Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Dilekçem: Vicdanımdaki Ürperti, Pişmanlık Tövbedir (1 Kullanıcı)

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Devletler tarafından sık sık yapılan bir uygulama vardır. "Pişmanlık kanunları". Bazen eğitimini aksatmış insanlara "Af" çıkarılır, bir hak daha denir. Bazen hapishanelerdeki değişik suç işlemiş insanlara bir "Af" ilan edilir. Bazen de bu "Af" ilanı öyle bir noktaya gelir ki kanun tanımaz, toplum hayatına neredeyse zehir durumuna gelmiş bir "Terörist" bir eşkıyaya bile "Af" yasaları "Pişmanlık kanunları" çıkarılır. Ve devletin şefkat eli herkesimden insana uzatılır, uzatılmak istenir.

Peki, bu pişmanlık yasaları bize neler hatırlatıyor.

Ben kendimce "Pişmanlık Dilekçesi" ile başvurulan resmi kurumlardaki dilekçe gibi bir "Tövbe Dilekçesi" vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Dünyada pişmanlık dilekçesi vermeyen ya eğitimden okuldan mahrum, ya da hapishanelerde kalıp çıkarılan yasadan yararlanamayacaktı. En fazla 60 – 70 senelik dünya hayatının keyif ve lezzeti eksik olacaktı. Peki, tövbe dilekçesi vermezsek ne olurdu? Allah muhafaza ebedi hayatımızı berbat edebilirdik.

Evet sizi bilemem ama; İşlemiş olduğum günahlardan dolayı, Bende bir kaçkınım, ben de bir asiyim, ben de sahibime başkaldırmışım, "Yok mu bana bir pişmanlık yasası, yok mu bana da bir af?" deyip durmam gerekmez miydi? Nefsimin, arzularımın tutsağıydım. Ben de özgür olmak istiyordum. Bir kuş gibi, tövbe ve istiğfar kanatlarıyla özgürlük semasına "Rıza" semasına uçabilmeliydim. Olabilirdi. Evet, İstesem yapabilirdim.

Bazen "Sonunda falanca kişi de, Pişmanlık yasasından yararlandı" haberleri duyuyordum. Peki, ümit edilmeyen kişiler bile pişmanlık yasalarından yararlanabilirken, ben niye pişmanlık kanunundan(tövbe) yararlanmayayım? Evet, mahşerde o büyük diriliş gününde, belki benim içinde "Sonunda Turan'da pişmanlık yasasından yararlandı" denilseydi, ne olurdu? Ahh…Ne olurdu…

Pişmanlık yasalarından faydalananlar, itiraflar yaparlardı ve itiraflarına görede cezaları değişirdi. Bende onun huzurunda ellerimi açıp, kusurlarımı görüp onun "Settar" ismine sığınmalıydım. İtiraf edene merhamet ediliyordu. Banada "Erhamürrahimin" merhamet edecekti ve edeceğini müjdelemişti de.

"Onlar fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan başka bağışlayan kim vardır. Onlar yaptıklarında bile bile direnmezler" (Âl-i İmrân,135)

Bu gibi müjdeler her an için geçerliydi, her yerde de yapılabilirdi. Evet her şeyin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Kutlu Nebi (s.a.s) "Yüce Allah kulunun tövbesini, ölüm anında boğazında hırıltı başlamadıkça, kabul eder" diyordu. Demek elimi çabuk tutmalıydım. Her an ecel aslanı pençesini indirebilirdi. Ben tövbemi, pişmanlığımı her yerde de yapabilirdim, çünkü O "her yerde hazır ve nazırdı". Aracısızda yapabilirdim, çünkü O "her şeyi işitendi"…

Onun affı rahmeti yağmur gibiydi. Her yere yağardı, ama kayaların yağmurdan hissesiz kalması gibi, katı yürekli pişmanlık ateşiyle gönlünü eritmeyenler, bundan nasipsiz kalacaktı.

Bülbül her yere konar mıydı? Ancak pişmanlık ateşiyle günah kirlerinin yandığı, temiz bir gönül bahçesinde af bülbülü işitilebilirdi.

Nerede Of Of diyeceğini bile bilemeyişime OF.

Elimdeki bunca verilenlere şükür edemeyişime OF.

Geçmiş zamanımı ibadet yağmurlarıyla sulamayıp, bir çöl gibi bırakmanın pişmanlığını duyamayışıma OF.

Günahların ızdırabını içimde duyamayışıma OF.

Çeşme gibi çeşmimden(göz) yaşlar akıtmam gerekti. Kutlu Nebinin(s.a.s) "Ürpermeyen kalpten sana sığınırım" dediği gibi, ben de günahlarımı her daim hatırlamalı ve bundan dolayı ürpermeli, bu halin olmayışından da ona sığınmalıydım.

Kim bilir? Belkide, gözyaşlarıyla geçirilen bir gün veya pişmanlık sancılarıyla iki büklüm olup eda edilen bir namazın ardından gelecekti af kararı.

İşte, gerçekte hakiki beraat gecesi, hakiki bayram ona denilecekti.

Hz. Ali'nin "Bugün amel var, hesap yok. Yarın da hesap var, amel yok." Sözünü hatırlayıp kalemim elimden alınmadan, imtihan bitti zili "ecel" çalmadan gözyaşlarımla, dilimdeki tövbe, gönlümdeki sancı, vicdanımdaki ürpertiler ile amel yapıp hayat sahifemi süslemeliydim…

Gidenler hesap, bugün ve yarınlar ise fırsattı.

Şartlarına uyarak yaptığımız bir işten nasıl netice bekliyorsak, tövbenin şartlarına uyduğumuzda da Allah'ın rahmetini ummalıyız.

Kutlu nebinin "Pişmanlık Tövbedir" sözü gereği tövbe üzerinde biraz duralım.

Tövbe; pişmanlığın mırıltılarıdır, geçmişte yapılan kusurlara pişmanlık ve şimdiki varsa yanlış hal ve vaziyetin terk edilip, gelecekte istikametli bir yürüyüş sergileme kararlılığıdır. Tövbede en can alıcı nokta "Sağılmış olan sütün hayvanın memesine dönmesi nasıl mümkün değilse, öylece o günaha bir daha dönmemek anlamında" ki kararlı bir tövbe olmasıdır. Ki buna da "Nasuh Tövbe" denir.

Günahlara hayat hakkı vermemek lazım. "İnsan hayatında ömrü en az, en kısa olması gereken şey hata ve günahlar olmalıdır". Günahkâr zehirlenmiş bir insan gibidir, zehirlenen kişi için vakit geçirmek nasıl tehlikeli ise günah işleyeninde tövbede gecikmesi o derece risklidir.

Tövbe; kendini yenilemek, bir iç onarım, günah çukuruna girmiş kişinin hoplayıp çıkması, nefsanî arzulara dur deyip erkekçe duruşun adıdır. İradenin günahlara geçit vermemesidir. Benliğin, nefsin arzularıyla düellosu da diyebiliriz.

Efendimiz buyururlar ki "Herkes hata işler, hata işleyenlerin en hayırlıları da tövbe edenlerdir." Zamanın dehşetinden dolayı günah zemininden uzak durmak en selametli yoldur. Yoksa yarın mahşerin dehşeti içinde duyacağımız pişmanlığın hiç mi hiç faydası olmayacaktır. Nitekim mahşer gününün o büyük diriliş gününün bir ismi de "Pişmanlık Günü" dür.

Vicdanında, hatalarına kusurlarına tiksinti duyanlara
Tövbe ve istiğfar ilacını günahlarına sürenlere SELAM OLSUN.

turan tekin
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Tövbe, sadece günahlardan kurtulma değil, aynı zamanda bir ibadet şeklidir. Cenâbı Allah, bütün mü'minleri tövbe etmeye çağırmaktadır. Allahü Teâlâ'ya sığınarak tövbe etmek, aynı zamanda imanın kuvvetlenmesini de gerçekleştirir. Böylece bilip bilmediği günahlardan affa erişen mü'min, günahsız olarak bir üst mertebeye çıkarak yücelecektir. Hadis de: " Tövbe eden hiç günah işlememiştir. " diye buyrulması tövbenin önemini vurgulamaktadır.

Kur'ân; kemale ermiş benliklerin temsilcisi takva sahiplerinin tövbe ibadetlerini gecenin son üçte biri olan seher vakitlerinde yaptıklarını belirtmektedir. Tövbe, günün her vaktinde yapılırsa da seher vakti; dua, af ve merhametin kabulü bakımından çok önemli bir zaman dilimidir. Peygamber Efendimiz : " Ben her gün 70 defadan çok tövbe ederim. " diye buyurmakla tövbenin her zaman yapılması gereğine açıklık getirmiştir.

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Örten, perdeleyen, gizleyen; eşyayı kabın içine yerleştiren. Allahu Teâlâ'nın esmâ-i hüsnâsından biri. Kullarını dünya ve ahirette rezil etmeyen onların günahlarını gizleyen, örten ve günahlarından dolayı cezalandırmayan. Gafûr ve Gaffâr mübâlağa ifade eden isimlerden olduğundan, yalnız Allah için kullanılır (Beyhâkî, el-Esmâ' ve's-Sıfât, s. 104-106).

Allah, iyiyi-güzeli açığa çıkaran, kötüyü-çirkini örtendir. Günahlar çirkin davranışların neticesidir. Allah dünyada üzerlerine örtü örtmek, ahirette de cezalarını vermekten vazgeçmek suretiyle bunları örter (İmam Gazâlî, Esmâü'l Hüsnâ, terc. Y. Arıkan s. 128). Allah'ın affediciliğini ifade eden "Ga-fe-re" kökünden ism-i fâil olan Gâfir de Allah'ın sıfatlarındandır. Gafîr; günahkarı rezil-rüsva etmemek için hatasını gizleyen, onu cezalandırmayandır (Beyhakî, a.g.e., s. 104). Kur'an'da iki defa geçen Gâfîr, mübâlağa anlamında olmadığından Allah'ın dışındakiler için de kullanılabilir: "Sen bağışlayanların (Gâfir) en iyisisin" (el-A'râf, 7/155). Gaffâr Kur'an'da beş defa geçmektedir:

"Tövbe eden, iman ederek iyi işler yapan, sonra da doğru yoldan ayrılmayanları bağışlarım (Gaffâr)" (Tâhâ, 20/82). Gafûr ise Kur'an'da sık ve diğer isimler ile beraber ayet sonlarında fezlekeler hâlinde zikredilmektedir. Gaffar Kur'an'da doksan defa geçmiştir: "Rabbin gafûrdur, merhametlidir" (el-Kehf,18/58).

Günahların açıkça işlenmesi, teşhir edilmesi toplumun diğer fertlerine kötü örnek olacağı gibi, insan şahsiyetini de zedeler. İnsanlar yaptıkları kötülükleri başkalarının da işlediğini görünce psikolojik olarak rahatlar; musîbetin paylaşılması elem yükünü hafifletir ve o kötülüğün daha rahat ve cesurca işlenmesine psikolojik zemin hazırlar. İnsan, hayatının zayıf bir döneminde yapmış olduğu bir kötülüğü terkettikten sonra unutmak ve başkalarının da unutmasını ister. Ancak günahını başkalarına anlatmışsa, insanlar onu hayat boyunca o kötülüğü ile hatırlayacaktır. Bunun için kötülüğün şuyûunun vukûundan daha zararlı olduğu kabul edilmiştir.

