HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 60
Davaya verilmesi gereken ehemmiyet
Davanın ehemmiyetini ancak, İslam'ı özümsemiş, hayata bakışını yalnız Allah'a kul olmak olarak idrak eden, bir Müslüman anlayabilir. Dolayısıyla dava eri olabilmek için yalnız Müslüman olmanın ötesinde, üstün şahsiyet ve örnek bir birey olmak gerekiyor. Yani İslam'ı kabul etmiş bir Müslüman doğal olarak dava eri olmuş olmuyor. Bu konunun daha iyi idrak edilebilmesi için, örnek olarak şahsiyet mefhumu ele alınabilir. Nasıl ki İslam inancını kabul etmiş her birey İslami şahsiyet sahibi olmuş olmuyorsa, aynı şekilde her inançlı Müslüman doğal olarak bir dava eri olamıyor. Bu tabii ki şu şekilde yorumlanmaması gerekiyor. İslam inancı gereği olarak tüm Müslümanlar hem İslam şahsiyetine hem de dava eri olma özelliğini üzerinde barındırmaları vaciptir. Şu durumda doğal olarak, davanın bir dava eri için ne anlama geldiğini ve ona verilmesi gereken ehemmiyetin boyutunu ele almamız gerekiyor. Bir Müslümanın ne zaman dava eri olduğu söylenebilir? Dava erinin davaya bakışı nasıl olmalı veya dava onun için ne anlama gelmeli? Davanın kendisine mi yoksa dünyaya mı ehemmiyet verdiğini nasıl ayırt etmesi mümkün? İşte tüm bu soruların ve onunla alakalı konuların netlik kazanması gerekiyor. Aksi taktirde dava adamı olarak ortalıkta gezinen bir kişinin İslam davasını mı yoksa sistemin davasını mı güttüğünü anlaması çok zor olsa gerek. Yine haftanın 90%'nını dünya metaı için mücadele eden onda bir dava erinin, davanın ehemmiyetini anladığı kesinlikle söylenemez.
Kişilerin ehemmiyet verdikleri meseleler, yanlışlığı açısından şüphe duymadıkları ve ifası konusunda geri adım atmaya kesinlikle yanaşmadıkları, meselelerdir. Ehemmiyet verilen, yani önemsenen bir işin netice vermesi kesinlik ifade etmese de, kişinin gönül rahatlığı ile yapmaktan geri durmadığı bir iştir. Örnek olarak güncel bir dünyevi meşgale olan ticaret verilebilir. Düşünün kişi sabah sekizde açılması gereken bir dükkanı, öğlen bir veya ikide açıyorsa ve yine akşam sekizde kapatılması gereken bir dükkanı altıda kapatıyorsa burada ciddiyetin ve işe verilen ehemmiyetin olduğu söylenmesi mümkün değil. Bunu ibadetler içinde söylememiz mümkün. Kişinin sözde ehemmiyet verdiği beş vakit namaza, vakit buldukça beş vakit kılıyorum demesi, onun bu konuya ehemmiyet vermediğinin çok açık bir işaretidir. Şu durumda beş vakit namazda, beş vakit kılındığı da taktirde ehemmiyet verildiği söyleniyorsa, bu kıstas dava için nasıl belirlenmesi gerekiyor sorusu ile karşı karşıya kalmamız mümkün.
Evet, dava erinin kim olduğuna ve onun dava mefhumunu nasıl özümsemesi ve idrak etmesi gerektiğini etraflıca anlatmadan önce, ehemmiyet kavramının İslam'a ehemmiyet verme bağlamında, kişide nasıl hayat bulması gerektiğini çok güzel bir şekilde bizlere gösteren üstün sahabe Abdullah bin Huzafe'den bahsetmek istiyorum.
Bu sahabe Resulullah'ın elçisi olarak, o dönemin kral ve yöneticilerine göndermiş olduğu elçilerden biridir. Kendisi pers imparatorluğun kralı olan Kisra'ya bir mektup göndermek üzere görevlendirilmişti. O zamanın en cani yöneticilerinden olan bir kişinin yanına korkudan zerre kadar eser olmayan bir şekilde giden bu şahsiyetin Ömer (r.a.)'nın halifeliği döneminde şu örnek davranışını sizlerle kısaca paylaşmak istiyorum.
