Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Din yüce, kitabı yüce,peygamberi yüce peki, mensupları niçin CÜCE? (1 Kullanıcı)

Siyahgulsevdalisi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Haz 2006
Mesajlar
2,046
Tepki puanı
0
Puanları
0
Din yüce, kitabı yüce,peygamberi yüce,
peki, mensupları niçin CÜCE?

Yüce bir din; ama mensupları cüce. İsrailoğulları'na Musa Aleyhisselâm'ın vaz' ettiği din de yüce değil miydi? Elbette ki İsrailoğulları'na vaz' edilen din de (İslâm), Peygamberleri de (Hz. Musa ve Hz. Harun) yüce idiler. Ancak İsrailoğulları da bu yüce dinin emir ve yasaklarına ve peygamberlerine gerçek mânada iman etmedikleri için cüce oldular.


Güzel İslâm dini mükemmel, öyle mükemmel ki, ne eksiği, ne de fazlası var.
Bu güzel dinin Peygamberi de görevini tamamlayıp ebedî hayata göçtüğünde geriye bıraktığı liderlik ve öğretmenliğinde ne bir eksiklik, ne de bir fazlalık bırakmıştır.
Elimizde Kur'an gibi kitap ve o kitabı en güzel şekilde tefsir edip açıklayan Sünnet var. Kitap ve Sünnet'i en mükemmel bir şekilde anlayıp, hayatlarında yaşadıktan sonra bize yeni ufuklar gösterecek şekilde açıklayan ilim ehli var…
Bu kadar mükemmel varın içinde biz niçin yokluktayız?
Bir başka ifade ile din yüce, peygamberi yüce, kitabı yüce… Peki, mensupları niçin cüce? Evet, dinimiz A–Z'ye kadar her hâli ile yüce, bu yüce dinin mensupları niçin cüce? Olacak iş değil.
Geçmiş ümmetlerin haberlerini okurken, özellikle İsrailoğulları'nın durumuna hayret ve ibret nazarları ile bakarız. Hatta İsrailoğulları'nı ne akılsız, ne beyinsiz, ne nankör milletmiş diyerek suçlarız ve aşağılarız. Çünkü Allah Celle Celâlühü onlara öyle nimetler, öyle imkânlar ve öyle makamlar verdi ki, onlar bu nimetlerin kadr–ü kıymetini bilmediler, verilen nimetlere nankörlük ettiler ve hakkını vermediler. Allah Celle Celalühü de onların bu yaptıklarına karşı onları lânetledi.

İsrailoğulları ile
benzerliğimiz
İsrailoğulları ile bugünkü Müslümanların arasında benzerlik değil, neredeyse aynılığa yakın bir benzerlik var. Kur'an'da bize haber verilen İsrailoğulları ile bugünün Müslümanları arasında tıpatıp benzerlik mevcuttur. İşte bu nedenledir ki, yüce bir din; ama mensupları cüce. İsrailoğulları'na Musa Aleyhisselâm'ın vaz' ettiği din de yüce değil miydi? Elbette ki İsrailoğulları'na vaz' edilen din de (İslâm), Peygamberleri de (Hz. Musa ve Hz. Harun) yüce idi. Ancak İsrailoğulları bu yüce dinin emir ve yasaklarına ve peygamberlerine gerçek mânada iman etmedikleri için cüce oldular. Musa Aleyhisselâm ve getirdiği din yüce; mensupları cüce… Muhammed Mustafa ve İslâm dini yüce; mensupları cüce…
Misâli İsrailoğulları'ndan verdik, yine onlardan misal vermeye devam edelim. İsrailoğulları her devirde cüce miydi? Elbette değildi. Ne zaman ki Allah'ın gönderdiği şeriata tam riayet ediyorlar, yani yüce dinin yüceliğine uygun davranıyorlardı, o zaman onlar yüce oluyorlardı. Musa Aleyhisselâm görevini tamamlayıp, ebedî âleme göçtükten sonra iş başına geçen Yuşa Aleyhisselâm'la birlikte yanlıştan dönen İsrailoğulları zafere ulaştılar. İsrailoğulları'na vaat edilen topraklar verildi. Vaat edilen topraklarla birlikte hükümranlık da verildi. Aradan zaman geçti, İsrailoğulları dinin yüceliğini bırakarak, alçakça işler yapmaya başladılar… Sonuç olarak onlar alçaldılar, yücelikten cüceliğe döndüler. Daha sonra yine onlar talep ettiler, Allah Celle Celalühü de onlara bir kere daha hükümranlık verdi. Hem de öyle bir hükümranlık ki, insanlık tarihine ders mahiyetinde bir hükümranlık… Önce onlara bir zalim orduyu ve o ordunun zalim hükümdarı Calut'u musallat etti. Calut İsrailoğulları'nı perişan etti. Hem de öyle perişan etti ki, yaşamaya dahi güç ve takatleri kalmadı. Öyle bir noktaya geldiler ki, ya ölelim ya da bu Calut belâsından kurtulalım, dediler.
