nakşibendi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 12 Mar 2006
- Mesajlar
- 1,946
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Tıp, uzmanından dinleniyor. İnşaat, mühendisinden veya mimarından. Ekonomiyi anlatan, bir ekonomist değilse eğer, yadırganıyor. Ya din?…
İlahi buyrukların muhatabı herkes olduğu için, dinî konular hepimizi ilgilendiriyor şüphesiz. Ama, dinin temsili sözkonusu olduğunda, herkesin kendi düşüncesini “dinî gerçekler” veya “dinin gerçeği” olarak anlatması ne kadar doğru olabilir? Konuşmacılar ve yazarlar nasıl bir yeterliliğe sahip olmalıdır? Ve bu yeterliliğin ölçüsü nedir?
Dinin sahibi Allah, kapsadığı alan ise dünya ve ahirettir. Allah, sahibi olduğu dini insanlara ulaştırmak için yarattıkları içerisinde en çok sevdiği ve seçtiği peygamberlerini aracı kılmıştır. Bütün peygamberler bu uğurda her şeylerini, hatta canlarını feda etmişler, Allah’ın muradını insanlara ulaştırmayı hayatlarının tek gayesi kılmışlardır. Buna rağmen peygamberlerin vazifesi, yalnızca Allah’ın buyruklarını tebliğ etmek olmuş, tebliğcisi oldukları din adına kendiliklerinden, kendi heva ve heveslerinden hiç bir şey söylememişlerdir. Bu tebliği sadece bilgi aktarımı olarak değil, Allah’ın vahyettiklerini bizzat yaşayarak insanlara ulaştırmışlardır.
Peygamberlerin yolunda giden ve hem zahiri hem manevi yönleriyle onların varisi olan gerçek alimler de tebliğ vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yalnızca Kur’an ve Sünneti seslendirmişler, bu iki kaynakta açıkça bulamadıkları bazı detay konuları ise büyük bir hassasiyet ve titizlik içinde yine Kur’an ve Sünnetin genel anlayışına uygun olarak çözümleyerek insanlara sunmuşlardır.
Peygamberler ve onların varisi gerçek alimlerin tavrından çıkan sonuç şudur: İlahî buyruklar bütünü olan dini, herhangi bir ideoloji gibi genel kültürle yorumlamak tarifi imkansız büyüklükte bir hatadır. Hele dini, bir başka söylemin önüne vitrin malzemesi olarak koymanın ne büyük bir vebal olduğu da açık. Zerre kadar imanî hassasiyeti bulunan bir kişinin şu ayetle irkilmemesi mümkün değil: “Eğer bu Kur’anı bir dağa indirmiş olsaydık, elbet onu Allah kor- kusundan baş eğmiş bir halde (ezilip bükülerek), paramparça olduğunu görürdün.” (Haşr/21)
Ne yazık ki günümüzde din adına konuşan ve yazan pek çok kişi, bir hobiden ya da herhangi bir sosyal vakıadan söz eder gibi rahat davranabiliyor. Kaldı ki, bu konularda bile herhangi bir yanlış anlatım, konu uzmanlarının itiraz duvarına çarpıyor.
Din adına konuşmanın da başından itibaren bir ölçüsü var. Bu ölçü, bir şekilde İslâm’ı dile getiren herkesin mutlaka uyması gereken bir ölçü. Dini anlatanı da, onu dinleyeni de kurtuluşa erdirecek ölçü…
Din adına kimler konuşabilir?
* Birinci derecede, Allah’ın görevlendirdiği peygamberler din adına konuşmaya yetkili olmuşlardır. Yukarıda kısaca değinildiği gibi Onlar, kendilerine vahyedileni tebliğ etmekle görevli Allah memurlarıdır. Allah’ın dinine kendiliklerinden hiçbir şey eklememiş ve çıkarmamışlardır.
* İkinci olarak peygamber varisi âlimler, peygamberlerden sonra din adına konuşmaya ehliyetlidirler. Buradaki âlimlerden maksat, bilgi sahibi olan herkes değildir. Efendimizin (A.S.) varisi olmaya lâyık olan ilim ve amel sahipleri kastedilmiştir. İyi bir tohumun çıplak bir taş üzerinde yeşerip büyümesi mümkün olmadığı gibi, kuru bilginin kalbinde sağlam bir imanı ve takvası, üzerinde de Sünnet’e uygun bir ameli bulunmayan kimsede faydalı olamayacağı aşikârdır.
* Üçüncü olarak, seviyesini bilen ve yetkili ağızlardan veya eserlerden eksiksiz öğrendiğini olduğu gibi aktaran müslümanlar. Tabii ki bu müslümanlar, din adına konuşmanın önemini ve sorumluluğunu idrak etmiş, kalplerinde takvâ hassasiyetini kazanmış olan müslümanlardır.