Abdullah bin Huzafe, Ömer (r.a.) devrinde Bizanslılarla yapılan bir savaşta birçok Müslümanla birlikte esir düştü. Bizanslılar, ellerine geçirdikleri esirlere önce Hıristiyanlık telkini yapıyorlardı, kabul ettiği takdirde serbest bırakılıyordu, aksi halde çeşitli işkencelerle öldürülüyorlardı.
Abdullah bin Huzafe'nin, Sahabenin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğrenen Kral, ona ayrı bir ehemmiyet verdi ve Hristiyanlığı kabul etmesi için devamlı telkinlerde bulunuyordu. Fakat Abdullah bin Huzafe bu tekliflerin hiçbirisine kulak asmıyor, kelime-i şehadeti söylemeye devam ediyordu. Kral henüz ümidini kesmemişti.
Resulullahın yakın arkadaşlarından birisinin Hıristiyanlığı kabul etmesi, günden güne yayılarak, Bizans'ı tehdit eden Müslümanlar arasında bir panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık alemi için büyük bir muvaffakiyet olacağı düşünülüyordu.
Onun için Kral, Abdullah'ın Hıristiyan olması halinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan arttırıyor, yeni yeni tekliflerde bulunuyordu. En sonunda şöyle bir teklifte bulundu:
- Hıristiyan olmayı kabul ettiğin takdirde, kızımı verir, seni saltanatıma ve mülküme ortak ederim.
İlk Müslümanlardan olup, Mekkeli müşriklerin daha önceki işkencelerine katlanmış olan Abdullah, izzetle haykırarak şu cevabı veriyor:
-Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dînimden dönmem!
Bunun üzerine Kral, Abdullah'a şunu söylüyor:
- Öyle ise öldürüleceksin.
- Buna gücünüz yetebilir. Ama imanımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!
Abdullah bin Huzafe'den beklediği neticeyi alamayan Bizanslılar, Abdullah'ı kaynatılmış bir kazan suyun yanına getiriyorlar ve Hristiyan olmayı reddetmiş olan başka bir Müslümanın kazana atılmasına şahid olmasını sağlıyorlar. Etrafta bulunanlar ve Abdullah (r.a.), bu fecî duruma gözleri ile şahid oluyorlar. Kaynar suya atılan Müslüman tekrar sudan çıkarıldığında kemiklerin üzerindeki tüm etlerinin sıyrıldığına şahid olurlar. Sonra kazanın yanına Abdullah (r.a.) getiriliyor.
Bu esnada Abdullah (r.a.) ağlamaya başlıyor. Kral Abdullah'ın korkusundan ağladığını zannederek, tekrar Hıristiyan olmasını teklif ediyor. Abdullah (r.a.) yine tekliflerini reddediyor. Bunun üzerine kral şaşkınlıkla şu soruyu soruyor:
- O halde niçin ağlıyorsun?
Abdullah (r.a.) verdiği cevap ise onun İslam dinine verdiği ehemmiyeti çok bariz bir şekilde ortaya koyuyor:
- Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar Allah yolunda ölmekten korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki; ben Rabbim için sadece bir kez ölebileceğim. Halbuki başımdaki saçlarımın adedince canımın bulunmasını ve her birinin Allah yolunda bu şekilde ölmeyi arzuladım, lakin bunun olamayacağını idrak ettiğim için ağladım.
Bunun üzerine Kral bundan da vazgeçiyor ve onu basit bir istek karşılığında serbest bırakıyor.
İşte bu üstün sahabenin göstermiş olduğu bu üstün davranış örneği, onun İslam davasına nasıl ehemmiyet verdiğini ve canı pahasına ondan vazgeçmediğini bizlere göstermiş oluyor.
Dava erinin en öncelikli özelliği tahkiki bir iman sahibi olması ve bunun doğal neticesi olarak emirleri ifa eden ve yasaklardan da kaçınmasıdır. Bu genel, lakin esas teşkil eden sıfatın getirmiş olduğu basiret ve kul olma isteği, onu dinde bir adım daha ileriye gitme ve resullerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin safında olma isteğini gerektirir. Nitekim Rabbimiz bununla alakalı şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği, resuller, sıddîklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır. " (Nisa: 69)
İşte bunun bir gereği olarak kişinin gönül verdiği ve kesinlikle Rabbimizin rızası için gerekli gördüğü her ne yapılması gerekiyorsa onu yapar. Lakin cevaplandırılması gereken davanın ne olduğu konusu ve onun sürekliliği ve yoğunluk dozajıdır.