Calut'a karşı İsrailoğulları'ndan bir kumandan çıktı, Talut…
Talut ordusunu toplayıp Calut'a karşı çıktığında ordusundaki asker sayısı yüz binin üzerinde idi. Ordu, Calut'a yaklaştıkça, İsrailoğulları'nın kalbine korku, gevşeklik, inançsızlık gibi duygular girerek, daha düşmanla karşılaşmadan paniklediler. Bu arada bir de imtihana tâbi tutuldular ve bu imtihanda da birçoğu kaybedenlerden oldu. Sonuçta bize kadar ulaşan haberlere göre; 313 iman eri kaldı. Bu, 313 kişilik iman eri ile yüz bini aşan Calut'un ordusu darmadağın edildi. İşte bu 313 kişi, yüce dinin yüce mensupları olma sırrına ermişlerdi.
Bu hâdiseden çıkaracağımız derslerin başında şu gelmektedir: Hükümranlık için, zafere–başarıya ulaşmak için, ne kalabalıklara, ne maddî imkânlara ne de onun bunun desteğine ihtiyaç vardır. Yeter ki, yüce dinin emir ve yasaklarına tam mânası ile riayet ederek, yüce dine lâyık bir yüceliğe ulaş; başarı ve zafer kaçınılmazdır.
İslâm milleti de İsrailoğulları'nın yaşadıklarını birebir aynen yaşamaktadır. Bir din düşünün ki, 23 senede zirveye ulaşsın. Dünya üzerinde hızla yayılsın, yayılmakla kalmasın, kabul de görsün. Bu dinin kurduğu medeniyet bugün bile Asr–ı Saadet olarak anılmaktadır. Bir beşer olarak ulaşılabilecek en yüce yere ulaştı, bu dinin ilk mensupları. Başta Kâinatın Efendisi olmak üzere ondan sonra ardından gelen Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali… Onlar da yüce dinin yüce mensupları oldular. Sonra bu yüce dinin yüce hakikatlerinden uzaklaştıkça, mü'minler alçalmaya başladılar. Din yüceliği ile kaldı; mensupları cüceleşti. Tarih bu şekilde akıp gitti.
Tarihin bazı bölümlerinde, yüce dinin yüceliğine lâyık güzel insanlar sahne aldılar ve insanlık onların sayesinde yüceleşti. Bunlara örnek olarak birkaç misâl vereceğiz. Sultan Alparslan, iman ehli büyük lider ve kumandan… Dinin yüceliğine uygun davrandı, Allah Celle Celalühü de ona hükümranlık nasip etti. Daha sonraki yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş aşamasında Osmangazi'ye büyük devlet verildi. Fatih'e, Yavuz'a ve diğerlerine…
Zafer ve başarıyı, devlet kurup tarih yazmak olarak görmemek gerek. Nice yüce insanlar var ki, onların maddî planda devletleri ve hükümranlıkları olmadı; ama onlar mâna âleminde sultan ve hükümran oldular. Hem de öyle bir sultanlık ve hükümranlık ki, ebede kadar sürecek. İşte o insanlar, yüce dine lâyık, yüce dine eş değerde yüce mü'minlerdi.