Allah, Gafûr sıfatını insanlara hatırlatarak, günahların örtülmesi ve gizlenmesinin gerekliliğine dikkat çekmektedir.

Kişinin günahını gizlemesi bir nevi pişmanlık olduğundan, tövbenin kabulü için ilk adım sayılmış ve Allah, günahını gizleyen insanları affedeceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber "Allah (c.c.) kıyamet gününde mümin kuluna yaklaşır, şefkatiyle örterek insanlardan gizler; "Şu, şu günahını biliyor musun?' der; kul Evet Rabbim biliyorum' der. Allah tekrar "Şu şu günahını da biliyor musun?' der; o kul Evet Rabbim' der. Böylece o insan bütün günahlarını ikrar eder. Artık ben kurtulamam diye düşünmeye başlayınca Allah, "Ben senin bütün o günahlarını dünyada örttüm. İşte bugün de onları mağfiret edeceğim' der" (Buhârî, Mezâlim, 3).

Allah insanı üç çeşit örtü ile örtmüştür. İlk örtü; insanın ayıp ve çirkin görünen yerlerini gizleyen elbiseleridir. İkincisi; insanın fikir, düşünce ve hayallerinin kalbinde gizlenmesidir. Üçüncüsü ise; Allah kulunun günahlarını örtmüş, gizlemiş; günahlarını sevaba çevirmiş, sanki hiç günah işlememiş gibi ahirette yalnızca sevaplarını yazan kitabını vermiştir (Gazâlî, a.g.e., s. 128).

Hz. Ebû Bekir Resulullah (s.a.s.)'e,

"Bana namazlarımda edebileceği bir dua öğret" dedi. Hz. Peygamber, "Ey Allah'ım, ben nefsime çok zulmettim, günahları ancak sen bağışlarsın, fadlından günahlarımı mağfiret et; şüphesiz ki Gafûr ve Rahîm olan ancak sensin" de buyurdu (Buhârî, Ezân, 149; Müslim, Zikir, 47).

Zübeyr TEKKEŞİN
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
İNSAN GÜNAH işleyebilen bir varlık. “Benim günah işlemem mümkün değil.” diyebilen hiç kimse bulunmuyor. Her insan, şu veya bu şekilde, az veya çok, günah çukuruna yaklaşıyor, bazen de içine düşüyor.

Bizler, akıl ve kalb dengesi içinde hayatımızı sürdürüyoruz. Fakat, insan sadece akıl ve kalbden ibaret olmadığı için, başta nefis olmak üzere baskın duygular, söz dinlemez hisler, önü alınmaz hevesler ve karşı konulmaz vehimler altında, bazen farkında olarak veya olmayarak irademize söz geçiremiyor ve günah işliyoruz. İşin aslına bakılırsa, Yüce Allah bizi kendisine yaklaştırmak, bizi kendisine muhtaç etmek, bizi kendisine çekmek için birbirinden farklı, değişik vesileler yaratmış. Meselâ, acıkma gibi bir duygu verip, bizi rızka muhtaç etmiş, Rezzak olduğunu göstermiş ve bizi bu yolla Kendisine bağlamış. Biz de kul olarak bütün ihtiyaçlarımızı O’ndan istemiş, O’nu Rezzak olarak bilmiş, gerçek anlamda rızık verici olarak O’nu tanımışız. Demek ki, Rezzak ismi, acıkmamızı gerektiriyor.

Aynı şekilde, biz günahkârız, Allah bağışlayandır. Biz hata işliyoruz, Allah affedendir. Biz isyana kapılıyoruz, Allah mağfiret edendir. Biz tevbe ediyoruz, Allah tevbemizi kabul edendir. Allah Gafûr’dur, Afuvv’dur, Gaffâr’dır, Tevvâb’dır. İşlediğimiz günahlar bizi Allah’ın bu isimlerine götürüyor, bizi O’na yöneltiyor. Böylece Allah’ı Gafûr ve Gaffâr isimleriyle tanımış oluyoruz. Bediüzzaman’ın dediği üzere, ‘Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusurların bulunmasını iktiza ediyor.’ Açıkçası, günah işlensin ki Allah’ın Gaffâr ismi tecelli etsin; kusur edilsin, hata yapılsın ki, Allah da kulunun kusurunu yüzüne vurmayıp örterek Settâr olduğunu göstersin. Bir hadisinde, sevgili Peygamberimiz (asm) bu tatlı gerçeği ne de güzel dile getiriyor:
“Nefsim kudret elinde olan Zât’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helâk eder; sonra günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.”1​
Ne kadar günah, o kadar tevbe
İnsan nefsine aldanır, şeytana kanar, hislerine hâkim olamaz, iradesine söz geçiremez de, sonunda bir günah işler, ardında da yaptığına, yapacağına bin pişman olur ve tevbe üstüne tevbe eder. İşte, kulun günah işlemiş de olsa tevbe ile Rabbine rücu ettiği bu hal, hadislerden öğrendiğimize göre, Cenâb-ı Hakk’ı hoşnut etmektedir.

Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtü vesselâm Rabbinden naklen buyurdular ki:
Bir kul günah işledi ve ‘Yâ Rabbi, günahımı affet!’ dedi.
Hak Teâlâ da, ‘Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır’. buyurdu.
Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve
‘Ey Rabbim, günahımı affet!’ dedi.
Allahu Teâlâ da, ‘Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’ buyurdu.
Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve
‘Ey Rabbim, beni affeyle!’ dedi.
Allahu Teâlâ da, ‘Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi olduğunu bildi. Ey kulum, dilediğini yap, ben seni affettim.’ buyurdu.”2
Büyük hadis âlimi İmam Nevevî, bu hadisten şu hükmü çıkarır:
“Günahlar yüz kere, hatta bin ve daha çok kere tekrar edilse de kişi her seferinde tevbe etse, tevbesi makbuldür. Veya bütün günahlar için bir tek tevbe etse bile, yine tevbesi sahihtir.”

Bir hadiste de, istiğfar eden kimsenin günde yetmiş defa günahını tekrar etse bile, ‘günahında ısrar etmiş’ sayılmayacağı belirtilir.3
Hz. Ali’nin bu konuya getirdiği açıklama daha ilginçtir:
“Beraberinde kurtuluş reçetesi olduğu halde helâk olan kimsenin durumuna hayret ediyorum. O reçete de istiğfardır.”

Zaten Gaffâr ve Tevvâb isimleri, ‘çok çok bağışlayan, tevbeleri çok çok kabul eden, her günah işleyişte istiğfar edeni affeden, her tevbe edişte tevbe edenin tevbesini kabul eden’ anlamına geliyor. Şayet Cenâb-ı Hak kulunu hayatı boyu sadece bir sefere mahsus olmak üzere affedecek olsaydı, ondan sonra insana günah işleme imkânı ve fırsatı vermemesi gerekirdi. Yani, Allah affetmek istemeseydi, bize af isteme duygusunu vermezdi.

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk’ın günahları bağışlaması O’nun fazlı, lütfu ve ikramıdır. Hadiste de ifade edildiği gibi, günahı sebebiyle cezalandırması ise adaletinin tecellisidir. Said Nursî’nin belirttiği üzere, “Cenâb-ı Hakk’ın günahkârları affetmesi fazldır, tâzib etmesi [azap ile cezalandırması] adldir.”

Efendimizin (a.s.m.) dizi dibinde yetişen sahabe nesli bu ince noktayı çok iyi kavramıştı. Allah’ın yüce isimlerini mükemmel mânâda hem çok iyi anlamışlar, hem de hayatlarına yansıtmışlardı. Rivayet ettikleri hadislere bakınca, bu eğitimin seviyesini ve anlayışlarının kapasitesini farketmek hiç de zor değildir.

Meselâ, kulun günahı ne kadar çok olursa olsun ve kul ne kadar af dilerse dilesin, hiçbir zaman isteğinin karşılıksız kalmayacağını, Hz. Enes haber veriyor.
Enes radıyallahu anh, “Ben Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellemi şöyle buyururken dinledim” diyor.
“Allahu Teâlâ [buyurdu ki]: Ey Âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden af umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar olsa, sen Benden bağışlanmanı dilersen, günahlarını affederim. Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzuruma gelsen, fakat Bana hiçbir şeyi ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olsan, Ben de seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım.”4
Peygamber Efendimiz (asm) de, bir hadisinde, kulun işlediği günahtan dolayı tövbe edip Rabbine dönmesini çöl ikliminde yaşayan, çöle çıkınca varı yoğu devesi olan bir insanın üzüntüsünü ve sevincini dile getirerek bize şöyle anlatır:
“Öyle bir kimse ki, çorak, boş ve tehlikeli bir arazide bulunuyor. Beraberinde devesi vardır. Devesinin üzerine de yiyecek ve içeceğini yüklemiş. Derken uyur. Uyandığında bir de bakar ki, devesi gitmiş. Devesini aramaya koyulur. Bir türlü bulamaz. Açlıktan ve susuzluktan perişan bir vaziyette iken kendi kendine şöyle der: ‘Artık ilk bulunduğum yere gideyim de, ölünceye kadar orada uyuyayım.’ Gider, ölmek üzere başını kolunun üzerine koyar. Bir ara uyanır. Bakar ki, devesi yanıbaşında duruyor. Bütün azığı, yiyeceği ve içeceği de devesinin üzerindedir. İşte Allah mü’min kulunun tevbe ve istiğfarı ile, böyle bir durumda olan kimsenin sevincinden daha fazla sevinç ve lezzet alır.”5
Anne Çocuğunu Ateşe Atar mı?
Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, şefkati ve merhameti sonsuzdur. Bütün kullara yeter, bütün bir âleme kâfi gelir. Kendini tanıyan, fakat günahtan elini çekemeyen, nefsinin eline esir düşmüş kullarını kendi hâline bırakmaz. Bir başka deyişle, Cenâb-ı Hak kendisine yönelen kulunu çeşitli vesileler yaratarak onu rahmet iklimine çeker. Yani, Allah kulunu cezalandırmak için yaratmamış, bir fırsatını yakalayıp da onu Cehenneme atmak için dünyaya göndermemiş. İnsan nasıl kendi çocuğunu hatasından dolayı ateşe atmazsa, Yüce Allah da kendisini Rab olarak tanıyan kullarından sonsuz merhametini esirgemez, onları Cehenneme atmaz.

