_YUSUF_
Yönetici
- Katılım
- 26 Haz 2008
- Mesajlar
- 4,070
- Tepki puanı
- 1,043
- Puanları
- 113
- Yaş
- 43
Otuz sene öncesine kadar, bırakınız elimizi, hayalimizin dahi ulaşmadığı makamlara ulaştık...
Servet ve şöhret kazandık...
Fark edilmeyişimiz fark edildi; ne zamandır parmakla gösteriliyoruz...
Allah için cebimiz de doldu...
Ama bize bir şeyler oldu: Cebimiz doldukça yüreğimiz boşaldı sanki: Sevmeyi, vermeyi, hoş görmeyi, şefkat etmeyi unuttuk...
Yaşama amacımızdan uzaklaşıp “sıradan”laştık. Gitgide “dünyacı” varlıklara dönüştük.
Fakirlere hâlâ bir şeyler veriyoruz, ancak “fakir” görüp rahatsız olmamak için etrafı surlarla çevrili “site”lerde oturmayı tercih ediyoruz.
Bizim gibi inanan, bizim gibi düşünen, bizim gibi örtünen, bizim gibi giyinen, bizim gibi yaşayan “sonradan görme Müslüman”ların içinde hayatın tadını çıkarıyoruz.
Aslında inanç dünyamızı kemiriyoruz!
Ne Peygamber Efendimiz’e benzeme çabamız kaldı, ne “tebliğ” mükellefiyetimiz...
İktidara eklemlenip nimetlerinden yararlanarak günümüzü gün ediyoruz!
Gerekçe malum: “Biraz da biz yaşayalım, ülkemizin nimetlerden biraz da bir yararlanalım.”
Bu bağlamda “Dindar iktidar”ların İslâm dâvâsına “yarar” mı, yoksa “zarar” mı verdiğini bir türlü kestiremiyorum.
Çünkü iktidara “mensup” olmak insanı öyle bir hale getiriyor ki, bireysel “hizmet”lerden bile alıkoyuyor!
“Müslüman”ın temsil işlevi ortadan kalktı. “İslâm” ve “Müslüman” ayrımı başladı. Halimizi-tavrımızı eleştirenlere “İslâm değil Müslüman’ım” deyip işin içinden çıkıyoruz. Güya İslâm Dini’ni “tenzih” ediyoruz. Oysa bu bal gibi bir “kaçak güreş!” Çünkü her Müslüman “temsil” mükellefiyeti bakımından “İslâm”dır. Yahut olmalıdır.
Peygamber Efendimiz’in “Ben İslâm değilim” dediğini duyan, okuyan var mı? Tam tersine O’na “yaşayan Kur’an” diyorlardı.
Bütün inandıklarını yaşayamamak elbette mümkündür. Ama Müslüman bundan pişmanlık duymalıdır. Biz ise bu yanlışı “fazilet” gibi görmeye başladık; “Çağın gereği” sayıp normalleştirdik. “Ne yapalım, bu çağda bundan fazlası yadırganıyor...”
Kim yadırgıyor peki: Allah mı, Peygamber mi?..
Ötesinden bize ne? Bunu söylemekle, “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” demenin arasında ne farkı var? Çağ mı kurtaracak bizi Cehennem’den, zaman mı? “Ehl-i dünya”nın sloganlarının Müslüman’ın yüreğinde ne işi var?
Nereden nereye geldik?
Bu durumda insan sormadan geçemiyor: Eski sadeliğimiz ve masumiyetimiz imanımızın eseri miydi, yoksa imkânsızlığımızın mecburiyeti mi?..
Servet ve şöhret içinde bile yaşanması gereken bir hayat nizamı değil miydi yani?
İsraf fukaraya haram da, zengine helâl mı?
Yahut tek soru: “Uzlaşma” ile “yozlaşma” arasında bir bağlantı var mı?
Çünkü “uzlaşma” diye yola çıktık, “yozlaşma”ya tosladık!
Şuradan da belli ki, eskiden hayatımızı “helâl” ile “haram”a göre şekillendirirken, şimdilerde “kâr” ve “zarar” hesabına göre şekillendiriyoruz...
Arkasından “faiz”, “repo”, “borsa”, “kredi” gibi maddi mülâhazalar geliyor.
Eskiden köy ve kasabalarda yaşarken daha saf, daha temiz, daha masumduk. Büyük şehirlere indik ineli, “Köyden indim şehre, şaşırdım birden bire” haline düştük.
“Tutunmak” için “acımasız” olmak gerektiğini öğrendik. Yüreklere basarken acıyan yüreğimiz zaman içinde acımaz oldu! Masumiyetimiz kurnazlığa dönüştü. Biz de tıpkı “ötekiler” gibi “ayak oyunu” yapmaya, ekonomik, siyasi ve sosyal “oyun”lar kurmaya başladık.