Her yerde kan
gözyaşı ve zulüm
İslâm coğrafyasına baktığımızda her yerde kan, gözyaşı ve zulüm var. Her geçen günde artarak devam etmektedir. Peki, bu durum nasıl oluyor? Bu durumun nedenleri, sebepleri nelerdir? Hiç düşündük mü? Filistin, tam bir anarşi ve kargaşa ortamında. Siyonist İsrail, kan emen Drakula misâli Filistinlilerin kanını emiyor. Hemen yanı başında Irak var. Orada da Amerika, Siyonist İsrail'i aratmayacak şekilde mazlum ve masum kanı emiyor, ocakları söndürüyor, her tarafı talan ediyor. Ya Çeçenistan? Orada da Rus zulmü bütün şiddeti ile devam ediyor. Rusya tam bir soykırım yaptı, son on yılda yüz binden fazla Çeçen hayata veda etti. Afganistan… Orada da durum içler acısı. Amerika ve onun kukla yönetimi altında bir millet imha ediliyor. Bu saydıklarımız alenî, gözler önünde işlenen cinayetler ve zulümler. Bir de baskı altında olup, kimsenin umurunda olmadığı; ancak masum ve mazlum insanların kanının aktığı, zulmün arşa dayandığı bölgeler var. Cezayir, Tunus bunların başında gelmektedir. Mısır, Yemen, Arap sultanlıkları ve diğerleri zulümde başkalarını aratmamaktadır.

Dilin söylediğini
kalb tasdik edecek
İslâm coğrafyası bu acıları niçin yaşıyor?
Bu acılar niçin son bulmuyor?
Bu ezilmişliğin, başarısızlığın sebebi nedir?
Bu sorulara sağlıklı cevap bulabilmek için önce ülkemizden, kendimizden başlayalım. İslâm dini vaz' ettiği kurallarını mü'minlere iki şekilde uygulamayı emretmektedir:
* Şekil olarak yani maddî planda uygulama.
* Maddî planda uyguladıklarına kalb ile iman etmek.
Bu iki maddenin açıklaması şudur: Dilin söylediğini kalb tasdik edecek, kalbin tasdik ettiğini organlar hayatta uygulayacak. İşte İslâm dininin yüceliğine lâyık yüce mü'min tipi.
Şöyle toplumumuza bir bakalım; kaç tanemizin dilinin söylediğini kalbi tasdik ediyor.
Ne çektiysek güzel sözler ve güzel söylemlerden çektik. Konuşmaya, yazmaya, nutuk atmaya sıra geldi mi bizden yücesi yok. Nefsimizde uygulamaya geldi mi o zaman gerçek kimliğimize bürünerek, cüceler cücesi oluyoruz.
Yazar, ne yazar? Kitap yazar makale yazar…
Yazdıklarıyla ne anlatmak ister? Gerçekleri, bütün sıkıntıları bizzat anlatır. Yazı yazmanın teknik özelliklerini iyi bildiği için, kelimeleri çok güzel bir şekilde ardı ardına dizer ve okuyucularına "Ne güzel bir yazı!" dedirtir. Yirminci yüzyıla şöyle bir dönüp baktığımızda güzel yazılmış nice kitap, sayıları rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok makale yazılmış. Yazılmış da ne olmuş? Koskoca bir hiç…
Yazdığına kendisi inanmazsa, ya da yazdığına kendi inanır da uygulamazsa, bu yazılardan sonuç çıkar mı? Elbette ki çıkmaz.