Hazret-i Ömer (ra) Saadet Asrında şahit olduğu bir olayı anlatırken, bu hususta Efendimizin (asm) müjdesini bize de ulaştırıyor.
Bir savaş sonrasıydı. Esirler arasında çocuğundan ayrı düşmüş bir kadın da vardı. Kadıncağız çocuğuna olan özlemini gidermek için gördüğü her çocuğu kucaklıyor, bağrına basıyor ve emziriyordu. Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem çevresindekilere:
“Bu kadının kendi çocuğunu ateşe atacağına ihtimal veriyor musunuz?” diye sordu.
“Asla, atmaz” dediler.
Bunun üzerine Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem, ”İşte Allahu Teâlâ kullarına bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir.” buyurdu.6
Hadis-i şerifler Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz mağfiretini ve rahmetini anlatıyor. Aynı şekilde, şaşmaz bir prensip olarak âyet-i kerimeler, genel ölçüleri verdikten sonra önemli bir noktayı hatırlatıyor. O da, kulluk şuurunu zedelememek, kulun Rabbine olan saygı sınırını taşmamaktır. Tövbe, istiğfar ettikten sonra, nasıl olsa Allah affeder deyip suç işlemeyi sürdürmemeli ki, kulluk sırrı kaybolmasın. Kur’ân bu gerçeğe şöyle işaret eder:
“Onlar çirkin bir günah işledikleri veya herhangi bir günaha girerek kendilerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar ve günahlarını bağışlaması için O’na niyazda bulunurlar. Günahları ise Allah’tan başka affedecek kim vardır? Ve onlar işledikleri günahta bile bile ısrar etmezler.”7
Günahla Manevî Yükseliş
Kul işlediği günahtan dolayı Allah’a daha ciddi olarak sığındığı ve daha ihlaslı bir şekilde yöneldiği takdirde, manevî bir yükselişe de geçebilmektedir. Kur’ân bu gerçeği ‘günahların sevaba dönüştürülmesi’ şeklinde anlatmaktadır.
“Ancak tövbe eden ve güzel işler yapanlar bundan müstesnadır. Allah onların günahlarını silip yerlerine iyilikler verir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”8
Cenâb-ı Hak, suç ve günahlarını itiraf eden, pişmanlık duyan kimselerin hem günahlarını bağışlıyor, hem de günahların yerini sevapla dolduruyor, böylece günah yerini sevaba bırakıyor, günah sevapla yer değiştiriyor. Bu sırdandır ki, bazı hadis âlimleri, “Birtakım günahlar vardır ki, mü’min için birçok ibadetten daha faydalıdır.” derler.
Herkes hata işleyebilir, hatta herkes mutlaka hata eder, günaha girer. Fakat günahkârların da hayırlısı vardır. Bu hayrı Efendimiz (asm) şöyle ifade eder:
“Her insan hata işler; ama hata işleyenlerin en hayırlısı, çok tövbe edenlerdir.”9
Hata işleyenlerin tövbeleri ile hayırlı bir insan olmalarının ötesinde, bir de Allah’ın sevdiği bir kul olma mertebesine yükselmeleri söz konusudur. Kur’ân’ın gösterdiği bu müjde, İslâm’ın insana sunduğu en tatlı müjdelerden biridir:
“Muhakkak ki, Allah çok çok tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.”10
Peygamber Efendimiz (asm), bu âyeti şöyle tefsir ederler:
“Şüphesiz Allah, tekrar tekrar günah işlediği halde üst üste tevbe eden kulunu sever.”11
Bu sevginin gerçek şuurunda olan Peygamberimiz (asm), hiçbir günahı olmadığı, günahlara karşı korunduğu halde, günde yetmiş kere, bazı zamanlar yüz kere tövbe ve istiğfar ederdi. Çünkü, istiğfarın içinde ‘mahbubiyet’ mertebesi ve sevinci vardır.

Ancak, bu müjdeyi yanlış bir tarafa çekerek, “Madem günahlar sevaba dönüşebiliyor, önce günah işleyip sonra da tövbe etsek olmaz mı?” gibi cerbezelerle meseleyi istismar etmemek de gerekir.

Böyle bir yaklaşım, her şeyden önce, kulluk edebine aykırıdır. Bu durum, -hâşa- Allah’ı imtihan etmek, dinî hükümleri ciddiye almamak sayılır ki, işin sırrını kavramamak olur. Böyle bir istismara karşı, birçok âyette af yetkisinin Allah’a ait olduğu, Allah’ın istediğini bağışlayacağı, istediğini azaba çarptıracağı bildirilerek, havf-reca muvazenesine, ümit-korku dengesine dikkat çekilir.

Kaldı ki, “Nasıl olsa tövbe ederim.” düşüncesiyle günaha dalan kimse tövbe etme fırsatı bulabilecek midir, buna ömrü yetecek midir, bir garantisi var mıdır? Veya en önemlisi, davranışları Allah’ın gazabını çektiği halde, Allah kendisine tövbeye dönüş fırsatı verecek midir? Bütün bunların da gözönünde tutulması gerekir.
“Farzları yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur.”12
Bütün bunlarla birlikte, özellikle her gün yüzlerce günahın hücumuna maruz kalan mü’minin en mühim meselesi, günahtan kaçınmaya çalışması, günahlı ortamdan uzak durması, günah işlemeye açık olan kapılara yanaşmamasıdır. Bir bakıma, ‘def’i şer’ yapması, şerli işlerden uzak kalmasıdır. Bu husus bu zamanda çok büyük önem kazanmaktadır. Takva sırrına da ancak bu yolla erişilebilir. Çünkü bir haramı, bir büyük günahı terk etmek farzdır. Bir vacibi işlemek birçok sünnetten daha sevaplıdır. Takvanın esas alınmasıyla binlerce günahın hücumuna karşılık bir kerelik yüz çevirme ile, yüzlerce günah terk edilmiş, dolayısıyla yüzlerce farz ve vacip işlenmiş olur. Böylece, takva niyetiyle, günahtan kaçınmak maksadıyla çok sayıda salih amele yol açılır. Çünkü bu zamanda “Farzları yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur.”
Bu kurtuluşu, yani büyük günahlardan kaçınanların nimete, ikrama ve Cennet saadetine ereceklerini Kur’ân haber veriyor:
“Eğer size yasaklanmış günahların büyüklerinden kaçınırsanız, geri kalan günahlarınızı örter ve sizi nimet ve ikramlarımızla dolu olan Cennete koyarız.”13
Madem öyledir,
“Hayatınızı imanla hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”14
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
KURTUBİ Tefsirinde nakledildiğine göre, sahabîlerden biri Nebiler Sultanının mübarek huzurlarında hep kederli görünürlerdi.. Yüzünde ızdırap çizgilerinin izleri vardı.. Bir gün Allah'ın Peygamberi o sahabîye dediler ki:

Seni hep üzüntü ve keder içinde görüyorum. Neyin var? Seni bu derece üzen şey ne ola?
Gerçekten o sahabî pek kederliydi. Can kuşu ten kafesinde çırpınıp durmaktaydı.. Birden gözleri buğulandı, dudakları acı ile büzüldü. Dili düğüm düğüm oldu da tek kelime söyleyecek takati kendinde bulamadı. Ne var ki, şefkat ve merhametin ve en güzel huyun sahibi Cenab-ı Peygamber (Sallallahû Aleyhi ve Sellem), onun yanık yüreğine bir damla inayet suyu serpti:
Ey Allah'ın kulu, dedi, bana açamadığın derdini başka hiç kimseye açmak imkanın olmaz... Benim indimde ayıplanıp kusurlu görülmezsin. Seni bu hale sokan derdini bana anlat ki, deva olayım!..
O iki Cihanın Saadet Güneşi, o herkesin imdadına yetişen Rahmet Peygamber demirin gönlündeki pası bile giderirdi. Kaldı ki bir insanın derdine deva olmasın...
Biraz cesaret bulan sahabînin dilindeki düğüm birden açıldı. Ah ve enin ederek anlatmaya başladı:
Ey Allah'ın Rasulü, ey kokusu hoş Nebi!. Allah beni sana feda kılsın... Benim öyle bir günahım vardır ki, bunu hatırladıkça üzüntüye gark oluyorum. Öyle zannediyorum ki, Rabbi Kerîmimin huzurunda bu günahın hesabını veremeyeceğim!..
Kainatın Efendisi, ümit dalları kurumuş gibi görünen bu sahabîye teselli etti ve dedi ki: Sen günahının ne olduğunu anlat!.. O sahabî, iki gözleri iki çeşme halinde şöyle anlattı: Ey Allah'ın Rasulü, İslam'dan önceki cehalet devrinde ben de kızlarını öldüren bedbahtlardan biriydim. O korkunç günler bir kabus gibi beni de sarıvermişti. En son olarak tek kızım kalmıştı. Annesi: Ey efendi, diyordu, bu işve fidanıma kıyma!.. Böyle bir gülü dalından koparmak reva mıdır?.. Onun yalvarışları karşısında ben de tek kızımı öldürmekten vazgeçmiştim.. Ne var ki, kızım da günden güne büyüyor, gittikçe güzelleşiyordu. Öyle bir yüzü vardı ki, sanki nar çiçeğine benzemedeydi. Allah'ın Kudret eli ona canlar yakan bir güzellik vermişti. Beni bir namus gayretidir aldı. Cehalet damarım alev seli halinde köpürdü, akıl ve idrak aynası çatladı: Onu diyordum, bir başkasının evine bir başka adama nasıl verebilirim? BÜYÜYÜP serpilen, servi gibi nazla salınan kızımın evde beklemesini istemediğim gibi, kocaya verip de bir başkasına terk etmeyi de hazmedemiyordum. Hasılı, kanlı cehalet beni zehir pençesinde nefes nefes sıkıyordu. Adem evlatlarının ezeli düşmanı şeytan da sahnedeydi, meydanlarda zıpzıp oynuyor, beni durmadan dürtüyordu. Vah sana!.. Sen nasıl bir adamsın. Sende hiç namus gayreti yok mu? Nihayet lanetli İblîs galebe çaldı. Aileme: Ey iyi hatun, dedim, şu köydeki akrabamı ziyarete gideceğim, kızımızı da giydirip süsle, onu da beraber götürmek istiyorum!.. Zavallı kadın ne bilsin... Kurdun eline kuzuyu teslim ediyordu. Pek sevindi ve nar çiçekleri gibi taze kızını giydirip süsledi. Bende kızın elinden tutup yola çıktım... Yolları elime dolayıp gidiyordum... O nur yumağı masum çocuk ardımca kuşlar gibi sekerek geliyordu. Ölüme gittiği nereden bilecekti. Nihayet yolumuz ıpıssız bir vadiye uğradı. Orada tasarladığım bir kuyu vardı. Bu kuyu oldukça derin ve korkunçtu. İçine düşenin çıkmasına imkan yoktu. Nice can Yusuf'unu yutacak derinlikteydi. Adeta ağzını açmış bir canavara benziyordu. Gökte güneş fokurduyor, yerde kumlar kavuruyordu. Çölün öldürücü sıcağı beynimizi kaynatmak üzereydi. Küt küt adımlarla yürüyerek kuyunun başına geldik. Kızım benim ürkek halimden şüphe etmişti. Yaralı keklikler misali titriyor, iri iri gözlerle yüzüme bakıyordu... Ölüm kuyusu ağzına kadar su ile doluydu. Artık muradım hasıl olacak, ben bu kızdan ebedî olarak kurtulacaktım. Bu sırada kızımın elinden tutup suya bakması için kuyu ağzına kadar getirdim. Masum yavru, ak güvercinler gibi titreyerek çığlığı bastı: Vah başıma gelen!.. Demek babam beni boğmak istiyor, demek yine şeytan yol kesiyor?.. Demek ben de sırf kız olarak dünyaya geldiğim için ölüme mahkum ediliyorum?.. Bir an vicdanım harekete geçti, cehalet sisleri aralandı, akıl yayı oku attı. Onu bıraktım. Başımı iki ellerim arasına alıp düşünceye daldım... İçimde bir acayip tufan, bir ateş seli... Bu kötü işten vazgeçmeyi murad ediyordum, fakat cehalet timsahı vicdan kuşunu yutuveriyordu. Lanetli İblîs de kulağımın dibinde tezgahını kurmuştu: Sen, diyordu, ne beceriksiz adamsın!.. Bu kızı kuyuya atıp helak etmezsen, bir başkasının eline verecek, namusunu çiğneteceksin. O zaman daha mı iyi olacak? Kendine gel, onu buracıkta öldür, yüzünün akı ile evine dön!.. Şeytanın fitne davulu beyin zarımı çatlatmış olacak ki, bir canavar gibi kızımın üstüne atıldım. Onu sürükleye sürükleye kuyunun başına getirdim. Kız son bir gayretle çırpınıyor ve: Ey babam, diyordu, kıyma bana!.. Benim günahım ne ki, ölüme layık görülüyorum!.. Artık ne akıl, ne idrak, ne vicdan çalışmıyordu. Kızımın çığlıkları çöllerde yankılar yapmaktaydı... Nihayet onu tepesi üzerine kuyunun içine atıverdim. Her şeye hayat kaynağı olan su, kızıma ölüm kıskacı oluvermişti. Karanlık su, çığlığıyla beraber kızı da yutuvermişti... Kuyunun dalgaları bir ip gibi kıvrım kıvrım kıvrılarak çocuğu dibe çekti... Gözleri bulut gibi yaşlar döken sahabî, bir nefes durup yaşlı gözlerini Allah Rasûlünün mübarek yüzüne dikti ve şöyle devam etti. Ey Allah'ın Rasûlü, ey eşi bulunmaz inci!.. Daha sonra Allah bize acıdı, bize kendi içimizden bir Peygamber gönderdi... Bizi Nübüvvetle şereflendirdi... Siz de bizi İslam ile, îman ile tezyin ettiniz. Ve evvelce işlediğimiz şeylerin ne kadar cahilce olduğunu anladık... Öyle de, vicdanım sızlayıp durmadadır... Yüreği yaralı bir baba, nasıl kederden kurtulur, hüzünden azade olur?.. Ey Nebiyyi Ahirzaman!.. İşte beni devamlı gam seline sürükleyen derdim budur!.. NİHAYETSİZ olan Mülkün Seyyidi ve Kevser Havuzunun Sahibi, bu yürek parçalayan sahneleri yeniden yaşıyormuş gibi titredi ve mübarek gözleri yaşlarla doldu.. Mecliste bulunan diğer sahabîler de hıçkırıklarını tutamıyorlardı... Allah'ın Şerefli Nebisi, ona derin derin baktı "Senin günahın affolmaz" demedi.. Şöyle buyurdu: Eğer cehalet devri günahları bağışlanmasaydı seni de aynı şekilde cezalandırmaktan geri kalmazdım!.. O karanlıktan bu aydınlığa eriş, işte Nebiler Sultanının sayesinde oldu. Taş kalbli insanları gözü yaşlı ceylanlar haline getirmek devleti O'na bahşedildi. O'nun muhabbetiyle gönüllerini yakanların sayısı gökteki yıldızların sayısını geçmiştir. İnsanlık alemi Peygamberler Peygamberini tanıdığı ve O'na bağlandığı gün kurtulacaktır...