Evet, şu durumda dava erinin kim olduğunu ve onun için davanın ne anlama geldiğini analiz edelim. Dava erinin kim olduğunu ve sözü ve ameli ile bunun pekiştirdiğini çok etraflıca analiz eden üstad Ahmed el Mahmud kardeşimizin İslam'a Davet adlı kitabından bir kaç alıntı yapmak suretiyle konuya açıklık getirmek istiyorum. Üstad Ahmed el Mahmud kitabının başında bu konuya şöyle açıklık getiriyor:
Davet; bir şeye meylettirme bir şeye olan rağbeti artırma işidir. Sizin herhangi birini İslâm'a davet etmeniz, onu İslâm'a eğilimli hale getirmeniz ve onun İslâm'a olan rağbetini artırmanız demektir. İslâm'a davetin söz ile sınırlandırılmaması da bundandır. Davet edilenlerin eğilim ve teşviki için davet sözlü yapıldığı gibi amel ile de yapılır. Demek oluyor ki "davet" hem davranışla hem de sözle yüklenilmelidir. Müslümanın davet ettiği şeyin canlı bir örneğini temsil etmesi, İslâm'ın gerçek sûretini apaçık bir şekilde beyan etmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Salih amelde bulunarak Allah'a davet eden ve ben müslümanım diyenden kim daha güzel sözlü olabilir?" (Fussilet: 33)
Diğer ayeti celîlede de;
"İşte bunun için (Allah'a) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Şura:15)
Bu ifadeler davetçinin davet ettiği şey ile amel etmesinin davetten bir parça olduğunu göstermektedir.
Allah'a davet etmek elbette ki vacibtir. Davetçiyi Rabbına yaklaştıran bir ibadettir. Dünyada ve Ahirette Allah'ın davetçiyi yücelttiği ve makamının da yüce olduğu bilinmesi gereken bir hakikattir.
Allah'a davet peygamberlerin görevlerindendir. Zira bu vecîbe sayesinde Rablerinin dinlerini hayata geçirmeye imkân bulmuşlardır. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ibadet etsinler ve tağuttan sakınsınlar diye biz her ümmete bir Rasul (elçi) gönderdik. (Nahl:36)
"Ey peygamber! Şüphesiz Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah'ın izniyle aydın bir yol (metod) ile Allah'a çağıran..." (Ahzap: 45, 46)
İşte bu ve benzeri ayetlerde de belirtildiği üzere Rasul (s.a.v.) İslâm'ı tebliğ etti ve ümmetine nasihatta bulundu. Onları bu dünyada İslâm'a davet etmekle onların üzerine şahit olduğu gibi onları ve Allah'ı da davetine şahit kıldı. (Ahmed el Mahmud/ İslam'a Davet)
Evet, yapılan bu açıklamalardan sonra şu tespitte bulunmamız mümkün. İslam'a davet her zaman ve her mekanda yapılması gerekli olan ve her Müslümanın boynunda bir sorumluluk olarak duran bir vecibedir. Lakin bu genel tanımın yanında birde vakamız gereği şuanki Müslümanların düşmüş oldukları gaflet ve zilletin sebebi olan Hilafet Devletinin mevcut olmamış olması bizleri, yani bu vakanın analizini iyi yapan samimi Müslümanları, davetin içeriğini ibadetler ve onunla ilintili olan fıkihi konular eksenli olmamasına sebeb olmaktadır. Bunun yanlış anlaşılmaması için şu açıklamayı yapmamız gerekiyor. Farzların önem sırası ve davet edilmesi gereken meselelerin öncelikliği. Farzı ayınlar ile Farzı kifayeler karşılaştırıldığında Farzı ayın öncelik kazanıyor. Lakin Farzı kifaye yerine getirilmediği taktirde, tüm Müslümanlar ondan sorumlu olduğu için Farzı ayın gibi değerlendirilir. Bu konuda bakınız Ahmed el Mahmud ne diyor:
Ne gariptir ki, kimileri İslâm Devletini kurma yönünde var gücüyle gayret sarf etmeksizin İslâm'ı uygulamaya çalışmaktadırlar.
İlginç ve garip diğer bir durum da, içerisinde yaşadığı sistemin kuralları çerçevesinde, Şer'i hükümlerin tatbiki için çalışmanın, şeriatın gerektirdiği gibi bir bütün olarak İslâm'ı ikame edecek olan İslâm Devleti'nin kurulması için yapılan çalışmayla aynı değerde görülmesidir.