İşveren yanında adam çalıştırıyor. Asgari ücret diye bir şey var. İşveren diyor ki:
"Bu işyerinde asgari ücretle çalıştırılır." Soruyorsun:
"Sayın işveren efendi, asgari ücretle bir insan geçinebilir mi?" Cevap:
"Kardeşim, ben zorla çalıştırmıyorum ki! İşe girerken kendisine söylüyorum, işine gelirse çalışsın, gelmezse çalışmasın. Daha düşük maaşla çalışacak adam çok." İşe bak, insanların aşı yok, işi yok. Bu durumdaki adama bir ekmek parasına çalışmayı teklif etsen, hayır demez. Mecburiyetten dolayı "hayır" dememesi, senin onun emeğini sömürmene gerekçe olabilir mi? Sen insanları açlığa mahkûm ediyorsun. İsrail de Filistinlinin evini, barkını yıkıyor, sokakta bırakıyor. İkinizin yaptığı arasında düşünce olarak hiçbir fark yoktur.

İşverenler!
personelinize israil
zulmü uygulamayın
İşverenlere sesleniyoruz: Çalıştırdığı kişilere asgari ücretle maaş verenler! Siz akşam evinizde, bolluk bereket içinde otururken, yanınızda asgari ücretle çalışan işçiniz, tenceresini kaynatacak yemek malzemesi bulamasın…(!)
Bir gün bakıyorsun ki, o işveren, falan devleti telin mitingine katılmış, zülüm devletini telin ediyor, meydanlarda arz–ı endam ediyor. Bu ve bunun gibilere şunu demek lazım: "Sen önce yanında çalışanlara İsrail zulmü uygulamayı bırak!..
Ondan sonra telin mitinglerine katıl.
Liderler, önderler, toplumun önünde yürüyenler, kalabalıkları arkalarında sürükleyenler!.. Söylediklerinizi, yazdıklarınızı, önce kendi nefislerinizde yaşayın ki, sonuç alalım. Biz mazlumların, ezilenlerin, sömürülenlerin, gariplerin sesiyiz. Biz ezilen, zulme uğrayan mü'minlerin umudu ve destekçisiyiz…

Yalan!!
Siz kim, ezilen, horlanan, zulme ve haksızlığa uğrayanların sesi olmak kim? Böyle süslü laflar ve söylemler yapıyorsunuz. Bu, sizlerin görünen yüzüdür, bir de arka planınız, arka yüzünüz var ki, oraya da hele bir bakalım.
Evinizde her türlü lüks ve saltanat imkânı var. Tatillerinizi dünyanın en lüks merkezlerinde yaparsınız. Giyiminiz, kuşamınız, kullandığınız araç gereç, en lüksündendir. Bu kadar saltanat içinde nasıl olur da mazlumun hâlinden anlar da, onun sesi olabilirsin?
Bunun bir misâli de şudur: Bir yanda mazlum kanı akarken, diğer yanda zengin Arap şeyhleri, dünyanın en lüks merkezlerinde günlerini gün ediyorlar.
İsrail'in Filistinliye yaptığını sen burada kendi öz kardeşine yapıyorsun. Nasıl mı? Bakkal, market, manav, nalbur, inşaatçı veya değişik ticaret erbabı! Herhangi bir mü'min kardeşinizden alacağınız olsa, o mü'min kardeşiniz de gerçekten ödeme darlığında olsa, acaba siz o kardeşe ne kadar müsamaha gösterirsiniz? Elinizdeki bütün imkânları kullanarak, o dara düşmüş mü'min kardeşinize hayat hakkı tanımama noktasında her yola başvurmaz mıydınız?
Adam evine ekmek götüremiyor, çoluk çocuğunun istihkakını bulmaktan aciz; bu adam icraya verilir mi? Bu adamın evine icra getirilir mi? Bu muamele ile, İsrail'in Filistinliye yaptığı muamele arasında çok fazla bir fark olmadığı kanaatindeyiz.
Hangi birimizin maddî bir çıkar söz konusu olduğunda, gözü bu çıkardan başka bir şey görür. Bir dünyalık söz konusu olduğunda ne hatır kalıyor, ne kardeşlik. Hani Kâinatın Efendisi ne buyurmuştu:
"Ey Kâbe, bilirim ki, senin hatırın Allah katında büyüktür. Fakat mü'minin hatırı Allah katında senin hatırından daha büyüktür."