Altta kalanı kaldırmayı “vicdan borcu” sayan anlayıştan, “Altta kalanın canı çıksın” anlayışına geldik.
Bize neler oluyor?
Dedik ya, dindar erkekler olarak otuz sene öncesine kadar, bırakınız elimizi, hayalimizin dahi ulaşmadığı makamlara ulaştık... Servet ve şöhret kazandık...
Fark edilmeyişimiz fark edildi; ne zamandır parmakla gösteriliyoruz...
Allah için cebimiz de doldu...
Ama bize bir şeyler oldu: Cebimiz doldukça yüreğimiz boşaldı sanki: Sevmeyi, vermeyi, hoş görmeyi, şefkat etmeyi unuttuk...
Yaşama amacımızdan uzaklaşıp “sıradan”laştık. Gitgide “dünyacı” varlıklara dönüştük.
Artık biz de “Ehl-i dünya” gibi, kendi vicdanımıza basa basa yükseliyor, yükseldikçe altta kalanları eziyoruz.
Mazeretimiz de var: “Sistem böyle” deyip çıkıyoruz işin içinden, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sorumsuzluğu içinde de git gide bencilleşiyor, bireyselleşiyoruz.
Artık biz de “Gemisini kurtaran kaptan” diyor, “Her koyun kendi bacağından asılır” tekerlemesi eşliğinde “cemaat şuuru”ndan git gide uzaklaşıyoruz.
“Ümmet” miyiz, “fert” miyiz belli değil!
Dini duyarlılıklarımızı önemli ölçüde kaybettik... Oluşan boşluğu da “dünya” ile doldurduk!
Hayatımız çoktan beri “üretim-tüketim” kıskacında: her şeyi belirleyen öncelikli değer bizde de “para”...
Bizim açımızdan da “moda” çok önemli bir kavram, “lüks” bizim için de hayatın gerçeği, “marka”, bizde de tutku...
Artık gelsin defileler, beş yıldızlı ve de yaldızlı tatiller, lüks otomobiller, yalılar, köşkler...
“Ehl-i dünya”dan pek bir farkımız kalmadı!
“İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” tespiti burada da kendini gösterdi. Fikrimiz zikrimize yansıdı. İnancımızın sosyal boyutu ıskalandı. Hayatımız önce “farzlarla sınırlı” hale geldi, sonra o da fire vermeye başladı. Bunu fark eden bazı arkadaşlar, bu çözülmeden “dinin direği” sayılan namazı kurtarmak için “Namaz Plâtformu” oluşturup hiç olmazsa bu kargaşadan namazı kurtarmak istediler.
Sohbetlerimiz de “dünyevi”leşmekten nasibini aldı: Gazali, Rabbani, Bediüzzaman, Mevlâna eksenli sohbetlerimizin yerini siyasetle ticaret aldı. “Faiz”, “döviz”, “repo”, “borsa” gevezeliği ruhumuzu kemiriyor!
Kısacası, hayat anlayışımız kökten değişti...
Eskisi gibi artık mahallelerde yaşamıyoruz, çoktan “koloni düzeni”ne geçtik...
Aynı inançtan, aynı fikirden, aynı kıyafet ve siyasetten olanlar için yapılan “site”lerde “koloni” hayatı yaşıyoruz.
Kontrollü kapılardan geçiyor, korumalı evlerde oturuyoruz...
Yaşlı anamıza-babamıza ayrı ev alıyor, bizim bakmamız gereken en yakınlarımızı “bakıcı”ya havale ediyoruz!
“Anaya-babaya ‘öf’ dedirtmeme” hassasiyetini unutalı çok oldu. Feryad u figân etseler bile duymazdan geliyoruz. “Herkesin bir hayatı var” aymazlığı içinde günümüzü gün ediyoruz. Peki ya “Ana-baba hakkı” ne olacak?
Fark edilmek için marka elbise giyiyor, pahalı arabalara biniyor, yetiştirilme tarzımızla zıtlaşan davranış kalıpları içinde bocalayarak yapay nezaket cümleleri kekeliyoruz.
Kadınlarımız hâlâ tesettürlü ama bu “tesettür” stilinin amaca ne kadar hizmet ettiği tartışılır. Zira “tesettür”de amaç kadın cazibesini saklamaya yöneliktir. “Nâmahrem”in dikkatini çekmemektir. Bu örtünme biçimi ise cazibeyi arttırıyor. Daha fazla dikkat çekiyor.
Sanki daha gizemli, dolayısıyla daha “çekici” görünmek için örtünülüyor. Zaten “dindar” kadınları “daha çekici bir örtünme”ye teşvik için “tesettür defileleri” düzenleyerek meşhur mankenleri podyumlara çıkarıyoruz.