Din adına konuşmaya yetkili olan Peygamber (A.S.) Efendimizin, O’nun varisi olan alimlerin ve diğer salih müminlerin bu konudaki genel tutumlarını inceleyip, din adına konuşma hususunda dikkat edilmesi gereken ölçüler ana konumuzdur. Fakat asıl konuya girmeden önce bir hususa dikkat çekmek istiyoruz:
Din adına konuşmanın temelini tebliğ oluşturur. Tebliğ ise Allah’ın bildirdiklerini inanarak ve yaşayarak insanlara ulaştırmaktır. Allah’ın bildirdiklerinden maksat, Kur’an ve Sünnettir. Hz. Peygamber (A.S.) Efendimizin vazifesi de bu idi. O’nun varisi olan alimlerin vazifesi de budur. Tam burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Kur’an ve Sünnet’te hükmü bulunamayan konular ortaya çıkmakta ve bunlara da cevap verilmesi istenmektedir. Bu tür konulara cevap verildiğinde Kur’an ve Sünnet’te olmayan bir şeyler söylenmiş olmuyor mu? Dolayısıyla “Allah’ın bildirdiklerini inanarak ve yaşayarak ümmete ulaştırmak’ anlamında olan tebliğ vazifesi bir yönüyle aşılmıyor mu?”
Hükmü, Kur’an ve Sünnet’te açık bir şekilde bulunamayan konular olabilecektir. Bu konuların hükmünü Kur’an ve Sünnet’in genel anlayışına uygun olarak ortaya çıkartabilmek için yetkili olanların çalışma yapma sorumlulukları vardır. Bu çalışmalara ictihad denir. Din adına sorulan sorulara veya ortaya çıkmış olan meselelere cevap vermeye de fetvâ ismi verilir.
İctihad ve fetvâ Kur’ân ve Sünnet dışı şeyler değildir. Aksine Kur’ân ve Sünnet’te hükmü açıkça bulunamayan bir meselenin hükmünü, bu kaynakları çok iyi bilen kimselerin yine Kur’ân ve Sünnet’e göre ortaya çıkarmaları demektir. Bu tür olayların Kur’ân ve Sünnet atmosferinde nasıl bir hükme bağlanabileceğinin gayreti ve faaliyetidir. Yoksa bir kimsenin kendiliğinden hükümler koyması demek değildir.
Durum böyle olunca ictihâd ve fetvâ sonucu verilen hükümler, Kur’ân ve Sünnet dairesinde kabul edilir. Dolayısıyla ictihad yapan ve fetvâ veren alimler de -ehil oldukları takdirde- tebliğ vazifesini yerine getirmiş olurlar.
Yetkisi Olmadan Konuşanlar
“Dinimizde şu iş caizdir.’, “Sen o işi yap, vebali benim üzerime olsun’ gibi sözlerle bir çok insan, din adına konuşmakta veya Allah adına hüküm vermektedir. “Allah adına” diyoruz; çünkü din Allah’ındır ve hüküm koyan Allah’tır. Peygamberler bile Allah’ın koyduğu hükümleri insanlara bildiren, tebliğ eden elçilerdir. Din adına konuşmak veya din adına hüküm vermek, o konu ile ilgili Allah’ın hükmünü bildirmek demektir. Bu sebeple din adına hüküm vermek, çok hassas ve önemli bir konu olması yanında ağır bir sorumluluğu gerektirir. Bu konu kaynak eserlerimizde genellikle ictihat ve fetvâ başlıkları altında incelenir.
Ancak yetkili olanların söz hakkının bulunduğu bu konuda gün geçtikçe yetkisizlerin ve câhillerin konuşmaları çoğalmakta, hatta yetkili olan kıymetli alimlerin açıklamalarına bakılmamaktadır.
Yetkileri olmadığı halde Allah adına hüküm veren insanlar, genellikle dört farklı anlayışı temsil ederler.
Birinci grup, dinini yaşamak isteyen samimi müslümanlar arasından çıkar. Bu insanlar, dinin emir ve yasaklarına uyma gayreti içindedirler. Samimi olmalarına rağmen aşırıya kaçarlar. Bilgisizlik, ölçüsüz muhabbet, yanlış bilgilendirilmek, kendini tatmin etmek ve ehil olmayan kimselere uymak gibi sebeplerle ölçüyü aşarlar. Mesela “mekruh” olan bir şey için “haram” hükmünü, “sünnet” olan bir amel için “farz” hükmünü verebilirler. Bazen de iyi bilmedikleri halde âyet ile hadisi biribirine karıştırır, onlara yanlış anlamlar verirler. Güzel bir sözün “ayet” veya “hadis” olduğunu söyledikleri bile olur.