Nerede kaldı hatır? Allah hatır ediyor, sen hatır etmiyorsun. Gazetelerimizden bir tanesi, büyük bir mitinge organizatör olarak katılmış. Amaç; Amerika ve yandaşlarının uygulamalarını protesto etmek. Bu mitingin ertesi günü, işi gücü bozulmuş bir alacaklısının evine haciz götürüp, evinden, değerli eşyalarını kaldırmış. Bir gün evvel Filistinli ve Iraklıyı kurtarmaya çalışan bu zihniyet, ertesi gün kendi çıkar ve menfaati söz konusu olunca, insanlara İsrail devleti gibi davranmaktan geri kalmıyor. Arıza burada. Bu arızayı halletmedikçe cücelikten kurtulma imkânımız bulunmuyor.

Hizmet bahane,
para şahane
Kültür ve tebliğ dünyamız içler acısı durumda!
Maddî karşılığı olmadan yazı yazılmaz. Maddî karşılık olmadığında konuşulmaz. Hizmet bahane, para şahane...
Yaşadığımız bir hatırayı sizlerle paylaşarak, ne kadar rezil bir durumda olduğumuzu anlayalım.
İsrail'in Filistin'e, Rusya'nın da Çeçenistan'a saldırılarının en şiddetli olduğu zamanlardı. Yıl 2001… Zulüm arşa ulaşmış, maddî planda ise yapabilecek bir şey var da yok. Ne yapalım. Müracaat edilmesi gereken en emin yere müracaat edelim. Bir dua zamanı tertipledik. Dedik ki: Falan gece, şu saatte bütün mü'minler duaya kalkacak. Güzel bir metin hazırlandı. Bu metni hem yazılı hem de sözlü olarak hazırladık. Metinlerin altına isim koymadık; yanlış anlaşılmasın, reklâma dönüşmesin diye düşündük. Bu metni gazetelere, televizyonlara ve radyolara gönderdik. Gazetelerin hiçbiri bedelsiz yayınlamadı. Ücretini alanlar yayınladı, almayanlar yayınlamadı. Televizyonlara gelince, hiçbiri yayınlamadı. Radyolara gelince; sadece bir tanesi yayınladı.
Allah için dua yapmayı, maddî karşılığı olmadığı için haber yapmayan bir hizmet grubundan ne beklenir ki.
Evinde huzur ve mutluluk içinde oturmuş, bir televizyonda canlı yayına telefonla katılarak İsrail, Amerika ve Rusya'nın işlediği zulmü lânetliyor, ahkâm kesiyorlar. Oturduğu evin bir sokak ilerisinde, evinde ısınacak bir şeyi olmadığı için soğukta bir battaniyenin altına sokulan gariplerden habersiz. Binlerce kilometre ötedeki bir milleti telefonda kurtarmaya çalışıyor. Bu kurtarma edebiyatları ile kendimizi aldatmaktan öte gidemeyiz. Peki, Allah ve Resûlü ne buyuruyordu:
"Komşusu açken, kendisi tok yatan bizden değildir." Zaten bu yazımızda bizden görünüp de, gerçekte bizden olmayanları yazdık.
Bugün İslâm coğrafyasında durum çok mu farklı: Irak, Amerika'nın çıkar ve menfaatleri için kan gölüne çevrildi. Bir kısım yazar bozar, Amerika'ya; bir kısmı da Irak'ta direniş yapanlara destek verdi.
Evvela şu sorunun cevabını bulmak lâzım. Saddam ile Amerika'nın yaptığı arasında ne fark var? Kalpleri bilen Allah'tır, Saddam zahirî olarak mü'min olduğunu söylüyordu; ancak halkına yaptığı uygulamalar Amerikanınkinden farksızdı. İhtiras ve saltanatı için yapmadığı aşağılık ve pislik yoktu. Zulmün en alasını, Saddam, halkına uyguluyordu. Saddam, bunları yaparken, bugün Amerika'ya karşı intihar saldırılarında bulunanlar ne yapıyordu. Bugün Amerika'ya karşı kahraman kesilen ya da o yolda yürüyenler, Saddam'ın oğlu, insanları yem olarak aslanlarının önüne atarken neredeydiler?! Zulmü Amerika yaparsa, kabul etmeyiz; ama bizim adamımız yaparsa, hoş görülebilir. Böyle bir mantık doğru olabilir mi?