İşte bütün bunlardan dolayı farzı kifayeler içinde en önemlisi, en gereklisi ve en öncelikli olanın Allah'ın hükümleriyle hükmedecek olan İslâm Devleti'nin ikame edilmesi olduğunu söyleyebiliyoruz. Şu anda Müslümanlardan bir kısmı bunu ikameye çalışmaktadır. Fakat bir kısım Müslümanın çalışması farzın ikamesine yetmemektedir. Zira şu ana kadar henüz İslâm Devleti kurulmamıştır. İşte bu bakımdan bu farzın ikamesi bir farzı ayın niteliğini kazanmıştır ki bununla ilgili uzun açıklama yukarıda geçmiştir. Öyleyse bütün Müslümanlar güçleri yettiği kadar İslâm Devleti'nin kurulmasına talib olmak zorundadırlar. (Ahmed El Mahmud / İslam'a Davet)
Evet, bu gerçeği bu şekilde anladıktan sonra davanın hayat merkezine nasıl oturması gerektiğini anlamaya çalışalım. Haftanın yedi gün, gününde 24 dört saatten ibaret olduğunu düşünecek olursak karşımıza şu istatistik kıstas çıkıyor. Normal şartlarda bir kişi en az haftanın beş gününü çalışmakla geçirmektedir. Yine ortalama günde 7 ila 12 saat çalışanlarda olabilir. Bazılarında ise bu, haftanın 7 gününe ve günde ortalama 15 saati bulduğu da bilinmektedir. Lakin biz haftada beş gün ve ortalama günde 7 saat çalışan bir kişiden yola çıkacak olursak, karşımıza şu vahim tablo çıkmaktadır. Haftanın bir veya iki gününde bir ila iki saat davaya vakit ayırmak acaba işin ehemmiyetini anlamamız açısından nedence isabetli? Yine mezkur açıklamalardan yola çıkarak, ele alacağımız şimdiki örnek, dava mefhumu ile ilişkilendirildiğinde, acaba gerçek dava mefhumu ile ne kadar uyumlu? Örneğin başarılı bir iş adamı olan bir dava erinin, altın tüccarlığı konusunda vermiş olduğu mücadele dava ile nedence alakalandırılabilir. Kendisinin işin erbabı olma açısından, eleman yetiştirmiş olması, yani ticaretin püf noktaları olan ve dikkat edilmesi gereken hususların ne olduğunu yeni elemanlara öğretmiş olması dava ile ilişkilendirilmesi mümkün olabilir mi? Yani şu söylenebilir mi; ‚ Ben bu elemanlara vermiş olduğum altı ay ile bir senelik emeğin neticesinde onlara davetin önemini ve ehemmiyetini anlatabilmem, niçin mümkün olmasın?'
Şu durumda bu başarılı altın tüccarının işinin dava ile ilişkilendirilmesi mümkün olmuş olmuyor mu?
Evet, buna verilecek cevap şu olmalı. Bir dava erinin, ticaret esnasında, zamanının büyük bir bölümünü birinci derecede dünyalıklarla alakalı olması, yani yalnız ticaretin konuşulması, İslam davası değildir. Bu daha ziyade maddi değer eksenli bir meşgaledir. Onun her fırsatı davayı taşımak adına bir imkan olarak kollamış olması, onun bilinçli ve dakik bir şekilde davayı bir fiil yerine getirmesi ile aynı kefeye konulması mümkün değil. Bu konu ile çok yakından alakası olan Rabbimizin şu kavlini sizlere hatırlatmak isterim:
"Onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar sâlihlerdendir." (Ali-İmran: 114)
İmam Kurtubi bu konuda "hayırda yarışanlar tembellik yapmaksızın hemen hayra başlayanlardır" diyerek meseleyi nasıl idrak etmemiz gerektiğini çok basit bir şekilde izah etmiştir. İslam davasının fedaileri sürekli yarış halindedirler. İbadetlerini geciktirmeden en faziletli zamanında yerine getirir ve her daim azimeti ruhsatlara tercih ederler. İslam'ı egemen kılmak için iyiliği emreder, cahiliye adetlerini yıkmak için kötülükten men ederler.
Evet, bu konuyu daha iyi hissedebilmemiz için üstün şahsiyetler olan ashaptan ve tabii ki tek örnek ve önderimiz olan Muhammed (s.a.v.)'den bir iki örnek vererek konumu nihayetlendirmek istiyorum.