İkinci grup, dini yaşama gayreti olmayan kimseler arasından çıkar. Bunlar gaflet ve gevşekliklerinden veya gevşekliklerine mazeret bulma gayretinden, yahut da inanan insanlar üzerinde hakimiyet kurmak gibi art niyetlerinden dolayı din adına konuşur ve hükümler verirler.
Üçüncü grup, münafık ve kâfirlerin arasından çıkar. İnananları biribirine düşürmek ve dini bozmak gibi art niyetlerle dinî ilimler sahasında araştırmalar yaparlar. Yapmış oldukları bu araştırmalar sonucunda -inanmadıkları din hakkında- ilk bakışta akla uygun gelebilecek fakat hakikatte yanlış olan bazı hükümler verirler. Vermiş oldukları bu yanlış hükümleri de imkanları yettiğince bütün vasıtaları kullanarak her tarafa yaymaya çalışırlar.
Dördüncü grup, dinî ilimler sahasında bir miktar öğrenim görmüş kimseler arasından çıkar. İyi bilmedikleri halde bildiklerini sanırlar, bildikleri konularda da, bilmedikleri konularda da hüküm verirler. Allah adına hüküm vermenin ne denli ağır ve sorumluluk gerektiren bir iş olduğunu düşünmezler. Dinin vahiy kaynaklı olduğunu bildikleri halde akıllarını ve anlayışlarını vahyin yerine koyarlar. Sınırlı ve gerçekten yetersiz olan bilgilerine ve akıllarına çok güvenirler. Genellikle gururlu ve kibirlidirler. Alçak gönüllü değildirler ve ibadet yapma gayretinden uzaktırlar. Gönül yönünden çok zayıftırlar.
Müslüman olmayan bazı araştırmacıların, din adına konuşma hususunda gerekli hassasiyeti göstermemelerinin belki bir izahı yapılabilir. Fakat “inanıyorum’ diyen, “müslümanım’ diyen insanların bu hassasiyeti göstermemesinin acaba ne gibi sebepleri olabilir?
Niçin konuşurlar?
* İnandığı halde imanın hakikatini anlamamak. Başka bir ifadeyle yüzeysel bir şekilde inanırlar. Her insan inanmaya ve dine hava-su kadar ihtiyaç duyar. Evet, her insan doğru-yanlış, tam-eksik mutlaka birşeylere inanır. Müslüman olan bir kimse de Allah’a, peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, kaza ve kadere, âhirete iman eder. Çevresinde bu imanıyla tanınır. Eğer bu insan, inandığı şeyler hakkında Allah’ın ve peygamberinin öğretmiş olduklarını bilmiyorsa, bir de bilmediklerini ehil kimselerden öğrenme yoluna gitmiyorsa imanında yanlışa düşer. Bu yanlış, içinde yer eder ve sorulduğunda o yanlış anlayış ile cevap verir. Bunun bir ileri merhalesinde yanlışına deliller bulmaya çalışır. Böylece din adına konuşur ve din adına büyük bir cinayet işlemiş olur.
* Aklı, dinin kaynağı kabul etmek. Bu durum toplumumuzda neredeyse genel bir anlayış haline getirilmeye çalışılan bir hastalıktır. Akla, taşıyamayacağı bir yük vurulmaktadır. Asli vazifesi bir tarafa bırakılmaktadır. “İslâm dini, akıl dinidir.” şeklinde bir ifade kullanılıyor ve bu ifadeden “dinin kaynağı, akıldır” gibi çok yanlış bir sonuç çıkartılıyor. Halbuki dinin kaynağı akıl değil, Allah’ın vahyidir.
İnsanın sorumlu tutulması için akıllı olması şart koşulmuştur. Bu şartı da aklı veren Allah koymuştur. Akıllı olmayan kimse sorumlu tutulmamıştır. Akıl sahibi olan kimselerin sorumlu tutulduğu dinin kaynağı ise vahiydir. Dolayısıyla vahyi anlamada, akıl hizmetkâr kılınmıştır.
Aklı dinin kaynağı olarak görenler, kendilerinde de akıl olduğu için vahyin getirdiklerine bakmadan akıllarına geleni din diye ortaya koymaktadırlar. Herkesin aklî seviyesi de farklı olduğundan, akıllarının farklılığı kadar farklı dinî anlayışlar ortaya çıkmaktadır.
Aklı görevinde, yani vahyin hizmetkârlığında kullanmak gerekir. Bir de bu kullanımda Efendimizin (A.S.) Sahabe-i Kirâm’ın ve onların yolunu izleyenlerin usül ve üsluplarını meleke haline getirmek icab eder.