"Öyle bir belâdan
sakın ki geldiği zaman
yalnız zalimleri yakmaz…"
Allah Celle Celâlühü'nün adaleti öyle mükemmeldir ki, O'nun terazisinde zerre sapma ve haksızlık olmaz. Dün Irak halkına kan kusturan insanlar, aynı zulmü Amerika'dan bizzat görüyorlar. İşte bu, ilâhî adaletin tecellisidir. "Burada mazlumların suçu nedir?" denilecek olursa, o da, zulme sessiz kalmaktır. Zulme sessiz kalmak, zulme rıza göstermek mânasına gelir. Ne buyuruyor Rabbimiz:
"Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz, umuma sirayet ve hepsini perişan eder…" (Enfal, 25) "Mazlumların suçu nedir?" diye bir soru akla gelebilir. Bir isyan, bir günah, bir zulüm alenî işlenir de, aklı olan kimse imkânı dâhilinde buna ses çıkarmazsa, elinden bir şey gelir de bunu yapmazsa, işte o zaman yukarıdaki âyet–i kerime zuhur eder.
Irak'ta bugün zuhur eden de budur.
Bu ateş, yalnız Irak'ı yakmakla kalmayacak, bütün İslâm coğrafyasını yakacaktır.
Allah Celle Celâlühü bunca imkân ve nimeti bizlere vermiş, biz bu imkân ve nimetlerin karşısında ne yapabiliyoruz? Son zamanlarda sıkça kullanılan bir söz: "Elimizden hiçbir şey gelmiyorsa, bari dua edelim." İmkân yok, maddiyat yok; ellerini kaldır, Rabbinden yardım ve desteğini iste. Onu bile başaramıyoruz.

Dua etmeyi
bile beceremiyoruz
Hiç düşündünüz mü duayı da başaramadığımızı? Evet, dua bile edemiyoruz. Çünkü dua salt elleri kaldırarak, talep etmek değildir. Eller semada olduğu zaman, kalpler de Allah'tan başka bir şey olmayacak. Dua iki kısımdan meydana geliyor: Kavlî dua, fiilî dua. Bunlar birbirini tamamlarlar.
"Ya Rabbi! Bize yardım et…" diyor. Sen yardım etmeyeceksen, ne yüzle Allah'tan yardım istiyorsun.
"Ya Rabbi! Bizi zulümden kurtar…" Sen zulmedeceksin, Allah'tan zulmü kaldırması için talepte bulunacaksın… Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Bunun bir benzeri de şudur. Bir konuda hüküm verirken, şahsımızla ilgili oldu mu bakışımız Ebû Bekir Radıyallahu Anh gibi olur. Aynı konudaki hükmü karşı taraf hakkında verince, Ebû Cehilleşiriz.
Nasıl düzelsin ki insanlık!
Birileri aşağıda zulüm ve açlıkla mücadele verirlerken, yukarıdakiler akla gelmeyecek derecede lüks içinde saltanat sürüyorlar. Birileri yukarıda mutlu, birileri aşağıda mutsuz. Bu ikilinin olduğu ortam güzel olur mu? Elbette olmaz. İşte bunun için dünyanın, insanlığın özellikle de Müslümanların ne tadı kaldı, ne de tuzu. Göz göre göre felâkete koşuyoruz.

İslâm coğrafyasında
bir tane lider
gösterebilir misiniz?
İslâm coğrafyasında bir tane lider gösterebilir misiniz?
İslâm coğrafyasında bir tane lider gösterebilir misiniz?
İslâm coğrafyasında bir tane lider gösterebilir misiniz?