Resulullah Mekke döneminin ilk yılları, panayır panayır, sokak sokak gezer ve nerede bir pazar kurulsa, Allah Resûlü muhakkak gider ve orada bulunanları Hak Dine davet ederdi. Bu uğurda sayısız hakaretlere maruz kalır, horlanır, başına taş-toprak atılır; O bunların hiçbirine takılmadan hedefine yürürdü. Melekler O'nun yüzüne bakmaya kıyamazken gel gör ki, Mekke müşrikleri, o yüze tükürüyorlardı. Güneş, hararetiyle O'nun tenini incitmesin diye bazen bulutu yüzüne bir peçe gibi çekmesine karşılık, o çehreye hakaretlerin en galizleri savruluyordu...
"En yakın akrabanı inzar et", mealindeki "وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ"[Şuârâ:214] âyeti nazil olunca O, hemen kendine yakın bütün oymak ve kabileleri topladı. Ve onlara hitaben şöyle dedi:
"Allah (cc) bana en yakınlarımı inzar etmemi emretti. Siz de benim en yakınlarımsınız. Fakat, siz, Lâ ilâhe İllâllah, demedikçe Allah katında, sizin için bir şey yapmam mümkün değildir. Ancak bu kelimeyi söylerseniz ahirette sizin için şahid olabilirim."
O, böyle dedi ama, orada bulunanlar sanki duvar kesilmiş ve Allah Resûlü'ne tek kelimeyle cevap vermemişlerdi. Sadece öz amcası Ebu Leheb konuşmuş -konuşmaz olsaydı:
"Yazık sana, bizi bunun için mi çağırdın?" demiş ve bu söz üzerine de herkes dağılıp gitmişti. [Buhâri, Tefsir (111), 1; Müslim, İman, 355]
Hz. Hatice'nin bütün serveti, Mekke ulularına verilen ziyafetlerle eriyip gitmişti. Allah Resûlü, onları davet ediyor, yediriyor, içiriyor ve bu arada "acaba birkaç kelime bir şey anlatabilir miyim" diye durmadan didiniyordu. Ama nedense, bir türlü olmuyordu. Böyle meclislerden birini Hz. Ali (ra) bize şöyle anlatır:
"Yine Allah Resûlü Mekke büyüklerini evine davet etmişti. Yemekler yendi. Bir ara Allah Resûlü, konuşmaya başladı. Kendisinin hak peygamber olduğunu ve en yakınları olarak onların kendisine yardımcı olmaları gerektiğini anlattı. Sözünün sonunda da: "Bu mevzuda içinizde bana yardımcı olacak yok mu?" dedi. Ben o gün, henüz yedi yaşlarında, soluk yüzlü, sıska bünyeli bir çocuktum. Elimde testi su dağıtıyordum. Allah Resûlü'nün sözlerine kimse karşılık vermeyince dayanamadım. Testiyi bırakarak ‘Ben varım, Ya Resûlallah!' dedim. Allah Resûlü, bu teklifini üç defa tekrar etti. Her defasında da benden başka cevap veren olmadı." [Müsned, 1/159; Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8/302-303]
Ve işte böyle yıllar ve yıllar Allah Resûlü, yılma ve usanma nedir bilmeden tebliğine devam etti. Yakınları da O'na hiç mi hiç kulak vermediler; O da, daha uzaklardan kendisini dinleyecek kimseler aramaya koyuldu. Ancak oralarda da samimi insanların sayısı oldukça azdı. Taif'te taşlandı, alaya alındı. [İbn Hişam, Sire, 2/60 vd.] Panayırlarda girdiği çadırların çoğundan kovuldu. [İbn Hişam, Sire, 2/63 vd.] Bu yoğun dava mücadelesi Medine'den Mekke'ye tavaf yapmak için gelen altı kişinin İslam'ı kabul etmesi ve onların Musab bin Umeyr ile Medine'de vermiş oldukları üstün dava örneği sonrasında, netice vermiştir.