Muhammed Hak Elçisi...
Nur, rahmet, sonsuz güzel,
Ey can, O' nu sev!..
Olmaz, hiçbir şey O'nsuz güzel!..

Mustafa Necati Bursalı
Altınoluk Dergisi
1987 - Subat, Sayı: 012, Sayfa: 035
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
PİŞMANLIK ATEŞ GİBİDİR,

Giden, geride kalanlara gözyaşı bırakıp gitti. Daha çok şeyler bırakmıştı. Ne ettiyse geride kalana etti. Çünkü ardında bir yangın bıraktı. Geride kalanın içi yanmaktaydı. Her beş vakit, gideni anmaktaydı. Aşı, ekmeği gibi ağzından düşmüyordu adı. Rüyasında; yüksek bir binanın terasında, köşede yatıyorken, aşağı düştüğünü gördü. Eyvah bu defa öldü deyip yatağından fırladı, iniltisini duydu. Yaşıyor olduğuna sevindi.

Ölümü, ona hiç yakıştıramadığını söylüyordu. Sanki şaka yapmış gibi geliyordu kendine. O’nu, her zaman gelecekmiş gibi bekliyordu. Günleri ucuca ekliyordu, O gelmiyordu. “Gelmeyene gidilirmiş, olmazsa ben O’na gideyim” diyordu. Aklının ve imanının muhafazası için dualar ediyordu. “Neden sevgimi zamanında bildirmedim” diye sızlanıyor.
Bıraktığı mendillere şimdi gözyaşlarını siliyor. O’na niyaz ediyor, O’nun affını diliyor. O, dünyada yaşarken sevgisine vefa gösteremediğine üzülüyor. Gösterdiği vefasızlığın ve yalnızlığın acısını çekiyor. Sevgisine vefasızlık ettiğini, O gidince anlamış. “Beni ateşlere bırakıp gitti de iyi mi etti?” diyor. Nimetin kadrini, varlığında anlayamamanın yangını var içinde. Yüreğindeki sevgiyi avucuna koyamadığına çok pişman olmuş. Muhannetliğine, kadir kıymet bilmediğine, sevdiğini kulağına fısıldamadığına pişman.

Oyalı mendiller yapıp gitmiş. Onları arkasından sallayamamış. Çünkü sallanan mendiller dönüşü çabuk olsun diye sallanırmış. O’nun bir daha dönmeyeceğini bildiği için mendilleri sallayamamış. Gidişi demir leblebi gibi oturmuş yüreğine. “Şimdi mendiller kâğıttan oldu. Vefasız bir çağa düştük. Ağdan ağa düştük. Dağdan dağa seslenir duyardık birbirimizi. Öyle bir dünyadan böyle bir dünyaya girdik. Şimdi vefa duygusunu anlamayanlar var!” diye yakınıyor.

Eskiden bezden yapılan mendiller vardı. Ayrılıklarda işe yarardı. Bir taraftan gözyaşlarınızı siler diğer tarafta istasyonlarda elveda diye sallardınız. Ayrılık simgesiydi eski mendiler. Şimdi kâğıt mendiller çıktı. Ama eski ağıtlar kalmadı. Uçup giden aşklara, uçup giden mendiller. Kenarı işlemeli, beyazından renklisine. İnsanın çok çeşitli hali var. Yanınızda mendil, kâğıt-kalem, bir de anne duası düşersiniz yollara. İsraf kapıları kapalı. Yıkar, diker, yamar, tekrar giyerdiniz. Her şeyin türküsü vardı. Mendilimde gül oya/ Gülmedim doya doya. Sallasana, sallasana mendilini.. Ot, çöp deyip geçmezdiniz. Bir arkadaşlık vardı insanlar arasında. Eskisi, yenisi, garibi, kim varsa. İnsanlarla yakın olmak vardı, tanış olmak vardı. Çünkü büyüklerimiz: “Gelin tanış olalım/İşi kolay kılalım/ Sevelim sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz” demişlerdi. Varlıkla, yoklukla, sağlıkla, hastalıkla, eşya ile hep arkadaştık.

Evler, basit ve nostaljikti. Sık sık yıkılıp yapılmazdı. Sokakların tanıdığı sizin de tanıdığınızdı. Evle, bahçeyle, yıldızlarla, sabahla, akşamla barışıktınız. Öyle kâğıt mendiller gibi buruşturup atmazdık her şeyi. Şimdi kendimizi yalnızlık boşluğuna bıraktık. Aldık, sattık. Eskimeden attık. Bunun da bir hatırası vardır demedik. Çok şeyi unuttuk ve terk ettik.

Acılarla geçen bir hayatın sonu da acıdır. Tatlı bir sonuç isteyen; iyilikleri tehir etmemelidir. İnsan, her türlü güzelliği içinde bulunduğu ve imkân elverdiği an yaşamalıdır.
Çünkü bir sonraki an bizim değildir. Pişmanlık ateş gibidir.
07. 03. 2012
Durmuş Göktekin
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Dünyalık işiniz için, sözü geçen birinden, bir yetkili amirden randevu almaya çalışırsınız. Huzuruna çıkmak için hangi usuller, yollar varsa ona uyarsınız. Sonra da durumunuzu ona arz edersiniz: “Benim şöyle bir problemim var, efendim!” dersiniz. O da size gereken ilgiyi, kolaylığı gösterir.
Allah’ın huzuruna namazla çıkılır. Günlerce sohbet dinlesek, günlerce kitap okusak, manevî ilimleri tahsil etsek, yine de huzura çıkmış olamayız. Bunlar, huzura çıkmak için gereken ön hazırlıklardır. Mülkün amirine hâlini arz etme yöntemini öğrenmektir. Öğreniyorsun, ama onun huzuruna çıkmıyorsun. Gerçek mülk amiri kimdir? Allah’tır... O, mülkün amiridir. Bir amir, bir şehrin amiriyse; Allah, mülkün amiridir, bütün kainâtın amiridir. Gerçek mülk amirinin huzuruna çıkmıyoruz. Uzaktan hâlimizi arz ediyoruz. Allah’a uzak-yakın olmaz; ama O, kulunu huzuruna namazda kabul ediyor. Resullullah Efendimiz: “Namaz, müminin miracıdır,” diyor.
Bir kardeşimiz bana şöyle demişti:
“Ben inanıyorum, tatmin oldum. Resul’ünü de kabul ettim, ama namaz kılmasam, olmaz mı?”
Ne diyor!.. “Huzura çıkmasam olmaz mı, bana gereksiz geliyor?” Yani Allah’a ve Resul’üne ihtiyacı olmadığını, Allah’tan istediği hiç bir şey bulunmadığı için, huzura çıkmayı arzu etmediğini söylemek istiyor. Bu, doğru değil.
Müslüman mıyız? İslâm’ın şartı kaç? İmanın şartı kaç? Çocukken ezberlemişiz, taklitçi olarak devam ediyoruz. Gelin, yeni baştan gerçeği öğrenelim. İslâm’ın şartı beş. Birincisi, Kelime-i Şahadet getirmek; yani tapılacak hiç bir ilah olmadığına, yalnız Allah’ın olduğuna, Hazreti Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna iman etmektir. “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Rasûlüh” demek, dil ile söyleyip kalp ile tasdik etmektir. Sonra namaz kılmak gelir, yani namaz kılmazsan Müslümanlığın tamamlanamıyor, noksan kalıyor. “Ey iman eden, huzuruma gel,” diyor, Allah.
Kıyamda dur, rükuya geç, secdeye kapan, kul ol. Bedeninle kıyamda "elif", rükuda "dal", secdede "mim" yaz, yani "âdem" yaz. Bunlar rastgele hareketler değildir. Her birinin manası vardır. Üçüncüsü oruç tutmaktır. Oruç tutmanın manevî sayısız faydası vardır. Nefsi terbiye etmenin en iyi yolu budur. Oruç bir eğitim, terbiye sistemidir. Dördüncü şart, maddî şartlar uygunsa zekat vermek. Beşinci şart, durumu müsaitse hacca gitmek. Bu şartlardan ikisi maddî imkânlara bağlı, ama üçü herkesin yerine getirmesi gereken şartlardır.
Namaz kılmak, duaları ezberleyip yat-kalk hareketleri yapmak değildir; huzura çıkmaktır. Bugüne kadar hiç huzura kabul edildin mi? Rabb’ine seslendin mi? Mülkün amirinin kapısına kadar gittin de, mülkün amiriyle hiç görüştün mü? Ona hâlini arz ettin mi? Bu şuna benziyor: Vilâyete gidiyorsun, kapıyı çalıyorsun, içeriden “gel!” sesi duymadığın için bekleyip geri dönüyorsun. Kimisi kapıyı da çalmıyor, bekliyor ve geri dönüyor. Bir cesaret et, kapıyı çal; sonra içerden: “Buyur, gel!” dendiği zaman içeri gir, hâlini arz et. Namazdan içeri gir. Kıyafetine bir bak bakalım, huzura çıkmaya uygun mu? Amirlerin huzuruna işini halletmeye uygun olmayan bir kıyafetle gider misin?
Elini bağladın: “Allahü ekber!” dedin, huzurda olduğun için el bağladın. Başladın onun öğrettiği şekilde O’nunla konuşmaya. Kendi bildiğin şekilde konuşursan hata yaparsın; ama namaza giremedin daha. Namazın içine girmen gerekir. Fatiha okunurken girilir. “İyyâke nâbudü ve iyyâke nestaîn” derken geçilir namaza. “Bismillahirrahmanirrahim.” Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, dedin. Fatiha’yı okumaya başladın: “Elhamdülillâhi Rabbil Âlemin.” Âlemlerin Rabbine hamd olsun. “Errahmanirrahim.” O, Rahman’dır, dünyada inanan-inanmayan ayırımı yapmaz, kendini inkâr edenlere dahi eşit muamele yapar. Çalışan, çalıştığı nispette karşılığını alır. O, Rahim’dir, ahiret gününde inananların mükâfatını verecektir. O yüzden, inananları bu dünyada imtihan eder. Derler ya: “Bu dünyada hep inananlar çekiyor.” Evet, inananların imanları denenir. İnanmayanı denemeye gerek yok, kararı bugünden bellidir. Onlar sadece Rahman sıfatına tabidirler. Rahim’in mükafâtını ahirette almak için bu dünyada imtihana tabi olmak gerek. İmtihan nedir? Her çalıştığının karşılığını alırsan, bu dünyada hep kazanan olursun. İmtihan ise denenmendir. Çalışırsın; ama kazanamazsın. İman edersin, dua edersin, karşılığı olmaz; ama öyle bir iman sahibi olursun ki, tamamen teslim olursun. Artık denenecek bir şeyin kalmaz, emirlere tamamıyla uyarsın, hâlinden razı olursun. O zaman senden imtihan kalkar, imanını her durumda ispat etmiş olursun.
Fatiha’ya dönelim. “Mâliki yevmiddin.” O, din gününün sahibidir. Mahşerde insanların toplanacağı günün sahibidir. Buraya kadar olan kısmı Allah söyledi, kendini sana tanıttı. Allah kuluna kendini tanıttı. Hangi ağızdan tanıttı? Kulunun ağzından tanıttı. Şimdi kul, O’nu duydu ve “İyyâke nâbüdü ve iyyâke nestaîn.” Yalnız senden yardım diler, yalnız sana ibadet ederim. “İhdinas sıratel müstakim.” Bizi doğru yola ilet. “Sırâtellezîne en’amte aleyhim, gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn. Âmin.” Bizi senin yolunda gidenlerle beraber et, gazaba uğrayacaklarla değil.
Demek ki yalnız başına olmuyor. Allah öyle istiyor. Yağmur damlası tek başına denize akamıyor. Diğer damlalarla buluşması gerekiyor. Dere olmak, nehir olmak, denize akmak lâzım. Tek başına olmaz. Allah’ın veli kulları, nehirler gibidir. Durmaksızın denize akarlar. Nehire kavuşan, denize kavuşmuş sayılır. Bazı yağmur damlaları kısmetlidir, doğrudan denize düşerler.
Namazda okuduğumuz sureleri ve duaları bilincine ererek okuyalım, huzurda olduğumuzu bilerek, ne dediğimizi idrak ederek söyleyelim. Her şey, namaz hocası kitaplarında tüm detayları ile var. Ben size namazı anlatmıyorum, namazı şuuruyla kılın, diyorum. Gerçeği bulun, diyorum. Meselâ, Ettehiyyatü duası miraçta okunmuştur, Allah’la Peygamber Efendimizin konuşmasıdır. Peygamber Efendimiz: “Ettehiyyâtü lillâhi ve’s salevâtü ve’ttayyibât” Dil, vücud ve mal ile yapılan bütün ibadetler Allah içindir, diyor. Cenab-ı Allah da O’na: “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllâhi ve berekâtüh.” Selâm sana ey Nebi, ey Peygamber, Allah’ın rahmet ve bereketi de senin üzerine olsun! diye cevap veriyor. Peygamberimiz de: “Es-selamü aleyna ve ala ibadillahissalihin.” Selam, bizim ve salih kulların üzerine olsun, diyor. Bir Allah konuşuyor, bir Resulullah konuşuyor. Sonra da Cebrail Kelime-i Şahadet getirerek şahitlik ediyor. İşte, siz de namazda oturduğunuzda bu hâli yaşamalısınız. Her iki konuşma da aynı ağızdan çıkacak. Bu konuşmayı şuurla hissederek yapalım, miracı yaşayalım.
“Her şeye inandım, namaz kılmasam olmaz mı?” diyordu arkadaşımız. Alacağın bütün mükâfat namazda iken, ben nasıl derim, “Namaz kılma!” diye.
Hak’tan razı olun. Kendi hâlinden şikâyet eden Hak’tan şikâyetçi olur! Hamdedin, şükredin. Şükredin ki iyilik artsın.

Allah’ın sırlarına aklının ermeyeceğini peşinen kabul et. Ancak O’nun verdiği irfan ile bazı sırlara erişirsin.
Her şeyi iyiye yorun, siz kazanırsınız. Bunda da bir hikmet vardır, deyin.
Aklının her şeye erdiğine inanmaktan kurtulmak on sene sürer. Gel, peşinen vazgeç. Aklının yatmadığına da inan. Hak dostu sana uyarsa, sen mahvolursun; sen O’na uyarsan, kurtulursun.
Birliğin tek şartı, O’ndan bahsetmektir. Kendimizden bahsedersek ayrı düşeriz.
Denize dalıp çıkmak güzeldir. Sahile çıkacaksın, denizi seyredeceksin, sonra özleyip tekrar dalacaksın.
Sabır, hepimize sabır tavsiye ediyorum. Sabretmeyen değişmez. Huyu ancak sabır değiştirir. Kararlı olacağız, sabredeceğiz.
Şükretmiyoruz, şükrümüz az. Şükür az olduğu için iyilik azalıyor. Şükür, hastalara şifadır, dertlilere devadır. İyilikleri ve nimeti artırır. Hiç gördüğüne şükrettin mi? Koku aldığına şükrettin mi? Düzgün konuştuğuna şükrettin mi? Kulağının duyduğuna şükrettin mi? Aklın olduğuna şükrettin mi? Kusursuz yaratıldığına şükrettin mi?
Necatibey Caddesi’nde birini gördüm, dakikada ancak bir adım atabiliyordu. Yürüyorum, diye hâline şükrediyordu.
“Allah’ım, ben utanıyorum, şükür yapamıyorum!” dedim. Evinizdeki nimetleri biliyor musunuz? Sıcak bir ortamınız var. Ayakkabınız sağlam, ayaklarınız sıcakta, bunlara şükrediyor musunuz? Şükür, bir duygudur; hissedilir, yaşanır. Şükür hâlinde misiniz? Minnettar mısınız? Birisi iş veriyor size, minnettar kalıyorsunuz. Ya Allah’ın verdikleri ne oluyor? O’na da minnettar mısınız? O size, sizi yaratmakla kendinizi vermiş. Bize, kutsal topraklara gitmeyi nasip ettiği için şükrediyor muyuz? Orada Kur’an’ın indiği yere çıktık, Resulullah'ın Cebrail Aleyhisselâm ile buluştuğu yeri gördük.
Cebrail:
“Oku!” dedi. Sizce neyi oku dedi? Daha kitap inmemişti.
“Ben okuma bilmem!” diye cevapladı.
“Rabb’inin adıyla oku!”
Evet, siz de okuyun artık, Rabb’inizin adıyla okuyun. “Bismillahirrahmanirrahim” de, oku.
Kitap yoktu ki, neyi okuyacak? Kur’an yoktu ki o zaman. “Okuma bilmem!” deyince, Cebrail O’nu tuttu ve sıktı. Tekrar "Oku!" dedi. Hak dostları, onun için kucaklar ve sıkarlar insanı.
Oku, oku! Çiçeği oku... Yıldızları oku... Güneşi oku... Dağları oku... Denizleri oku... Rabb’inin adıyla oku. Çünkü seni okuman için yarattı. Gel, yaratılmışları oku. Yaratılmışları okursan, Yaradan’ı anlarsın. Oku... Oku... Gönülleri oku. Okumayı öğrenirsen, her şeyi okursun. Okumayı öğren. Okuması olmayanlardan olma. Hepimiz ümmîyiz, bak, okumamız yok. Rabb’ine şükretmeyen okuyamaz. Rabb’ine şükret ki seni okuyanlardan eylesin. Rabb’ine şükret ki sana güzel nimetler versin.
Hatanızla, kusurunuzla, ne olursanız olun insanlara dost olun. Sakın, sizden fitne doğmasın! Fitnenin anası, şeytandır. Hakk’ı sevenleri birbirine düşürmeyin. Hep yapıcı olun. Dostları birbirine sevdirmek için, doğruyu söyleyip küstüreceğinize, yalan söyleyip barıştırın.
Gençler! Anne-babayı azarlamayın, çok büyük riske girersiniz de fark etmezsiniz. Yıllar sonra sizin çocuklarınız da sizi azarlayınca anlarsınız; ama vakit geç olur. Çocukların ana-babayı azarlaması, kıyamet alâmetidir. Kültürü sizden az olabilir, sizin kadar bilgili olmayabilir; ama sakın: “Konuşma ya, senin aklın ermez!” demeyin. “Anneciğim, öyle değil!” deyin. Güzellikle ikna edin. Dediğini yapmayacaksanız, yine yapmayın; ama azarlamayın. Almayacaksanız, almayın; vermeyecekseniz, vermeyin; ama azarlamayın!