İyi ama “tesettür”ün amacı, “cazibe”yi saklamak değil miydi?
Yavuz Bahadıroğlu
Servet ve şöhret kazandık...
Fark edilmeyişimiz fark edildi; ne zamandır parmakla gösteriliyoruz...
Allah için cebimiz de doldu...
Ama bize bir şeyler oldu: Cebimiz doldukça yüreğimiz boşaldı sanki: Sevmeyi, vermeyi, hoş görmeyi, şefkat etmeyi unuttuk...
Yaşama amacımızdan uzaklaşıp “sıradan”laştık. Gitgide “dünyacı” varlıklara dönüştük.
Fakirlere hâlâ bir şeyler veriyoruz, ancak “fakir” görüp rahatsız olmamak için etrafı surlarla çevrili “site”lerde oturmayı tercih ediyoruz.
Bizim gibi inanan, bizim gibi düşünen, bizim gibi örtünen, bizim gibi giyinen, bizim gibi yaşayan “sonradan görme Müslüman”ların içinde hayatın tadını çıkarıyoruz.
Aslında inanç dünyamızı kemiriyoruz!
Ne Peygamber Efendimiz’e benzeme çabamız kaldı, ne “tebliğ” mükellefiyetimiz...
İktidara eklemlenip nimetlerinden yararlanarak günümüzü gün ediyoruz!
Gerekçe malum: “Biraz da biz yaşayalım, ülkemizin nimetlerden biraz da bir yararlanalım.”
Bu bağlamda “Dindar iktidar”ların İslâm dâvâsına “yarar” mı, yoksa “zarar” mı verdiğini bir türlü kestiremiyorum.
Çünkü iktidara “mensup” olmak insanı öyle bir hale getiriyor ki, bireysel “hizmet”lerden bile alıkoyuyor!
“Müslüman”ın temsil işlevi ortadan kalktı. “İslâm” ve “Müslüman” ayrımı başladı. Halimizi-tavrımızı eleştirenlere “İslâm değil Müslüman’ım” deyip işin içinden çıkıyoruz. Güya İslâm Dini’ni “tenzih” ediyoruz. Oysa bu bal gibi bir “kaçak güreş!” Çünkü her Müslüman “temsil” mükellefiyeti bakımından “İslâm”dır. Yahut olmalıdır.
Peygamber Efendimiz’in “Ben İslâm değilim” dediğini duyan, okuyan var mı? Tam tersine O’na “yaşayan Kur’an” diyorlardı.
Bütün inandıklarını yaşayamamak elbette mümkündür. Ama Müslüman bundan pişmanlık duymalıdır. Biz ise bu yanlışı “fazilet” gibi görmeye başladık; “Çağın gereği” sayıp normalleştirdik. “Ne yapalım, bu çağda bundan fazlası yadırganıyor...”
Kim yadırgıyor peki: Allah mı, Peygamber mi?..
Ötesinden bize ne? Bunu söylemekle, “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” demenin arasında ne farkı var? Çağ mı kurtaracak bizi Cehennem’den, zaman mı? “Ehl-i dünya”nın sloganlarının Müslüman’ın yüreğinde ne işi var?
Nereden nereye geldik?
Bu durumda insan sormadan geçemiyor: Eski sadeliğimiz ve masumiyetimiz imanımızın eseri miydi, yoksa imkânsızlığımızın mecburiyeti mi?..
Servet ve şöhret içinde bile yaşanması gereken bir hayat nizamı değil miydi yani?
İsraf fukaraya haram da, zengine helâl mı?
Yahut tek soru: “Uzlaşma” ile “yozlaşma” arasında bir bağlantı var mı?
Çünkü “uzlaşma” diye yola çıktık, “yozlaşma”ya tosladık!
Şuradan da belli ki, eskiden hayatımızı “helâl” ile “haram”a göre şekillendirirken, şimdilerde “kâr” ve “zarar” hesabına göre şekillendiriyoruz...
Arkasından “faiz”, “repo”, “borsa”, “kredi” gibi maddi mülâhazalar geliyor.
Eskiden köy ve kasabalarda yaşarken daha saf, daha temiz, daha masumduk. Büyük şehirlere indik ineli, “Köyden indim şehre, şaşırdım birden bire” haline düştük.
“Tutunmak” için “acımasız” olmak gerektiğini öğrendik. Yüreklere basarken acıyan yüreğimiz zaman içinde acımaz oldu! Masumiyetimiz kurnazlığa dönüştü. Biz de tıpkı “ötekiler” gibi “ayak oyunu” yapmaya, ekonomik, siyasi ve sosyal “oyun”lar kurmaya başladık.
Altta kalanı kaldırmayı “vicdan borcu” sayan anlayıştan, “Altta kalanın canı çıksın” anlayışına geldik.