Mus'ab, Mekke'nin en zengin ailesinin biricik çocuğuydu. İslâm'a girdiğinde on yedi yaşlarındaydı. O, sokaklardan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür ve ona mendil sallarlardı. O, yemesine giymesine itina gösteren biriydi. [Halid Muhammed Halid, Ricalûn Havle'r-Resûl, s.42] Ancak İslâm'a girdikten sonra, ailesinden yüz bulamadı. Medine'ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başka eşyası da yoktu. Ondan sonra da hep böyle yaşadı. Hatta Uhud'da şehid düştüğü zaman bütün uzuvlarını Allah için vermiş.. Evet, o gün kütükte doğranır gibi doğranmış, sonra da üzerine örtmek için bir kefen bezi dahi bulunamamıştı. [Buhârî, Cenâiz, 28]
İşte Allah Resûlü'nün tilmizi bu şanlı sahabi, Medine'ye varır varmaz hemen irşad ve tebliğe başladı. Medine'de çalmadığı kapı yok gibiydi. O kadar hasbî, samimi ve ihlaslı bir ruha sahipti ki, onun sohbetini dinleyenler, en kısa zamanda küfürden uzaklaşıp İslâm halkasına dahil oluyordu. Onun gelişi, Medine'de bir dalgalanma meydana getirdi. O, âdeta karanlık gönülleri aydınlatan bir nur menbaıydı. Es'ad b. Zürâre (r.a) kendisine ev sahipliği yapıyordu. Es'ad b. Zürare henüz cuma namazı farz olmamasına ve daha Allah Resûlü de Medine'yi şereflendirmemesine rağmen, bu zat, inanan insanları bir araya toplamış ve onlara Cuma namazı kıldırmıştı. [İbn Hişam, Sîre, 2/77]
Medine'de hatırı sayılır kim varsa, onun evine gelip, Mus'ab'ı dinliyordu. Gelenler, hışımla geliyordu ama, dönüşleri, pek de geldikleri gibi olmuyordu. Sa'd b. Muaz da bu gelip dönenlerdendi. O da birgün öfkeyle gelmiş ve Medine'de kimsenin fitne çıkarmasına meydan vermeyeceğini söylemişti.. Zira ona, Mus'ab'ın gelişi bir fitne olarak anlatılmıştı. O da, bu fitneyi bertaraf etmeyi kendine vazife edinmişti. Eve girdi. Mus'ab, yine yanındakilere, o kadife gibi mülâyim sesiyle bir şeyler anlatıyordu. Sa'd, önce çok haşin davrandı. Ancak Mus'ab, ona şu teminatı verdi: "Evvela gel otur ve dinle. Anlattığım şeyler hoşuna gitmezse, hiç tereddüt etme ve elindeki kılıcı boynuma indir. Yemin ederim ki, sana karşı koyacak değilim." Bu sözler Sa'd b. Muaz'ı eritmeye yetti. Biraz sonra kendisini meleklerin teşyi edeceği makamlara yükseltecek kapının eşiğinden içeri girdi ve kelime-i tevhidi gönlünün derinliklerinden gelen bir edayla haykırdı. Evet, Sa'd b. Muaz, Mus'ab b. Umeyr'in önünde diz çökmüş ve Müslüman olmuştu. [İbn Hişam, Sîre, 2/77] O günün Medine'sinde, Ömer'in Mekke'de Müslümanlığı kabulüne benzer bir coşku meydana getirmişti Sa'd b. Muâz'ın Müslümanlığı. Yankısı en kısa zamanda civar kabile ve aşiretlerde de makes bulan büyük bir hâdise oldu.
İşte dava dendiğinde Resulullah'a ve onun güzide sahabesine bir göz atmak kesinlikle yeterli olmaktadır. Onlar hayatlarının merkezlerine sadece lafta değil bilfiil, İslam davasını yerleştirmişlerdir. Onlar mallarını ve zamanlarının büyük bir kısmını İslam dininin egemen olması için ayırmışlardır. Onlar Rabbimize verdikleri sözleri harfiyen yerine getirmişlerdir. Şimdi sıra ise İslam dininin tekrar hayata egemen olması için lafda değil birfiil hayata geçirmek sureti ile davasını hayatının merkezine yerleştirmek, bizlere düşmektedir. Rabbim gerçek anlamda dava eri olan Müslümanların yar ve yardımcıları olsun (Amin). Rabbim bizlerin tez zamanda ikinci Raşidi Hilafet Devleti'nin ilanı konusunda hayırda yarışanlar olmamızı nasibi müesser eylesin (Amin).