Bunu üç defa özelikle yazdık. Ne olur, 1,5 milyarlık İslâm âleminde şimdi vereceğim örneğe benzeyen bir tane lider olsun:
"Basra kenarında bir kuzuyu kurt aşırsa, bunun hesabı Ömer'den sorulur." diyen Hz. Ömer'le aynı düşünceye sahip bir lider var mı?
Bakın, Ömer'in oğlu ne diyor:
"Elbette ki elma ağacının dibinde, elma biter." Bakın, babasının sözüne uygun bir lider bulamadık; ya oğlunun sözüne uyacak lider, önder, başkan bulabilecek miyiz?
Muaviye rahatsızdır. Oğlu Yezid'i veliaht tayin etmek istemektedir. Devrin en önde gelen ilim adamı ve büyük şahsiyeti İbn Ömer'in bu konudaki düşüncesini öğrenmek ister. Bunun için de Amr b. As'ı, İbn Ömer'e gönderir. Amr b. As, onun yanına gelince:
"Ey Abdurrahman'ın babası! Niye ortaya çıkmıyorsun ki, sana biat edelim. Sen Allah Resûlü'nün arkadaşısın. Sen Mü'minlerin emiri Ömer'in oğlusun. Hilâfet makamına sen daha lâyıksın, o senin hakkındır!" dedi. İbn Ömer şöyle sordu:
"Herkes seninle aynı fikirde mi?"
"Çok azı hariç hepsi aynı düşüncede birleşiyorlar."
"Bana bak! Hacer beldesinde yerlerinden kalkamayacak hâlde olan üç adam hariç herkes aynı düşüncede bile olsa, benim hilâfette gözüm yoktur."
Amr b. As, Abdullah b. Ömer'in hilâfette gözü olmadığını ve bunun için kesinlikle savaşma niyetinin bulunmadığını anlayınca, sözü esas konuya getirdi:
"Peki, neredeyse bütün Müslümanların üzerinde söz birliği etmek üzere oldukları birisine biat etmeye var mısın? O takdirde sana, senden sonra torunlarına dahi yetip artacak kadar mal–mülk verilir." dedi. Bu söz Abdullah b. Ömer'i gazaplandırdı. Yüksek sesle:
"Yuh sana! Derhal yanımdan çık ve bir daha da gelme! Yazık sana! Ben o kadar zayıf bir kimse miyim ki, böyle bir teklifte bulunuyorsun? Benim dinim sizlerin altın ve gümüşlerinizden daha değerlidir. Ben bu dünyadan ellerim tertemiz olarak çıkmak isterim." dedi.
Bu hâdiseyi bir kenara koyarak, şöyle bir düşünelim: Muaviye, devrin halifesidir. İslâm devletinin en zirve yöneticisidir. Devrin her konuda mümtaz olan bir şahsiyetine bir teklifte bulunuyor.
O gün Muaviye'nin bulunduğu makama eş olan, bugünün cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamlarıdır. İbn Ömer'in pozisyonunun bugün karşılığı da, ilim ehli yazarlar, kanaat önderleri, cemaat önderleri ve vakıf, sendika başkanlarıdır.
Bugünün cumhurbaşkanı ya da başbakanı, yukarıda Hz. Muaviye'nin İbn Ömer'e teklif ettiğini, ilim ehli yazarlara, kanaat önderlerine, cemaat önderlerine, vakıf ce sendika başkanlarına teklif etse, kaç tanesi İbn Ömer'in verdiği cevabı verir dersiniz. (Burada İbni Ömer ile benzetme şekilden ibarettir, bir örnek olsun diye yazıldı, birebir benzetme manasına değildir)
Hiç birbirimizi aldatmaya gerek yok. Hiçbiri İbn Ömer'in verdiği cevabı veremez. Hiçbiri derken belki bir ya da iki istisnaya haksızlık etmiş olmamak için, yüzde birini istisna tutalım ve yüzde doksan dokuzu dünyalık karşısında teslim olur, diyelim.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt