nihalim
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 3 Eki 2006
- Mesajlar
- 2,593
- Tepki puanı
- 2
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
- Konum
- *meftun*
- Web Sitesi
- www.hatim-online.com
Dinle İstanbul!
Medeniyetler başşehriydin, dünyanın başşehriydin. Şimdi ne oldun? Bir uçtan bir uca işportacı pazarı. Çingene panayırına döndün İstanbul!
Seni haramiler mağarasına çevirdiler.
Nasıl değiştirdiler seni? Nasıl değiştin? Nasıl kaybettin kendini?
Ve ne gün kapalı kapıların açılacak?
Kararmış güneşin ışıklanarak,
kendine geleceksin?
Seni hangi kahraman, hangi doğu kartalı pençesinin içine alacak?
Kartal, pençesinde seni ezercesine sıkacak da öyle mi kendine geleceksin?
Yoksa ipekten yumuşak, rahmânî âhenklerde melek kalbi gibi saf gönüllerin, ermiş gönüllerinin aynasında yıkanarak mı?
Kartal pençesine mi,
ermiş gönlüne mi gebesin?
Bir pençeyi, bir gönülü mü beklemektesin?
Tarihî hakların kaybolmuş. Sense bu unutulmaz kaybı hiç hatırlamaz bir görünüştesin.
Başşehirler, kıtalar efendisi idin. Şimdi adın sanın anılmıyor ajanslarda bile. Bir parya-kent, bir şehirler proleteryası mı oldun?
Moskova bir köyün bile olamazken, Washington’a bir banliyönü bile değiştirmezken, şimdi adın sanın anılmaz oldu büyük şehirler arasında. Kim kıydı sana böyle, kimler bu hale getirdi? Sen sesini çıkaramaz oldun, niçin?
Bir cihan harbi daha geçti felâketinin üstünden. Bir cihan harbi daha geçmek üzere nerdeyse. Sen hâlâ birinci cihan harbinin dehşetinden kendini kurtarmış değilsin.
Afrika uyandı, sen uyanmadın.
Asya öfkeyle yerinden doğruldu. Sen hâlâ kımıldamaz bir şekilde yerinde ve sanki komadasın.
Ne şiddetli şokmuş, o seni böylesine hiçbir şeyi anlamaz gözlerle çevrene baktırtan.
Bir bahar günü, Topkapı Sarayı'nın, Ayasofya'nın bahçesinde gezerken, tatlı bir güneş ışığı altında binlerce entelektüelinin âhenkler içinde bir o yana bir bu yana giderek sohbet ettiğini hayâl etmişimdir kaç kere. Onlar neler neler konuşmazlar! Asya’nın, Afrika’nın, hattâ Avrupa’nın problemlerini mi çözmezler? Çağın kuşkusunu, pususunu mu dağıtmazlar? Ki geçmiş zamanda bu bir gerçekti. Bizans’ın bilginleri dolaşmadı mı Ayasofya bahçesinde? Osmanlı aydınları, şairleri, tarihçileri, mimarları, büyük musikişinasları, bilginleri, pirleri ve kahramanları, yılları, hatta çağları avucunda çeviren, ülkeleri parmağıyla yerinden oynatan vezirleri dolaşmadı mı Topkapı Sarayı bahçelerinde, iç avlularında?
Fakat şimdi nerdedir o bilginlerin, aydınların, şairlerin, devlet adamların, ey çağların armağanı, taç-şehir koca İstanbul?
Kulağın hangi sestedir?
Sulardan gelecek dalga seslerine mi, karadan gelen tatlı rüzgâr uğuldayışlarına mı verdin kendini?
Güneşin doğuşundan ne umuyorsun da gene sisli dilber sabahlara çıkıyorsun?
Ve kıpkızıl bir bomba gibi batan güneşlerle birlikte neler devrediyorsun geceye?
Kimi akşamları güneş battığında akşam namazından sonra, açık Marmara’nın temiz aynasına bakan Lâleli Camii’nin o geniş sahanlığında durur ve yavaş yavaş geceye gömülürken düşünürüm; hayalimdeki İstanbul’un aydınları, doğunun paha biçilmez aydınları, yönetici, bilgin, asker, ne olursa olsun İstanbul’un düşünen kafaları, akşam namazından sonra burada bir beş dakika sohbet eder, ayaküstü konuşurlar, denize karşı gezinirler, konuşurlar, parmaklarıyla havaya ışıklı kavisler çizerler; onların bu beş dakikalık konuşmalarında bile bir çağ aydınlanır. Ya onların yirmi dört saati? Adalet saçılır dört bir yana; zulüm, bin çekilik adalet sütununun altında ezilir. İnanç ışık, inkâr parçalanan gece olur. Erdem bir şafak gibi ağar ülkeler ve insanlar üstüne.
Ama nerede o aydınlık namazlara bir ananın memesine yapışan çocuk gibi sarılmış aydınların?
İşte bütün bunları düşünürüm ve orada tek başıma, -hayır hayır ne yazık ki tek başıma değil, iki tane de musalla taşı var orada- gecede eriyerek kalakalırım.
Ve sen görünmezsin İstanbul. Ve sen ortalıkta yoksun. Nerdesin? Hilton roof-barında kızartılmış bir balık gibi çiğnenip yutuldun mu? Yoksa Çiçek Pasajı’nda yeteneksiz sosyalist dudaklara değer değmez bir votka bardağında tuz gibi eridin mi?
Yoksa Beyazıt kahvelerinde masadan masaya uzayan tartışmalar içinde alı al moru mor kıvranıp durmakta mısın?
Yoksa istimlâke uğrayan bir arsanın inşaatında beynine taş balyozlar mı inmekte?
Yoksa yavaş yavaş, kırılarak, parçalanarak, ufalanarak, deşilerek, yırtılarak, kazılarak, oyularak müzelere mi taşınmaktasın? Ve bu taşınman bittiği gün ansızın boynuna bir yafta mı asılacak: ÖLÜ. Yoksa bu yafta çoktan asıldı da bizim haberimiz mi yok?
Yoksa ey kutlu İstanbul, bir yatırın türbesinin eşiğinde bir kurban gibi boynunu uzatmış mukadder saatin çalmasını mı bekliyorsun? O ermişin sabrına eş bir sabırla bir derviş gibi türbe eşiklerinde misin? Sessizliğin bir dua sessizliği mi? Eğer böyleyse beni affet, bütün bu söylediklerimi affet!
Sezai Karakoç (ÇAĞ VE İLHAM 1, İstanbul, 1977)
Medeniyetler başşehriydin, dünyanın başşehriydin. Şimdi ne oldun? Bir uçtan bir uca işportacı pazarı. Çingene panayırına döndün İstanbul!
Seni haramiler mağarasına çevirdiler.
Nasıl değiştirdiler seni? Nasıl değiştin? Nasıl kaybettin kendini?
Ve ne gün kapalı kapıların açılacak?
Kararmış güneşin ışıklanarak,
kendine geleceksin?
Seni hangi kahraman, hangi doğu kartalı pençesinin içine alacak?
Kartal, pençesinde seni ezercesine sıkacak da öyle mi kendine geleceksin?
Yoksa ipekten yumuşak, rahmânî âhenklerde melek kalbi gibi saf gönüllerin, ermiş gönüllerinin aynasında yıkanarak mı?
Kartal pençesine mi,
ermiş gönlüne mi gebesin?
Bir pençeyi, bir gönülü mü beklemektesin?
Tarihî hakların kaybolmuş. Sense bu unutulmaz kaybı hiç hatırlamaz bir görünüştesin.
Başşehirler, kıtalar efendisi idin. Şimdi adın sanın anılmıyor ajanslarda bile. Bir parya-kent, bir şehirler proleteryası mı oldun?
Moskova bir köyün bile olamazken, Washington’a bir banliyönü bile değiştirmezken, şimdi adın sanın anılmaz oldu büyük şehirler arasında. Kim kıydı sana böyle, kimler bu hale getirdi? Sen sesini çıkaramaz oldun, niçin?
Bir cihan harbi daha geçti felâketinin üstünden. Bir cihan harbi daha geçmek üzere nerdeyse. Sen hâlâ birinci cihan harbinin dehşetinden kendini kurtarmış değilsin.
Afrika uyandı, sen uyanmadın.
Asya öfkeyle yerinden doğruldu. Sen hâlâ kımıldamaz bir şekilde yerinde ve sanki komadasın.
Ne şiddetli şokmuş, o seni böylesine hiçbir şeyi anlamaz gözlerle çevrene baktırtan.