* Dinin teorik kısmını meslek edinip, fiilî ve kalbî yönüne önem vermemek. Bilgi, kullanılmadığı takdirde beyinde bir yüktür. Faydalı olması gerekirken, zararlı hale gelebilir. Bunun için Efendimiz (A.S.) “Allahım! Faydasız ilimden sana sığınırım…” buyurmuştur. Din ile ilgili bilgiyi kullanmak demek, onu yaşamak ve hayatımıza tatbik etmek demektir. Ve bu yaşayış, kalbte hissedilen ve manevî lezzeti alına-bilen bir yaşayış olmalıdır. Çünkü Efendimiz (A.S.) yukarıdaki duasını “Ürpermeyen kalpten de sana sığınırım…” diye sürdürmüştür.
Dinî ilimlerden bir kısmını, kuru bilgi olarak kafasında toplayıp, yaşantısında ondan istifade edemeyen, istifade edemediği için kalbi ürpermeyen insan, her zaman hatalı ve yanlış şeyler söylemeye müsaittir. Hele hele bu tür sözleri söylediğinde prim yapacaksa, birilerinin gündemine girecekse, ilgi odağı haline gelecekse, bu durum yüzde yüze yakın ve daha tehlikeli bir şekilde gerçekleşir.
Bir insan düşününüz ki, mesleği ve uğraşısı dinî ilimlerdir. Onları öğrenmekte veya öğretmektedir. Bu yüzden maaş almakta, bu yüzden merhaba edilmekte ve çevresinde kabul görmektedir. Bu yüzden akademik ünvanlara sahip olmakta, konferanslara, panellere katılmakta ve yazılar yazmaktadır. Hasılı dinî ilimler bir nevi onun hayatı olmuştur. Bu ne güzel bir meşguliyettir.
Böyle bir insana ne büyük bir nimet ikram edilmiştir; eğer bilgisinin gerektirdiği şekilde yaşıyorsa, eğer her şeyiyle borçlu olduğu o mahzun, gözü yaşlı, günlerini af dileyerek, gecelerini secdelere kapanarak geçirmiş olan peygamberine ittiba ediyorsa…
Fakat bu insan için ne büyük bir musibettir; eğer ilminin gereği gibi yaşamıyor ve yaşantısını o Resûl’e (A.S.) ittiba etmeksizin geçiriyorsa… Dini, biliyorum diyerek hafife alıyorsa, hadisi biliyorum diyerek Efendimizin (A.S.) hassasiyetinden hissedar olamı -yorsa… Kur’ân ve Sünnet ilimleriyle meşgul olurken, -devamlı ölüme yaklaştığı halde- yaşantısında Kur’ân ve Sünnet bulunmuyorsa, yahut en azından bulunmamasının derdiyle yanıp haddini bilenlerden olamıyorsa…
* Doğruları öğrenebileceği, terbiyesinden istifade edebileceği kendi üzerinde bir merci kabul etmemek. Yetkisiz olduğu halde din adına konuşan kimseleri çok iddialı görürsünüz. Çünkü o konuda kendisini hakim konumunda görür, kendisinin üstünde bu konunun danışılabileceği bir mercinin olabileceğini düşünmez. Halbuki sahip olduğu bilgileri eserlerinden öğrendiği alimlerin, görüşlerini ifade ettikten sonra “biz doğruyu bulmaya çalıştık; doğrusunu Allah bilir” dediklerini ve göstermiş oldukları hassasiyeti dikkate almaz. Allah-u Teâlâ’nın “Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz ve (fakat) her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır.” (Yusuf/76) âyetine kulak vermez.
İslâm itaat dinidir: Allah’a itaat, Resûlüne itaat ve ul’l-emre itaat. (Nisâ/59) Ul’l-emr geniş bir kavramdır. Emir sahipleri, genellikle sözkonusu işin yetkilileri anlamındadır. Her müslüman itaat ahlâkı üzere olmakla mükelleftir. Bilgi sahibi olmak, yetki sahibi olmak, itaat ahlâkına aykırı davranma hakkını vermez. Bu itibarla bir müslüman ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, her zaman kendi üzerinde daha iyi bir bilenin var olduğunu kabul edecek ve kendisini son merci görmeyecektir. Hakikate ulaşabilmek için gayret sarfettiğini düşünecek, en doğrusunu Allah’ın bildiğini, kendi yaptığının ise o bilgiye ulaşma gayreti olduğunu itiraf edecektir. Takvâ hassasiyeti içerisinde her türlü ikaza açık olacaktır.
İşte genel olarak bu dört sebepten dolayı yukarıda saydığımız dört grubun içine giren bir çok yetkisiz insan, son yıllarda basın-yayın araçlarını da kullanarak din adına konuşuyorlar. Allah adına hükümler veriyor, ölçülü davranmak isteyen samimi insanların kafalarını karıştırıyorlar. Üzerlerinde bulunan ölçüsüzlüğü ve gevşekliği kendilerini iyi niyetle dinleyen fakat yeterince araştıramayan kimselere bulaştırıyorlar. İçinde bulunduğumuz dini anlama ve yaşamayla ilgili kargaşanın önemli sebeplerinden biri de bu olsa gerektir.
İlahi buyrukların muhatabı herkes olduğu için, dinî konular hepimizi ilgilendiriyor şüphesiz. Ama, dinin temsili sözkonusu olduğunda, herkesin kendi düşüncesini “dinî gerçekler” veya “dinin gerçeği” olarak anlatması ne kadar doğru olabilir? Konuşmacılar ve yazarlar nasıl bir yeterliliğe sahip olmalıdır? Ve bu yeterliliğin ölçüsü nedir?
Dinin sahibi Allah, kapsadığı alan ise dünya ve ahirettir. Allah, sahibi olduğu dini insanlara ulaştırmak için yarattıkları içerisinde en çok sevdiği ve seçtiği peygamberlerini aracı kılmıştır. Bütün peygamberler bu uğurda her şeylerini, hatta canlarını feda etmişler, Allah’ın muradını insanlara ulaştırmayı hayatlarının tek gayesi kılmışlardır. Buna rağmen peygamberlerin vazifesi, yalnızca Allah’ın buyruklarını tebliğ etmek olmuş, tebliğcisi oldukları din adına kendiliklerinden, kendi heva ve heveslerinden hiç bir şey söylememişlerdir. Bu tebliği sadece bilgi aktarımı olarak değil, Allah’ın vahyettiklerini bizzat yaşayarak insanlara ulaştırmışlardır.
Peygamberlerin yolunda giden ve hem zahiri hem manevi yönleriyle onların varisi olan gerçek alimler de tebliğ vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yalnızca Kur’an ve Sünneti seslendirmişler, bu iki kaynakta açıkça bulamadıkları bazı detay konuları ise büyük bir hassasiyet ve titizlik içinde yine Kur’an ve Sünnetin genel anlayışına uygun olarak çözümleyerek insanlara sunmuşlardır.
Peygamberler ve onların varisi gerçek alimlerin tavrından çıkan sonuç şudur: İlahî buyruklar bütünü olan dini, herhangi bir ideoloji gibi genel kültürle yorumlamak tarifi imkansız büyüklükte bir hatadır. Hele dini, bir başka söylemin önüne vitrin malzemesi olarak koymanın ne büyük bir vebal olduğu da açık. Zerre kadar imanî hassasiyeti bulunan bir kişinin şu ayetle irkilmemesi mümkün değil: “Eğer bu Kur’anı bir dağa indirmiş olsaydık, elbet onu Allah kor- kusundan baş eğmiş bir halde (ezilip bükülerek), paramparça olduğunu görürdün.” (Haşr/21)
Ne yazık ki günümüzde din adına konuşan ve yazan pek çok kişi, bir hobiden ya da herhangi bir sosyal vakıadan söz eder gibi rahat davranabiliyor. Kaldı ki, bu konularda bile herhangi bir yanlış anlatım, konu uzmanlarının itiraz duvarına çarpıyor.
Din adına konuşmanın da başından itibaren bir ölçüsü var. Bu ölçü, bir şekilde İslâm’ı dile getiren herkesin mutlaka uyması gereken bir ölçü. Dini anlatanı da, onu dinleyeni de kurtuluşa erdirecek ölçü…
Din adına kimler konuşabilir?
* Birinci derecede, Allah’ın görevlendirdiği peygamberler din adına konuşmaya yetkili olmuşlardır. Yukarıda kısaca değinildiği gibi Onlar, kendilerine vahyedileni tebliğ etmekle görevli Allah memurlarıdır. Allah’ın dinine kendiliklerinden hiçbir şey eklememiş ve çıkarmamışlardır.
* İkinci olarak peygamber varisi âlimler, peygamberlerden sonra din adına konuşmaya ehliyetlidirler. Buradaki âlimlerden maksat, bilgi sahibi olan herkes değildir. Efendimizin (A.S.) varisi olmaya lâyık olan ilim ve amel sahipleri kastedilmiştir. İyi bir tohumun çıplak bir taş üzerinde yeşerip büyümesi mümkün olmadığı gibi, kuru bilginin kalbinde sağlam bir imanı ve takvası, üzerinde de Sünnet’e uygun bir ameli bulunmayan kimsede faydalı olamayacağı aşikârdır.
* Üçüncü olarak, seviyesini bilen ve yetkili ağızlardan veya eserlerden eksiksiz öğrendiğini olduğu gibi aktaran müslümanlar. Tabii ki bu müslümanlar, din adına konuşmanın önemini ve sorumluluğunu idrak etmiş, kalplerinde takvâ hassasiyetini kazanmış olan müslümanlardır.
Din adına konuşmaya yetkili olan Peygamber (A.S.) Efendimizin, O’nun varisi olan alimlerin ve diğer salih müminlerin bu konudaki genel tutumlarını inceleyip, din adına konuşma hususunda dikkat edilmesi gereken ölçüler ana konumuzdur. Fakat asıl konuya girmeden önce bir hususa dikkat çekmek istiyoruz:
Din adına konuşmanın temelini tebliğ oluşturur. Tebliğ ise Allah’ın bildirdiklerini inanarak ve yaşayarak insanlara ulaştırmaktır. Allah’ın bildirdiklerinden maksat, Kur’an ve Sünnettir. Hz. Peygamber (A.S.) Efendimizin vazifesi de bu idi. O’nun varisi olan alimlerin vazifesi de budur. Tam burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Kur’an ve Sünnet’te hükmü bulunamayan konular ortaya çıkmakta ve bunlara da cevap verilmesi istenmektedir. Bu tür konulara cevap verildiğinde Kur’an ve Sünnet’te olmayan bir şeyler söylenmiş olmuyor mu? Dolayısıyla “Allah’ın bildirdiklerini inanarak ve yaşayarak ümmete ulaştırmak’ anlamında olan tebliğ vazifesi bir yönüyle aşılmıyor mu?”
Hükmü, Kur’an ve Sünnet’te açık bir şekilde bulunamayan konular olabilecektir. Bu konuların hükmünü Kur’an ve Sünnet’in genel anlayışına uygun olarak ortaya çıkartabilmek için yetkili olanların çalışma yapma sorumlulukları vardır. Bu çalışmalara ictihad denir. Din adına sorulan sorulara veya ortaya çıkmış olan meselelere cevap vermeye de fetvâ ismi verilir.
İctihad ve fetvâ Kur’ân ve Sünnet dışı şeyler değildir. Aksine Kur’ân ve Sünnet’te hükmü açıkça bulunamayan bir meselenin hükmünü, bu kaynakları çok iyi bilen kimselerin yine Kur’ân ve Sünnet’e göre ortaya çıkarmaları demektir. Bu tür olayların Kur’ân ve Sünnet atmosferinde nasıl bir hükme bağlanabileceğinin gayreti ve faaliyetidir. Yoksa bir kimsenin kendiliğinden hükümler koyması demek değildir.
Durum böyle olunca ictihâd ve fetvâ sonucu verilen hükümler, Kur’ân ve Sünnet dairesinde kabul edilir. Dolayısıyla ictihad yapan ve fetvâ veren alimler de -ehil oldukları takdirde- tebliğ vazifesini yerine getirmiş olurlar.
Yetkisi Olmadan Konuşanlar
“Dinimizde şu iş caizdir.’, “Sen o işi yap, vebali benim üzerime olsun’ gibi sözlerle bir çok insan, din adına konuşmakta veya Allah adına hüküm vermektedir. “Allah adına” diyoruz; çünkü din Allah’ındır ve hüküm koyan Allah’tır. Peygamberler bile Allah’ın koyduğu hükümleri insanlara bildiren, tebliğ eden elçilerdir. Din adına konuşmak veya din adına hüküm vermek, o konu ile ilgili Allah’ın hükmünü bildirmek demektir. Bu sebeple din adına hüküm vermek, çok hassas ve önemli bir konu olması yanında ağır bir sorumluluğu gerektirir. Bu konu kaynak eserlerimizde genellikle ictihat ve fetvâ başlıkları altında incelenir.
Ancak yetkili olanların söz hakkının bulunduğu bu konuda gün geçtikçe yetkisizlerin ve câhillerin konuşmaları çoğalmakta, hatta yetkili olan kıymetli alimlerin açıklamalarına bakılmamaktadır.
Yetkileri olmadığı halde Allah adına hüküm veren insanlar, genellikle dört farklı anlayışı temsil ederler.
Birinci grup, dinini yaşamak isteyen samimi müslümanlar arasından çıkar. Bu insanlar, dinin emir ve yasaklarına uyma gayreti içindedirler. Samimi olmalarına rağmen aşırıya kaçarlar. Bilgisizlik, ölçüsüz muhabbet, yanlış bilgilendirilmek, kendini tatmin etmek ve ehil olmayan kimselere uymak gibi sebeplerle ölçüyü aşarlar. Mesela “mekruh” olan bir şey için “haram” hükmünü, “sünnet” olan bir amel için “farz” hükmünü verebilirler. Bazen de iyi bilmedikleri halde âyet ile hadisi biribirine karıştırır, onlara yanlış anlamlar verirler. Güzel bir sözün “ayet” veya “hadis” olduğunu söyledikleri bile olur.
İkinci grup, dini yaşama gayreti olmayan kimseler arasından çıkar. Bunlar gaflet ve gevşekliklerinden veya gevşekliklerine mazeret bulma gayretinden, yahut da inanan insanlar üzerinde hakimiyet kurmak gibi art niyetlerinden dolayı din adına konuşur ve hükümler verirler.