Dinin direği, namaz!.. Bir evin fertlerinin tamamı namaz kılsa, o ev cennet olur, huzur dolar. Ama huşu içinde, yaşayarak, huzurda olduğunu bilerek. Önce seccadeyi ser, besmele çek, sağ ayağını seccadeye at: “Ya Rabbi! Beni huzuruna kabul et, sana geliyorum!” de. Huzurunda el bağla. Sen namazı güzel kılarsan, evde de huzursuzluk çıkmaz.
Ne kadar sinirlenirseniz sinirlenin, ağzınıza küfür almayın. Sözünüze hâkim olun. Allah yolunda gidiyorum diyorsun, nasıl? Kızdığının gözüne, yüzüne küfrediyorsun? “Yüzünü kudret elimle yaptım,” diyor, Allah. Yüz, kutsaldır; yüze vurulmaz, yüze küfredilmez.
Bir mana büyüğünü ziyarete giderken, mideniz dolu gitmeyin. Biraz aç olun ki, gönlünüz de kolay duysun. Mide dolu olunca, gönül zor duyuyor.
Herkesin kendine göre bir gerçeği var. Hakikat ise tektir, bir tanedir. Eğer Hakk’ın gerçeğine gidersek, o zaman hepimiz aynı noktaya ve asıl gerçeğe ulaşırız. Hakikatin pek çok tanımı var. Hakikat yolunda kalabilmenin anahtarı, Yaradan’a, O’na sığınmak, gönülde hep onu bulmaktır.
Şu zamana geldik, hâlâ aklın, zekânın tam bir tanımı yok! Zekâ nedir? Menfaatlerimi nasıl maksimuma çıkartırım, hangi yollardan kazanırım sorusuna cevap arayandır.
Ölüye giden ölür, diriye giden dirilir. Peygamber Efendimizi diri olarak ziyaret edelim. Mescid-i Nebeviye’ye gittiğimizde: “Ey Allah’ın Resulü! Ziyaretine geldik. Ziyaretimizi kabul et. Ancak biraz üzgünüz. Medine ensar şehri; ama bir kişi dahi bize hoş geldiniz, demedi. Halbuki biz, hoşgeldiniz hacılar, sözleriyle ve pankartlarıyla karşılanacağımızı ümit ediyorduk. Hiç sıcak karşılanmadık ya Resulullah!” dedikten sonra Mescid-i Nebeviye’den dışarı çıktığımız anda karşıda bir bölük asker duruyordu. Onlardan biri hızla koşarak bize doğru geldi ve “Hoş geldin Türkiyem!” diye bana sıkıca sarılıp bağrına bastı ve oradan hızla uzaklaştı. Bu olayın yorumunu size bırakıyorum. Yorumunu siz yapın.


Ben yeryüzünde inanıp, danışabileceğim bir insan aradım. İnsanlara sordum. Gördüm ki insanlar insanları tanımıyor. Sonunda Allah’a yalvardım: “Ya Rabbi! Bana beni bildirecek, bana Seni bildirecek, sırrımı sır bilecek, sırrını gösterecek bir danışman göster,” diye. Duam kabul oldu ve o Allah dostu bana rüyamda göründü.
“Sizi nasıl bulacağım?” diye sordum.
“Sen bizi bulamazsın, biz seni buluruz,” dedi. Aradan zaman geçti, iş yerimize bir lise talebesi geldi. Hâl ve hareketi hoşuma gitti de ona sordum:
“Seni kim yetiştirdi? Beni O’na götürür müsün?” dedim. Gittik, bana rüyada görünen zat karşıma çıktı, böylece onunla tanışmış olduk.
Aynı soruyu bir kaç kişiye sorsak farklı cevaplar alırız. Herkesin kendince bir doğrusu var. Herkesin aklı farklı çalışır. Herkesin aklı gerçek doğruyu görebilseydi, çelişkiler olmazdı, birlik olurdu. Doğruyu ancak Hak bilir.
Kimileri kendisi için Allah’tan istekte bulunuyor, dua ediyor; ama belki kendi kendinin kötülüğünü istiyor. Belki istediğinden daha güzelini verecek veya istediğinin sonunda kendisine zararı olacak.
İstemeyi de takdire bırakmak, en güzeli. “Ya Rabbi! Bizim için en iyisini ver,” demek, daha uygun.
Bütün insanlar hata yapar. Önemli olan, hatayı fark edebilmektir. En güzeli, yapmadan, hata olacağını görebilmektir. Hata, olurken fark edilirse, o anda tövbe edip hata yapmaktan vazgeçmeli. Hatayı yaptıktan sonra fark etmek, gaflettir. Fark eder etmez tövbe etmeli.
Hatayı nasıl fark ederiz? Eğer gönlünün sesine kulak verirsen, o sana en basitinden, “evet” ya da “hayır” der. Yaptığın bir şeyden sıkıntı duyarsan “hayır,” huzur duyarsan “evet” demektir.
Hatalar da işe yarar bazen. Bir gün nedamet ateşi tüm benliğini sararsa, öyle bir yalvarırsın ki Allah’a, tüm hatalarının affedilmesine sebep olur, bir daha o hataları yapmazsın. “Beni bu hatalar kurtardı!” dersin. Allah yolundaki herkese Allah idrak versin, iman versin, hatayı yapmadan fark edenlerden eylesin.

İstemeyi de takdire bırakmak, en güzeli. “Ya Rabbi! Bizim için en iyisini ver,” demek, daha uygun.
Bütün insanlar hata yapar. Önemli olan, hatayı fark edebilmektir. En güzeli, yapmadan, hata olacağını görebilmektir. Hata, olurken fark edilirse, o anda tövbe edip hata yapmaktan vazgeçmeli. Hatayı yaptıktan sonra fark etmek, gaflettir. Fark eder etmez tövbe etmeli.
Hatayı nasıl fark ederiz? Eğer gönlünün sesine kulak verirsen, o sana en basitinden, “evet” ya da “hayır” der. Yaptığın bir şeyden sıkıntı duyarsan “hayır,” huzur duyarsan “evet” demektir.
Hatalar da işe yarar bazen. Bir gün nedamet ateşi tüm benliğini sararsa, öyle bir yalvarırsın ki Allah’a, tüm hatalarının affedilmesine sebep olur, bir daha o hataları yapmazsın. “Beni bu hatalar kurtardı!” dersin. Allah yolundaki herkese Allah idrak versin, iman versin, hatayı yapmadan fark edenlerden eylesin.


İnsan korunur da, kimin koruduğunu bilemez. Ben ölüm tehlikesi atlattım, araba ile dört takla attım. Atlattıktan sonra tehlikeler olağan geliyor insana; ama ölebilirdim, demek ki hakikatten nasibimiz varmış. Ben şimdi nasıl şükretmeyeyim, bizi nerelerden nerelere getirdi.
Dostlara tavsiyemiz: Allah rızası için vefalı olalım. Hayırsızlık etmeyelim. Allah için dost olduk, Allah için vefalı olalım. Allah bize bir dostluk nasip etti, bu dostlukla bizi imtihan ediyor.
Üniversite talebesine ilkokul hocası gönderirsen talebeler güler. Bunları okuyalı yıllar oldu, derler. Tersini yaparsan, yani ilkokul talebesine üniversite hocası gönderirsen, hoca onların seviyesine inmek zorunda kalır, sıkılır. Maneviyatta da bu böyledir.
İbrahim Ethem padişahmış. Çatıda birinin gezdiğini duyuyor ve soruyor:
“Ne yapıyorsun orada?”
“Devemi kaybettim, onu arıyorum.”
“Çatıda deve nasıl aranır?”
“Kuş tüyü yatakta Allah nasıl aranırsa, çatıda da deve öyle aranır!” cevabını alıyor. Hemen vezirlere emir veriyor, yakalasınlar diye; ama kimseyi bulamıyorlar. Yine bir gün, kuş tüyü yatağı düzelten cariyelerden biri merak ediyor, bir de ben yatsam, diyor ve yatarken padişaha yakalanıyor. Padişah hemen cariyenin kırbaçlanmasını emrediyor. Cariye kırbaçlanırken kahkahalarla gülüyor. Şaşıran İbrahim Ethem, niye güldüğünü soruyor. O da:
“Ben on dakika yattım, bu kadar kırbaçlandım. Sen yıllardır yatıyorsun, yarın ahirette senin hâlini düşündüm de ona gülüyorum!” cevabını alınca, İbrahim Ethem tacı-tahtı terk ediyor. Bir deniz kenarında kulübe yaparak orada inzivaya çekiliyor, bir lokma bir hırka ile yaşıyor. Vezirler geliyor, geri dönmesi için yalvarıyorlar, “Böyle yaşanır mı?” diyorlar. İbrahim Ethem o sırada elbisesinin söküğünü dikiyormuş, elindeki iğneyi denize fırlatmış ve balıklara iğneyi getirmelerini söylemiş. Balık, ağzında getirmiş iğneyi, vermiş. İğneyi eline alıp:
“Ben gerçek sultanlığı buldum, siz başkasını bulun yerime!” diyor.
Sonunda tahtına oğlu geçmiş. Tahtı terk ettiğinde oğlu bir yaşındaymış. Oğlu, babasını bulmak için azmetmiş, aramaya çıkmış. Medine’de olduğunu duymuş. Sora sora bulmuş sonunda. “Şurada oturan, aradığın kişi,” demişler. Arkasından yaklaşmış, omuzuna dokunmuş,
“İbrahim Ethem sen misin?”
“Benim” demiş, hiç dönmeden.
“Ben, bir yaşında kundakta bıraktığın oğlunum,” demiş.
İbrahim Ethem:
“Ya Rabbi! Aramıza kim girerse ya onu al, ya beni,” diye yalvarmış. O an, genç sultana bir titreme gelmiş ve orada can vermiş. İbrahim Ethem: “Hayatımın en acı günü, o gündü!” demiş. İşte, böyle yaşamış İbrahim Ethem!
Herkesin bir huyu var: Kimi su huylu, kimi toprak, kimi ateş. Allah dostu diyor ki: “Ya toprak olun, ya su.”
Papazın biri, etrafında bir sürü hristiyanla beraber Abdülkadir Geylânî’yi ziyarete gelmiş.
“Ya Geylânî! Seni çok öğüyorlar, görelim bakalım ne kadar büyüksün. Benim Peygamberim toprağın altındakileri diriltiyordu. Senin Peygamberin ne yapmış?”
“Benim Peygamberim istese hepsini yapardı. O, bir işaretle ayı ikiye böldü. Senin Peygamberin, benim de Peygamberim. Senin Peygamberinin yaptığını, Allah izin verirse bu âciz kul da yapar,” diyor ve birlikte mezarlığa doğru yola çıkıyorlar. Bir kabire yaklaşan Geylânî sesleniyor:
“Allah’ın izniyle, kabirdeki kalk!” diyor ve kabirdeki kalkıyor. Bu olayı gören papaz Müslüman oluyor.
Güzelleşelim. Bir anda kalbini Allah’a dönenin yüzünde bir güzellik belirir. Fark edilir o güzellik.
Birinin koluna gireceksin, bir gönül yapacaksın. “Dünyada hiç bir şey umurumda değil,” dediğin noktayı bul; ne mal, ne can kaygısı olsun o anda. “İbrahim Ethem gibi ol, seni istiyorum,” de. “Seni sevmek, benim dinim, imanım!” de. “Bir nazarda kalmayalım, gel dosta gidelim gönül!” de.
Allah’ı öğrenmek mi istiyorsunuz, Allah’a âşık mı olmak istiyorsunuz? İsteğinizi belirleyin. Kim Allah’ı öğrenmiş, ilimle kim kavuşmuş? İlmi küçük görmeyiz; ama ilimle kavuşma olmaz, yakınlık olur ancak. Kavuşmanın tek çaresi, aşktır.
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır.”Y. Emre
Kendini bildin mi, kanatların açılır, başlarsın kuş gibi kanat çırpmaya. Rabbini bilirsin. Beşerî şartlanmalardan kurtulacaksın ki Allah’a yakın olasın. Sırat köprüsünü bu dünyada geçeceksin. Bu dünyada geçersen, orada kolay geçersin.