Bir bahar günü, Topkapı Sarayı'nın, Ayasofya'nın bahçesinde gezerken, tatlı bir güneş ışığı altında binlerce entelektüelinin âhenkler içinde bir o yana bir bu yana giderek sohbet ettiğini hayâl etmişimdir kaç kere. Onlar neler neler konuşmazlar! Asya’nın, Afrika’nın, hattâ Avrupa’nın problemlerini mi çözmezler? Çağın kuşkusunu, pususunu mu dağıtmazlar? Ki geçmiş zamanda bu bir gerçekti. Bizans’ın bilginleri dolaşmadı mı Ayasofya bahçesinde? Osmanlı aydınları, şairleri, tarihçileri, mimarları, büyük musikişinasları, bilginleri, pirleri ve kahramanları, yılları, hatta çağları avucunda çeviren, ülkeleri parmağıyla yerinden oynatan vezirleri dolaşmadı mı Topkapı Sarayı bahçelerinde, iç avlularında?
Fakat şimdi nerdedir o bilginlerin, aydınların, şairlerin, devlet adamların, ey çağların armağanı, taç-şehir koca İstanbul?
Kulağın hangi sestedir?
Sulardan gelecek dalga seslerine mi, karadan gelen tatlı rüzgâr uğuldayışlarına mı verdin kendini?
Güneşin doğuşundan ne umuyorsun da gene sisli dilber sabahlara çıkıyorsun?
Ve kıpkızıl bir bomba gibi batan güneşlerle birlikte neler devrediyorsun geceye?
Kimi akşamları güneş battığında akşam namazından sonra, açık Marmara’nın temiz aynasına bakan Lâleli Camii’nin o geniş sahanlığında durur ve yavaş yavaş geceye gömülürken düşünürüm; hayalimdeki İstanbul’un aydınları, doğunun paha biçilmez aydınları, yönetici, bilgin, asker, ne olursa olsun İstanbul’un düşünen kafaları, akşam namazından sonra burada bir beş dakika sohbet eder, ayaküstü konuşurlar, denize karşı gezinirler, konuşurlar, parmaklarıyla havaya ışıklı kavisler çizerler; onların bu beş dakikalık konuşmalarında bile bir çağ aydınlanır. Ya onların yirmi dört saati? Adalet saçılır dört bir yana; zulüm, bin çekilik adalet sütununun altında ezilir. İnanç ışık, inkâr parçalanan gece olur. Erdem bir şafak gibi ağar ülkeler ve insanlar üstüne.
Ama nerede o aydınlık namazlara bir ananın memesine yapışan çocuk gibi sarılmış aydınların?
İşte bütün bunları düşünürüm ve orada tek başıma, -hayır hayır ne yazık ki tek başıma değil, iki tane de musalla taşı var orada- gecede eriyerek kalakalırım.
Ve sen görünmezsin İstanbul. Ve sen ortalıkta yoksun. Nerdesin? Hilton roof-barında kızartılmış bir balık gibi çiğnenip yutuldun mu? Yoksa Çiçek Pasajı’nda yeteneksiz sosyalist dudaklara değer değmez bir votka bardağında tuz gibi eridin mi?
Yoksa Beyazıt kahvelerinde masadan masaya uzayan tartışmalar içinde alı al moru mor kıvranıp durmakta mısın?
Yoksa istimlâke uğrayan bir arsanın inşaatında beynine taş balyozlar mı inmekte?
Yoksa yavaş yavaş, kırılarak, parçalanarak, ufalanarak, deşilerek, yırtılarak, kazılarak, oyularak müzelere mi taşınmaktasın? Ve bu taşınman bittiği gün ansızın boynuna bir yafta mı asılacak: ÖLÜ. Yoksa bu yafta çoktan asıldı da bizim haberimiz mi yok?
Yoksa ey kutlu İstanbul, bir yatırın türbesinin eşiğinde bir kurban gibi boynunu uzatmış mukadder saatin çalmasını mı bekliyorsun? O ermişin sabrına eş bir sabırla bir derviş gibi türbe eşiklerinde misin? Sessizliğin bir dua sessizliği mi? Eğer böyleyse beni affet, bütün bu söylediklerimi affet!
Sezai Karakoç (ÇAĞ VE İLHAM 1, İstanbul, 1977)