Üçüncü grup, münafık ve kâfirlerin arasından çıkar. İnananları biribirine düşürmek ve dini bozmak gibi art niyetlerle dinî ilimler sahasında araştırmalar yaparlar. Yapmış oldukları bu araştırmalar sonucunda -inanmadıkları din hakkında- ilk bakışta akla uygun gelebilecek fakat hakikatte yanlış olan bazı hükümler verirler. Vermiş oldukları bu yanlış hükümleri de imkanları yettiğince bütün vasıtaları kullanarak her tarafa yaymaya çalışırlar.
Dördüncü grup, dinî ilimler sahasında bir miktar öğrenim görmüş kimseler arasından çıkar. İyi bilmedikleri halde bildiklerini sanırlar, bildikleri konularda da, bilmedikleri konularda da hüküm verirler. Allah adına hüküm vermenin ne denli ağır ve sorumluluk gerektiren bir iş olduğunu düşünmezler. Dinin vahiy kaynaklı olduğunu bildikleri halde akıllarını ve anlayışlarını vahyin yerine koyarlar. Sınırlı ve gerçekten yetersiz olan bilgilerine ve akıllarına çok güvenirler. Genellikle gururlu ve kibirlidirler. Alçak gönüllü değildirler ve ibadet yapma gayretinden uzaktırlar. Gönül yönünden çok zayıftırlar.
Müslüman olmayan bazı araştırmacıların, din adına konuşma hususunda gerekli hassasiyeti göstermemelerinin belki bir izahı yapılabilir. Fakat “inanıyorum’ diyen, “müslümanım’ diyen insanların bu hassasiyeti göstermemesinin acaba ne gibi sebepleri olabilir?
Niçin konuşurlar?
* İnandığı halde imanın hakikatini anlamamak. Başka bir ifadeyle yüzeysel bir şekilde inanırlar. Her insan inanmaya ve dine hava-su kadar ihtiyaç duyar. Evet, her insan doğru-yanlış, tam-eksik mutlaka birşeylere inanır. Müslüman olan bir kimse de Allah’a, peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, kaza ve kadere, âhirete iman eder. Çevresinde bu imanıyla tanınır. Eğer bu insan, inandığı şeyler hakkında Allah’ın ve peygamberinin öğretmiş olduklarını bilmiyorsa, bir de bilmediklerini ehil kimselerden öğrenme yoluna gitmiyorsa imanında yanlışa düşer. Bu yanlış, içinde yer eder ve sorulduğunda o yanlış anlayış ile cevap verir. Bunun bir ileri merhalesinde yanlışına deliller bulmaya çalışır. Böylece din adına konuşur ve din adına büyük bir cinayet işlemiş olur.
* Aklı, dinin kaynağı kabul etmek. Bu durum toplumumuzda neredeyse genel bir anlayış haline getirilmeye çalışılan bir hastalıktır. Akla, taşıyamayacağı bir yük vurulmaktadır. Asli vazifesi bir tarafa bırakılmaktadır. “İslâm dini, akıl dinidir.” şeklinde bir ifade kullanılıyor ve bu ifadeden “dinin kaynağı, akıldır” gibi çok yanlış bir sonuç çıkartılıyor. Halbuki dinin kaynağı akıl değil, Allah’ın vahyidir.
İnsanın sorumlu tutulması için akıllı olması şart koşulmuştur. Bu şartı da aklı veren Allah koymuştur. Akıllı olmayan kimse sorumlu tutulmamıştır. Akıl sahibi olan kimselerin sorumlu tutulduğu dinin kaynağı ise vahiydir. Dolayısıyla vahyi anlamada, akıl hizmetkâr kılınmıştır.
Aklı dinin kaynağı olarak görenler, kendilerinde de akıl olduğu için vahyin getirdiklerine bakmadan akıllarına geleni din diye ortaya koymaktadırlar. Herkesin aklî seviyesi de farklı olduğundan, akıllarının farklılığı kadar farklı dinî anlayışlar ortaya çıkmaktadır.
Aklı görevinde, yani vahyin hizmetkârlığında kullanmak gerekir. Bir de bu kullanımda Efendimizin (A.S.) Sahabe-i Kirâm’ın ve onların yolunu izleyenlerin usül ve üsluplarını meleke haline getirmek icab eder.
* Dinin teorik kısmını meslek edinip, fiilî ve kalbî yönüne önem vermemek. Bilgi, kullanılmadığı takdirde beyinde bir yüktür. Faydalı olması gerekirken, zararlı hale gelebilir. Bunun için Efendimiz (A.S.) “Allahım! Faydasız ilimden sana sığınırım…” buyurmuştur. Din ile ilgili bilgiyi kullanmak demek, onu yaşamak ve hayatımıza tatbik etmek demektir. Ve bu yaşayış, kalbte hissedilen ve manevî lezzeti alına-bilen bir yaşayış olmalıdır. Çünkü Efendimiz (A.S.) yukarıdaki duasını “Ürpermeyen kalpten de sana sığınırım…” diye sürdürmüştür.