Gönlünüz uyanık olsun, dilenciyle muhtacı ayırın. Dilenciyi kırmayın, dilencinin arsızına yüz vermeyin. Dilenciye az versen de olur. O, az-az, çok toplar. Sen muhtacı bulup çok vereceksin.
Peygamberimiz miraçta bir anda, saniyenin belki milyonda birinde Mekke’den Mescid-i Aksa’ya, oradan arşa çıkıyor. Tüm miraç bir anda oluyor da, Hicret’te, çölde o uzun yolu geçmek için neden o kadar uzun çile çekti dersiniz? İsteseydi: “Gel Ya Ebubekir, hadi!” deseydi, bir anda Medine’de olamaz mıydı? Rabb’inin rızasıyla olurdu; ama o, kulluk tarafını tercih etti.
Her neye aklınız takılırsa o sizin imtihanınızdır. Ondan kurtulmadıkça yol alamazsın. Aklına takılan kuruntuları Rabb’ine havale et de rahatla. Kurcaladıkça batarsın. Şeytan hep o konuda vesvese verip seni bitirir.


Gerçek bir âşık oldun mu, bil ki maşuksun. Allah, kendini seveni tüm kâinata sevdirir.
“Yeryüzünde bir halife yaratacağım, temsilci göndereceğim,” dedi Allah, meleklere.
“Ya Rabbi! Yeryüzüne fitne-fesat çıkaracak birini mi göndereceksin? Biz seni her daim tespih ediyoruz. Halife göndermekle fitne-fesat mı çıkartacaksın?” dedi, melekler.
“O, beni temsil edecek, benim isim ve sıfatlarımın tecelli mahalli olacak. İsim ve sıfatlarımın fiili O'nda tecelli edecek. Gerek yok, diyorsanız, isim ve sıfatlarımın anlamını saysanıza,” dedi. Meleklerin hiç biri sayamadı. Hazreti Âdem’e sordu:
“Sen say!” dedi. Bütün isim ve sıfatların anlamını, Hazreti Âdem birer birer saydı.
“Ya Rabbi! Sen her şeye kadirsin, her ne varsa senin ilmindedir, biz yanıldık!” dedi, melekler. Allah:
“Öyle ise siz de ona secde edin,” dedi. Hepsi: "Allahü Ekber!" diyerek secde ettiler, sadece İblis secde etmedi.
“Ya Rabbi! Ben, Sen’den başkasına secde etmem!” dedi. Bu yüzden de İblis oldu.
Allah, Hazreti Âdem’le Hazreti Havva’yı cennetine koydu ve onlara:
“Yiyin, için, dilediğiniz gibi yaşayın, yalnız bu haram meyveden yemeyin!” dedi. İblis de onları aldattı, meyveden yedirtti. O yüzden yeryüzüne indiler. Onlar yeryüzüne inmeseydi, hiçbirimiz olmayacaktık.
“Yeryüzüne inin, aranızda fesat çıkarın, kan davası güdün,” dedi, Allah. Hazreti Âdem çok yalvardı, af diledi. Allah:
“O zaman, belli bir süre yeryüzünde kalın, emrime uyanlar cennete geri dönsün,” dedi. Yeryüzünde başka gerçek yok; belli bir süre burada kalacağız ve emre uyup Hakk’ı bilenler cennete dönecek.
Allah’ın esmaları kulunda tecelli eder. Meselâ, Ya Sabirun. Sabretmezsen bu esma sende tecelli etmez. Gel, sen evde eşine sabret, hem fayda içeride kalır, hem de Ya Sabirun tecellisine mazhar olursun. Gel, evlâdına, anne-babana sabret! Sen sabırsızsan, sende hiçbir zaman Allah’ın bu esması tecelli etmez. Sabret! Sabret ki, sabrettiğin konu hallolsun. Eğer yeterince sabredersen, her zorluk en güzel biçimde çözülür.
“Yunus eydür Hak dosta darılmaz
Hastalandım hatırcığım sorulmaz”Y. Emre
Yunus, hastalanıp hatırım sorulmasa da ben dosta darılmam, diyor.
Allah, kibirliyi sevmez. Kulunu kibirliyle imtihan eder. Eğer kulu Allah için sabrederse, Allah, kibirlinin kibrini kırar.

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Gaflet, Ömür Sermayesini Boş Yere Harcamaktır
256176_mutsuz-depresyon.jpg


Kişinin, Allah’ı unutması, dini anlamda sorumluluklarına duyarsız kalması, Allah’ı (cc) hatırlamaması en büyük gaflettir. Akrabalarına, komşularına ve dostlarının hallerine duyarsız kalmak gaflettir. İbadetleri adet yerini bulsun kabilinden yapmak, onların anlam ve önemine vakıf olmamak, kime niçin ibadet edildiğini bilmemek de en büyük gaflettir.

Gaflet, kişinin hevâ-i nefsine uyarak enfüste ve afakta var olan Allah’ın âyetleri üzerinde düşünmemesi, anlamaya çalışmaması; neticede dünyaya geliş gayesini ihmal edip ömür sermayesini boşa harcaması anlamına gelmektedir. İnsan hayatında gafletin yoğunluk kazandığı hususları üç ana gruba ayırmak mümkün.

Yaradılış gayesi konusunda gaflet:

İnsan dünyaya hiçbir kurala tâbi olmaksızın yaşamak, sonra da toprağa karışıp yok olmak üzere gönderilmemiştir. O, kendisini yaratan, çeşitli nimetlerle donatan Rabb’ini tanımak ve O’na ibadet etmek ve neticede Allah’ın rızasına nail olmak için yaratılmıştır. Önce bu gayeyi, sonra da Allah’ı unutmak ve yapması gerekenler karşısında duyarsız kalmak en büyük gaflettir.

Dünya ve içindekilere gereğinden fazla değer vermek ve bağlanmak gafletin temel sebepleri arasında yer almaktadır. Helâl-haram demeden malı çoğaltma yarışı ve bu iş için girişilen ticaret ve alım satım, dünyadan hiç ayrılmayacakmış gibi ona bağlılık ve tûl-i emel, karşı cinse, makama ve çeşitli lezzetlere düşkünlük, ‘gününü gün etme’ mantığı. Bütün bunlar kişinin yaradılış gayesinden gaflete düşmesine sebep olmaktadır. Bunlar aynı zamanda birer nimettir ve insanların tasarrufuna sunulmuşlardır ancak istenen husus gaflete düşmeyecek şekilde denge kurmaktır. Bu denge en güzel şekliyle, meşru daireyi aşmamak, başta zekât olmak üzere malın, ilmin ve sağlığın hakkını vermek suretiyle kurulabilir.

Ölümün ve sonrasında karşılaşılacak hâllerin düşünülmemesi de gaflet sebepleri arasındadır. Her insan, ölecek ve dünyada yaptıklarından hesap verecektir. Bu gerçeği hatırlatmak, insanları ölümle tehdit etmek değildir; ancak gaflet perdesini yırtan en etkili şeyin de ölümü hatırlamak olduğu unutulmamalıdır.

Çevrede olup biten hâdiselere karşı gaflet:

Çevremizde olup biten olaylara duyarsız kalmak da bir gaflettir. Akrabalarımızla ilişkilerimizden dostlarımızın dert ve sevinçlerini paylaşmaya; yardıma muhtaç insanlara el uzatmaktan savaş, tabiî afet vb. sebeplerle sıkıntıya düşenlere yardım etmeye duyarlı olmak kulluk vazifemiz ve gafletten kurtulmanın bir gereğidir. Bu ve benzeri konulardaki gaflet sadece insanî görevlerin ihmali değildir, aynı zamanda büyük bir kısmı kul haklarını ihlal veya değişik seviyelerde günaha girmek anlamına da gelir.

İç âleme (enfüs) yönelik gaflet:

İnsan, maddî varlığının yanı sıra bir de manevî varlığa sahiptir. Manevî cepheyi oluşturan akıl, zihin, ruh, kalb, nefs ve daha başka unsur ve mekanizmaların da sağlıklı beslenmeye ve onlara uygun gıdalara ihtiyaçları bulunmaktadır. Bu ihtiyaçlar, bilgi, sanat ve en geniş anlamıyla inanma ve bunun gereği olan ibadetle karşılanmaktadır. Bunlara karşı duyarsızlık iç âlemimizin ihmali anlamına gelen bir gaflettir. Dolayısıyla cehalet bir gaflet olduğu gibi, her çeşit sanattan mahrumiyet ve sanata ilgisizlik de bir gaflettir.

Ancak bunların en büyüğü Allah’ı zikretme noktasındaki gaflettir. Kur’ân, zikir için bir sınır koymayıp çok kelimesini kullanmaktadır. Çünkü perdeleri kaldırarak Sonsuz’la irtibat kurmanın en ideal şekli zikirdir.

Yapılan ibadetlerin farkında olmamak, bir nevi âdet yerini bulsun diye yapmak, diğer bir ifadeyle ibadetlerdeki sığlığın da ayrı ve yaygın bir gaflet olduğuna dikkat çekmek gerekir. Kime ve niçin ibadet edilmekte, okunan âyet ve tesbihler ne anlam taşımakta, secde ile kime ve ne derecede yaklaşılmakta, sadaka önce kimin eline ulaşmakta, namazın sonunda sağa-sola niye selam verilmekte? Eğer bu soruların cevabı gereğine uygun verilemiyor ve uygulanamıyorsa ibadetlerimizde ciddi bir gafletimiz var demektir.

Gafletten kurtuluş için salih dairede yaşa

Bazı konular zıtlarıyla daha iyi anlaşılmaktadır. Gafletin zıddı, tasavvuf kaynaklarındaki geniş anlamıyla yakaza ve zikirdir. Ayrıca ihsan ufkundaki bir hayat tarzı da gafletin panzehiridir. Gaflet bir unutma olunca buna sebep olan nefsi de iyi tanımak gerekir. Ömür sermayesinin en kârlı bir şekilde harcanması yani zamanın gereğine uygun değerlendirilmesi gaflete düşmemenin şartlarındandır. O zaman her ânın hakkı verilmelidir. Bütün gayreti ‘ân’a yöneltmeyen kişi, bir an sonra geçmiş olacak anların karanlığında kalmaya kendini mahkûm eder. Bu da pişmanlık, cehalet, bencillik ve bağımlılık doğurur. Geçmiş mazidir, geleceğe ulaşıp ulaşamayacağımız da belli değildir. Öyle ise her ânı salih bir daire içinde dolu dolu yaşamaya bakmalı.