Bize neler oluyor?
Dedik ya, dindar erkekler olarak otuz sene öncesine kadar, bırakınız elimizi, hayalimizin dahi ulaşmadığı makamlara ulaştık... Servet ve şöhret kazandık...
Fark edilmeyişimiz fark edildi; ne zamandır parmakla gösteriliyoruz...
Allah için cebimiz de doldu...
Ama bize bir şeyler oldu: Cebimiz doldukça yüreğimiz boşaldı sanki: Sevmeyi, vermeyi, hoş görmeyi, şefkat etmeyi unuttuk...
Yaşama amacımızdan uzaklaşıp “sıradan”laştık. Gitgide “dünyacı” varlıklara dönüştük.
Artık biz de “Ehl-i dünya” gibi, kendi vicdanımıza basa basa yükseliyor, yükseldikçe altta kalanları eziyoruz.
Mazeretimiz de var: “Sistem böyle” deyip çıkıyoruz işin içinden, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sorumsuzluğu içinde de git gide bencilleşiyor, bireyselleşiyoruz.
Artık biz de “Gemisini kurtaran kaptan” diyor, “Her koyun kendi bacağından asılır” tekerlemesi eşliğinde “cemaat şuuru”ndan git gide uzaklaşıyoruz.
“Ümmet” miyiz, “fert” miyiz belli değil!
Dini duyarlılıklarımızı önemli ölçüde kaybettik... Oluşan boşluğu da “dünya” ile doldurduk!
Hayatımız çoktan beri “üretim-tüketim” kıskacında: her şeyi belirleyen öncelikli değer bizde de “para”...
Bizim açımızdan da “moda” çok önemli bir kavram, “lüks” bizim için de hayatın gerçeği, “marka”, bizde de tutku...
Artık gelsin defileler, beş yıldızlı ve de yaldızlı tatiller, lüks otomobiller, yalılar, köşkler...
“Ehl-i dünya”dan pek bir farkımız kalmadı!
“İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” tespiti burada da kendini gösterdi. Fikrimiz zikrimize yansıdı. İnancımızın sosyal boyutu ıskalandı. Hayatımız önce “farzlarla sınırlı” hale geldi, sonra o da fire vermeye başladı. Bunu fark eden bazı arkadaşlar, bu çözülmeden “dinin direği” sayılan namazı kurtarmak için “Namaz Plâtformu” oluşturup hiç olmazsa bu kargaşadan namazı kurtarmak istediler.
Sohbetlerimiz de “dünyevi”leşmekten nasibini aldı: Gazali, Rabbani, Bediüzzaman, Mevlâna eksenli sohbetlerimizin yerini siyasetle ticaret aldı. “Faiz”, “döviz”, “repo”, “borsa” gevezeliği ruhumuzu kemiriyor!
Kısacası, hayat anlayışımız kökten değişti...
Eskisi gibi artık mahallelerde yaşamıyoruz, çoktan “koloni düzeni”ne geçtik...
Aynı inançtan, aynı fikirden, aynı kıyafet ve siyasetten olanlar için yapılan “site”lerde “koloni” hayatı yaşıyoruz.
Kontrollü kapılardan geçiyor, korumalı evlerde oturuyoruz...
Yaşlı anamıza-babamıza ayrı ev alıyor, bizim bakmamız gereken en yakınlarımızı “bakıcı”ya havale ediyoruz!
“Anaya-babaya ‘öf’ dedirtmeme” hassasiyetini unutalı çok oldu. Feryad u figân etseler bile duymazdan geliyoruz. “Herkesin bir hayatı var” aymazlığı içinde günümüzü gün ediyoruz. Peki ya “Ana-baba hakkı” ne olacak?
Fark edilmek için marka elbise giyiyor, pahalı arabalara biniyor, yetiştirilme tarzımızla zıtlaşan davranış kalıpları içinde bocalayarak yapay nezaket cümleleri kekeliyoruz.
Kadınlarımız hâlâ tesettürlü ama bu “tesettür” stilinin amaca ne kadar hizmet ettiği tartışılır. Zira “tesettür”de amaç kadın cazibesini saklamaya yöneliktir. “Nâmahrem”in dikkatini çekmemektir. Bu örtünme biçimi ise cazibeyi arttırıyor. Daha fazla dikkat çekiyor.
Sanki daha gizemli, dolayısıyla daha “çekici” görünmek için örtünülüyor. Zaten “dindar” kadınları “daha çekici bir örtünme”ye teşvik için “tesettür defileleri” düzenleyerek meşhur mankenleri podyumlara çıkarıyoruz.
İyi ama “tesettür”ün amacı, “cazibe”yi saklamak değil miydi?
Yavuz Bahadıroğlu