Kardeşiniz; Mehmet Aydın
Davanın ehemmiyetini ancak, İslam'ı özümsemiş, hayata bakışını yalnız Allah'a kul olmak olarak idrak eden, bir Müslüman anlayabilir. Dolayısıyla dava eri olabilmek için yalnız Müslüman olmanın ötesinde, üstün şahsiyet ve örnek bir birey olmak gerekiyor. Yani İslam'ı kabul etmiş bir Müslüman doğal olarak dava eri olmuş olmuyor. Bu konunun daha iyi idrak edilebilmesi için, örnek olarak şahsiyet mefhumu ele alınabilir. Nasıl ki İslam inancını kabul etmiş her birey İslami şahsiyet sahibi olmuş olmuyorsa, aynı şekilde her inançlı Müslüman doğal olarak bir dava eri olamıyor. Bu tabii ki şu şekilde yorumlanmaması gerekiyor. İslam inancı gereği olarak tüm Müslümanlar hem İslam şahsiyetine hem de dava eri olma özelliğini üzerinde barındırmaları vaciptir. Şu durumda doğal olarak, davanın bir dava eri için ne anlama geldiğini ve ona verilmesi gereken ehemmiyetin boyutunu ele almamız gerekiyor. Bir Müslümanın ne zaman dava eri olduğu söylenebilir? Dava erinin davaya bakışı nasıl olmalı veya dava onun için ne anlama gelmeli? Davanın kendisine mi yoksa dünyaya mı ehemmiyet verdiğini nasıl ayırt etmesi mümkün? İşte tüm bu soruların ve onunla alakalı konuların netlik kazanması gerekiyor. Aksi taktirde dava adamı olarak ortalıkta gezinen bir kişinin İslam davasını mı yoksa sistemin davasını mı güttüğünü anlaması çok zor olsa gerek. Yine haftanın 90%'nını dünya metaı için mücadele eden onda bir dava erinin, davanın ehemmiyetini anladığı kesinlikle söylenemez.
Kişilerin ehemmiyet verdikleri meseleler, yanlışlığı açısından şüphe duymadıkları ve ifası konusunda geri adım atmaya kesinlikle yanaşmadıkları, meselelerdir. Ehemmiyet verilen, yani önemsenen bir işin netice vermesi kesinlik ifade etmese de, kişinin gönül rahatlığı ile yapmaktan geri durmadığı bir iştir. Örnek olarak güncel bir dünyevi meşgale olan ticaret verilebilir. Düşünün kişi sabah sekizde açılması gereken bir dükkanı, öğlen bir veya ikide açıyorsa ve yine akşam sekizde kapatılması gereken bir dükkanı altıda kapatıyorsa burada ciddiyetin ve işe verilen ehemmiyetin olduğu söylenmesi mümkün değil. Bunu ibadetler içinde söylememiz mümkün. Kişinin sözde ehemmiyet verdiği beş vakit namaza, vakit buldukça beş vakit kılıyorum demesi, onun bu konuya ehemmiyet vermediğinin çok açık bir işaretidir. Şu durumda beş vakit namazda, beş vakit kılındığı da taktirde ehemmiyet verildiği söyleniyorsa, bu kıstas dava için nasıl belirlenmesi gerekiyor sorusu ile karşı karşıya kalmamız mümkün.
Evet, dava erinin kim olduğuna ve onun dava mefhumunu nasıl özümsemesi ve idrak etmesi gerektiğini etraflıca anlatmadan önce, ehemmiyet kavramının İslam'a ehemmiyet verme bağlamında, kişide nasıl hayat bulması gerektiğini çok güzel bir şekilde bizlere gösteren üstün sahabe Abdullah bin Huzafe'den bahsetmek istiyorum.
Bu sahabe Resulullah'ın elçisi olarak, o dönemin kral ve yöneticilerine göndermiş olduğu elçilerden biridir. Kendisi pers imparatorluğun kralı olan Kisra'ya bir mektup göndermek üzere görevlendirilmişti. O zamanın en cani yöneticilerinden olan bir kişinin yanına korkudan zerre kadar eser olmayan bir şekilde giden bu şahsiyetin Ömer (r.a.)'nın halifeliği döneminde şu örnek davranışını sizlerle kısaca paylaşmak istiyorum.
Abdullah bin Huzafe, Ömer (r.a.) devrinde Bizanslılarla yapılan bir savaşta birçok Müslümanla birlikte esir düştü. Bizanslılar, ellerine geçirdikleri esirlere önce Hıristiyanlık telkini yapıyorlardı, kabul ettiği takdirde serbest bırakılıyordu, aksi halde çeşitli işkencelerle öldürülüyorlardı.
Abdullah bin Huzafe'nin, Sahabenin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğrenen Kral, ona ayrı bir ehemmiyet verdi ve Hristiyanlığı kabul etmesi için devamlı telkinlerde bulunuyordu. Fakat Abdullah bin Huzafe bu tekliflerin hiçbirisine kulak asmıyor, kelime-i şehadeti söylemeye devam ediyordu. Kral henüz ümidini kesmemişti.