Dinî ilimlerden bir kısmını, kuru bilgi olarak kafasında toplayıp, yaşantısında ondan istifade edemeyen, istifade edemediği için kalbi ürpermeyen insan, her zaman hatalı ve yanlış şeyler söylemeye müsaittir. Hele hele bu tür sözleri söylediğinde prim yapacaksa, birilerinin gündemine girecekse, ilgi odağı haline gelecekse, bu durum yüzde yüze yakın ve daha tehlikeli bir şekilde gerçekleşir.
Bir insan düşününüz ki, mesleği ve uğraşısı dinî ilimlerdir. Onları öğrenmekte veya öğretmektedir. Bu yüzden maaş almakta, bu yüzden merhaba edilmekte ve çevresinde kabul görmektedir. Bu yüzden akademik ünvanlara sahip olmakta, konferanslara, panellere katılmakta ve yazılar yazmaktadır. Hasılı dinî ilimler bir nevi onun hayatı olmuştur. Bu ne güzel bir meşguliyettir.
Böyle bir insana ne büyük bir nimet ikram edilmiştir; eğer bilgisinin gerektirdiği şekilde yaşıyorsa, eğer her şeyiyle borçlu olduğu o mahzun, gözü yaşlı, günlerini af dileyerek, gecelerini secdelere kapanarak geçirmiş olan peygamberine ittiba ediyorsa…
Fakat bu insan için ne büyük bir musibettir; eğer ilminin gereği gibi yaşamıyor ve yaşantısını o Resûl’e (A.S.) ittiba etmeksizin geçiriyorsa… Dini, biliyorum diyerek hafife alıyorsa, hadisi biliyorum diyerek Efendimizin (A.S.) hassasiyetinden hissedar olamı -yorsa… Kur’ân ve Sünnet ilimleriyle meşgul olurken, -devamlı ölüme yaklaştığı halde- yaşantısında Kur’ân ve Sünnet bulunmuyorsa, yahut en azından bulunmamasının derdiyle yanıp haddini bilenlerden olamıyorsa…
* Doğruları öğrenebileceği, terbiyesinden istifade edebileceği kendi üzerinde bir merci kabul etmemek. Yetkisiz olduğu halde din adına konuşan kimseleri çok iddialı görürsünüz. Çünkü o konuda kendisini hakim konumunda görür, kendisinin üstünde bu konunun danışılabileceği bir mercinin olabileceğini düşünmez. Halbuki sahip olduğu bilgileri eserlerinden öğrendiği alimlerin, görüşlerini ifade ettikten sonra “biz doğruyu bulmaya çalıştık; doğrusunu Allah bilir” dediklerini ve göstermiş oldukları hassasiyeti dikkate almaz. Allah-u Teâlâ’nın “Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz ve (fakat) her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır.” (Yusuf/76) âyetine kulak vermez.
İslâm itaat dinidir: Allah’a itaat, Resûlüne itaat ve ul’l-emre itaat. (Nisâ/59) Ul’l-emr geniş bir kavramdır. Emir sahipleri, genellikle sözkonusu işin yetkilileri anlamındadır. Her müslüman itaat ahlâkı üzere olmakla mükelleftir. Bilgi sahibi olmak, yetki sahibi olmak, itaat ahlâkına aykırı davranma hakkını vermez. Bu itibarla bir müslüman ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, her zaman kendi üzerinde daha iyi bir bilenin var olduğunu kabul edecek ve kendisini son merci görmeyecektir. Hakikate ulaşabilmek için gayret sarfettiğini düşünecek, en doğrusunu Allah’ın bildiğini, kendi yaptığının ise o bilgiye ulaşma gayreti olduğunu itiraf edecektir. Takvâ hassasiyeti içerisinde her türlü ikaza açık olacaktır.
İşte genel olarak bu dört sebepten dolayı yukarıda saydığımız dört grubun içine giren bir çok yetkisiz insan, son yıllarda basın-yayın araçlarını da kullanarak din adına konuşuyorlar. Allah adına hükümler veriyor, ölçülü davranmak isteyen samimi insanların kafalarını karıştırıyorlar. Üzerlerinde bulunan ölçüsüzlüğü ve gevşekliği kendilerini iyi niyetle dinleyen fakat yeterince araştıramayan kimselere bulaştırıyorlar. İçinde bulunduğumuz dini anlama ve yaşamayla ilgili kargaşanın önemli sebeplerinden biri de bu olsa gerektir.