PROF. DR. ABDULHAKİM YÜCE
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
KURTUBİ Tefsirinde nakledildiğine göre, sahabîlerden biri Nebiler Sultanının mübarek huzurlarında hep kederli görünürlerdi.. Yüzünde ızdırap çizgilerinin izleri vardı.. Bir gün Allah'ın Peygamberi o sahabîye dediler ki:

Seni hep üzüntü ve keder içinde görüyorum. Neyin var? Seni bu derece üzen şey ne ola?
Gerçekten o sahabî pek kederliydi. Can kuşu ten kafesinde çırpınıp durmaktaydı.. Birden gözleri buğulandı, dudakları acı ile büzüldü. Dili düğüm düğüm oldu da tek kelime söyleyecek takati kendinde bulamadı. Ne var ki, şefkat ve merhametin ve en güzel huyun sahibi Cenab-ı Peygamber (Sallallahû Aleyhi ve Sellem), onun yanık yüreğine bir damla inayet suyu serpti:
Ey Allah'ın kulu, dedi, bana açamadığın derdini başka hiç kimseye açmak imkanın olmaz... Benim indimde ayıplanıp kusurlu görülmezsin. Seni bu hale sokan derdini bana anlat ki, deva olayım!..
O iki Cihanın Saadet Güneşi, o herkesin imdadına yetişen Rahmet Peygamber demirin gönlündeki pası bile giderirdi. Kaldı ki bir insanın derdine deva olmasın...
Biraz cesaret bulan sahabînin dilindeki düğüm birden açıldı. Ah ve enin ederek anlatmaya başladı:
Ey Allah'ın Rasulü, ey kokusu hoş Nebi!. Allah beni sana feda kılsın... Benim öyle bir günahım vardır ki, bunu hatırladıkça üzüntüye gark oluyorum. Öyle zannediyorum ki, Rabbi Kerîmimin huzurunda bu günahın hesabını veremeyeceğim!..
Kainatın Efendisi, ümit dalları kurumuş gibi görünen bu sahabîye teselli etti ve dedi ki: Sen günahının ne olduğunu anlat!.. O sahabî, iki gözleri iki çeşme halinde şöyle anlattı: Ey Allah'ın Rasulü, İslam'dan önceki cehalet devrinde ben de kızlarını öldüren bedbahtlardan biriydim. O korkunç günler bir kabus gibi beni de sarıvermişti. En son olarak tek kızım kalmıştı. Annesi: Ey efendi, diyordu, bu işve fidanıma kıyma!.. Böyle bir gülü dalından koparmak reva mıdır?.. Onun yalvarışları karşısında ben de tek kızımı öldürmekten vazgeçmiştim.. Ne var ki, kızım da günden güne büyüyor, gittikçe güzelleşiyordu. Öyle bir yüzü vardı ki, sanki nar çiçeğine benzemedeydi. Allah'ın Kudret eli ona canlar yakan bir güzellik vermişti. Beni bir namus gayretidir aldı. Cehalet damarım alev seli halinde köpürdü, akıl ve idrak aynası çatladı: Onu diyordum, bir başkasının evine bir başka adama nasıl verebilirim? BÜYÜYÜP serpilen, servi gibi nazla salınan kızımın evde beklemesini istemediğim gibi, kocaya verip de bir başkasına terk etmeyi de hazmedemiyordum. Hasılı, kanlı cehalet beni zehir pençesinde nefes nefes sıkıyordu. Adem evlatlarının ezeli düşmanı şeytan da sahnedeydi, meydanlarda zıpzıp oynuyor, beni durmadan dürtüyordu. Vah sana!.. Sen nasıl bir adamsın. Sende hiç namus gayreti yok mu? Nihayet lanetli İblîs galebe çaldı. Aileme: Ey iyi hatun, dedim, şu köydeki akrabamı ziyarete gideceğim, kızımızı da giydirip süsle, onu da beraber götürmek istiyorum!.. Zavallı kadın ne bilsin... Kurdun eline kuzuyu teslim ediyordu. Pek sevindi ve nar çiçekleri gibi taze kızını giydirip süsledi. Bende kızın elinden tutup yola çıktım... Yolları elime dolayıp gidiyordum... O nur yumağı masum çocuk ardımca kuşlar gibi sekerek geliyordu. Ölüme gittiği nereden bilecekti. Nihayet yolumuz ıpıssız bir vadiye uğradı. Orada tasarladığım bir kuyu vardı. Bu kuyu oldukça derin ve korkunçtu. İçine düşenin çıkmasına imkan yoktu. Nice can Yusuf'unu yutacak derinlikteydi. Adeta ağzını açmış bir canavara benziyordu. Gökte güneş fokurduyor, yerde kumlar kavuruyordu. Çölün öldürücü sıcağı beynimizi kaynatmak üzereydi. Küt küt adımlarla yürüyerek kuyunun başına geldik. Kızım benim ürkek halimden şüphe etmişti. Yaralı keklikler misali titriyor, iri iri gözlerle yüzüme bakıyordu... Ölüm kuyusu ağzına kadar su ile doluydu. Artık muradım hasıl olacak, ben bu kızdan ebedî olarak kurtulacaktım. Bu sırada kızımın elinden tutup suya bakması için kuyu ağzına kadar getirdim. Masum yavru, ak güvercinler gibi titreyerek çığlığı bastı: Vah başıma gelen!.. Demek babam beni boğmak istiyor, demek yine şeytan yol kesiyor?.. Demek ben de sırf kız olarak dünyaya geldiğim için ölüme mahkum ediliyorum?.. Bir an vicdanım harekete geçti, cehalet sisleri aralandı, akıl yayı oku attı. Onu bıraktım. Başımı iki ellerim arasına alıp düşünceye daldım... İçimde bir acayip tufan, bir ateş seli... Bu kötü işten vazgeçmeyi murad ediyordum, fakat cehalet timsahı vicdan kuşunu yutuveriyordu. Lanetli İblîs de kulağımın dibinde tezgahını kurmuştu: Sen, diyordu, ne beceriksiz adamsın!.. Bu kızı kuyuya atıp helak etmezsen, bir başkasının eline verecek, namusunu çiğneteceksin. O zaman daha mı iyi olacak? Kendine gel, onu buracıkta öldür, yüzünün akı ile evine dön!.. Şeytanın fitne davulu beyin zarımı çatlatmış olacak ki, bir canavar gibi kızımın üstüne atıldım. Onu sürükleye sürükleye kuyunun başına getirdim. Kız son bir gayretle çırpınıyor ve: Ey babam, diyordu, kıyma bana!.. Benim günahım ne ki, ölüme layık görülüyorum!.. Artık ne akıl, ne idrak, ne vicdan çalışmıyordu. Kızımın çığlıkları çöllerde yankılar yapmaktaydı... Nihayet onu tepesi üzerine kuyunun içine atıverdim. Her şeye hayat kaynağı olan su, kızıma ölüm kıskacı oluvermişti. Karanlık su, çığlığıyla beraber kızı da yutuvermişti... Kuyunun dalgaları bir ip gibi kıvrım kıvrım kıvrılarak çocuğu dibe çekti... Gözleri bulut gibi yaşlar döken sahabî, bir nefes durup yaşlı gözlerini Allah Rasûlünün mübarek yüzüne dikti ve şöyle devam etti. Ey Allah'ın Rasûlü, ey eşi bulunmaz inci!.. Daha sonra Allah bize acıdı, bize kendi içimizden bir Peygamber gönderdi... Bizi Nübüvvetle şereflendirdi... Siz de bizi İslam ile, îman ile tezyin ettiniz. Ve evvelce işlediğimiz şeylerin ne kadar cahilce olduğunu anladık... Öyle de, vicdanım sızlayıp durmadadır... Yüreği yaralı bir baba, nasıl kederden kurtulur, hüzünden azade olur?.. Ey Nebiyyi Ahirzaman!.. İşte beni devamlı gam seline sürükleyen derdim budur!.. NİHAYETSİZ olan Mülkün Seyyidi ve Kevser Havuzunun Sahibi, bu yürek parçalayan sahneleri yeniden yaşıyormuş gibi titredi ve mübarek gözleri yaşlarla doldu.. Mecliste bulunan diğer sahabîler de hıçkırıklarını tutamıyorlardı... Allah'ın Şerefli Nebisi, ona derin derin baktı "Senin günahın affolmaz" demedi.. Şöyle buyurdu: Eğer cehalet devri günahları bağışlanmasaydı seni de aynı şekilde cezalandırmaktan geri kalmazdım!.. O karanlıktan bu aydınlığa eriş, işte Nebiler Sultanının sayesinde oldu. Taş kalbli insanları gözü yaşlı ceylanlar haline getirmek devleti O'na bahşedildi. O'nun muhabbetiyle gönüllerini yakanların sayısı gökteki yıldızların sayısını geçmiştir. İnsanlık alemi Peygamberler Peygamberini tanıdığı ve O'na bağlandığı gün kurtulacaktır...

Muhammed Hak Elçisi...
Nur, rahmet, sonsuz güzel,
Ey can, O' nu sev!..
Olmaz, hiçbir şey O'nsuz güzel!..

Mustafa Necati Bursalı
Altınoluk Dergisi
1987 - Subat, Sayı: 012, Sayfa: 035

Guncelleme
 

hakyolu007

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Nis 2012
Mesajlar
2,741
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
42
Sizi Tekrar aramızda görmek güzel Hoş geldiniz.

Selam ve Dua ile....
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Mevlânâ Ebû Yezîd -kuddise sirruh- buyurur:

“Avâm(halk tabakası) için günahtan kaçmak nasıl vâcib ise, havâs(yüksek tabaka) için de gafletten kaçmak öyle vâcibdir Avâm, nasıl günahlardan sorguya çekilirse, havâs da gafletten suçlandırılır(Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, c6, s47)

Gâfilâne bir hayat; çocuklukta oyun, gençlikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve binbir türlü çırpınış ve nedâmetten ibârettir

Sâlihlerden biri, rüyâsında hocasını görür ve ona:

“-En çok neden pişmansınız?” diye sorar Hocası da ona:

“-En büyük pişmanlığım, gafletimdendir” diye cevâp verir (İmâm Gazalî, Kalblerin Keşfi, s33)

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, gafletin büyük bir pişmanlık sebebi olduğunu ne güzel ifâde eder:

“Aç gözün gafletten uyan,

“Nâdim olur nefse uyan,

“Bâtılı kor Hakk’ı duyan,

“Nic’olur hâlin ey gâfil!” (Azîz M Hüdâyî, Dîvân-ı İlâhiyât, s457)

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Allah’ım! Sana Senin istediğin sonsuzlukta hamdü senalar olsun ki bizi çamurlarda bırakmadın.Bırakmadın da bir insan olarak yarattın.Şu toprak çocuğuna bir insan olarak ölmeyi de nasip et.gecelerde günahlara dalarsan gündüzleri affet,gündüzlerde sürçersem akşamlarda şefkat et.İnsanız biz düşeriz kalkarız ama yalnız Sana kulluk yaparız.Çünkü Sen insanı “Yalnızca kulluk için yarattım” buyuruyorsun.Hem en günahsız kul’un(asm) da buyuruyor:”Eğer siz hiç günah işlemeyecek olsaydınız;Allah öyle varlıklar yaratırdı ki onlar günaha girerler,sonra da tövbe ile Rabblerine yönelirlerdi de,Allah da onları affederdi.” Bu bizi ümit kapımızdır.Öğrendim ki yaşamak,
Acının ölçüsünden geçerken,
Rahmet yağmurlarında ıslanmaktı.
Allahım;imtihan yollarında yürürken
Ruhunun üstünde şemsiyelerle gezinenlerden ve rahmetinden ümit kesenlerden olmaktan.Sana sığınırız
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Çevrenizde Allah’ın bir kısım emir ve yasaklarını uygulayıp, diğer kısmını ise göz ardı eden insanlara çok rastlamışsınızdır. Çoğu zaman uyguladıkları kısmının kendilerinin cennete gitmesi için yeterli olacağını, güçlerinin bu kadarına yettiğini ve kalan kısmını da Allah’ın affedeceğini söylerler. Bu kişiler bu tavırlarıyla, yaptıkları ibadette Allah’a minnet etmektedirler. Oysa farkında olmadıkları çok önemli bir konu vardır ki, insanın iman ve ibadet etmeye kendisinin ihtiyacı olduğudur. “… Allah hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır…” (Bakara Suresi – 263) , ayetinde belirtildiği gibi, Allah’ın, hiç kimsenin ibadetine ve kulluğuna ihtiyacı yoktur.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt