerin İslâm harfleriyle aşkı yaşamasına engel olan ruh baltalayıcıları da, Batı’ya şapşalca bir taaccüp besleyenler de anlamaz