Resulullahın yakın arkadaşlarından birisinin Hıristiyanlığı kabul etmesi, günden güne yayılarak, Bizans'ı tehdit eden Müslümanlar arasında bir panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık alemi için büyük bir muvaffakiyet olacağı düşünülüyordu.
Onun için Kral, Abdullah'ın Hıristiyan olması halinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan arttırıyor, yeni yeni tekliflerde bulunuyordu. En sonunda şöyle bir teklifte bulundu:
- Hıristiyan olmayı kabul ettiğin takdirde, kızımı verir, seni saltanatıma ve mülküme ortak ederim.
İlk Müslümanlardan olup, Mekkeli müşriklerin daha önceki işkencelerine katlanmış olan Abdullah, izzetle haykırarak şu cevabı veriyor:
-Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dînimden dönmem!
Bunun üzerine Kral, Abdullah'a şunu söylüyor:
- Öyle ise öldürüleceksin.
- Buna gücünüz yetebilir. Ama imanımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!
Abdullah bin Huzafe'den beklediği neticeyi alamayan Bizanslılar, Abdullah'ı kaynatılmış bir kazan suyun yanına getiriyorlar ve Hristiyan olmayı reddetmiş olan başka bir Müslümanın kazana atılmasına şahid olmasını sağlıyorlar. Etrafta bulunanlar ve Abdullah (r.a.), bu fecî duruma gözleri ile şahid oluyorlar. Kaynar suya atılan Müslüman tekrar sudan çıkarıldığında kemiklerin üzerindeki tüm etlerinin sıyrıldığına şahid olurlar. Sonra kazanın yanına Abdullah (r.a.) getiriliyor.
Bu esnada Abdullah (r.a.) ağlamaya başlıyor. Kral Abdullah'ın korkusundan ağladığını zannederek, tekrar Hıristiyan olmasını teklif ediyor. Abdullah (r.a.) yine tekliflerini reddediyor. Bunun üzerine kral şaşkınlıkla şu soruyu soruyor:
- O halde niçin ağlıyorsun?
Abdullah (r.a.) verdiği cevap ise onun İslam dinine verdiği ehemmiyeti çok bariz bir şekilde ortaya koyuyor:
- Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar Allah yolunda ölmekten korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki; ben Rabbim için sadece bir kez ölebileceğim. Halbuki başımdaki saçlarımın adedince canımın bulunmasını ve her birinin Allah yolunda bu şekilde ölmeyi arzuladım, lakin bunun olamayacağını idrak ettiğim için ağladım.
Bunun üzerine Kral bundan da vazgeçiyor ve onu basit bir istek karşılığında serbest bırakıyor.
İşte bu üstün sahabenin göstermiş olduğu bu üstün davranış örneği, onun İslam davasına nasıl ehemmiyet verdiğini ve canı pahasına ondan vazgeçmediğini bizlere göstermiş oluyor.
Dava erinin en öncelikli özelliği tahkiki bir iman sahibi olması ve bunun doğal neticesi olarak emirleri ifa eden ve yasaklardan da kaçınmasıdır. Bu genel, lakin esas teşkil eden sıfatın getirmiş olduğu basiret ve kul olma isteği, onu dinde bir adım daha ileriye gitme ve resullerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin safında olma isteğini gerektirir. Nitekim Rabbimiz bununla alakalı şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği, resuller, sıddîklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır. " (Nisa: 69)
İşte bunun bir gereği olarak kişinin gönül verdiği ve kesinlikle Rabbimizin rızası için gerekli gördüğü her ne yapılması gerekiyorsa onu yapar. Lakin cevaplandırılması gereken davanın ne olduğu konusu ve onun sürekliliği ve yoğunluk dozajıdır.
Evet, şu durumda dava erinin kim olduğunu ve onun için davanın ne anlama geldiğini analiz edelim. Dava erinin kim olduğunu ve sözü ve ameli ile bunun pekiştirdiğini çok etraflıca analiz eden üstad Ahmed el Mahmud kardeşimizin İslam'a Davet adlı kitabından bir kaç alıntı yapmak suretiyle konuya açıklık getirmek istiyorum. Üstad Ahmed el Mahmud kitabının başında bu konuya şöyle açıklık getiriyor:
Davet; bir şeye meylettirme bir şeye olan rağbeti artırma işidir. Sizin herhangi birini İslâm'a davet etmeniz, onu İslâm'a eğilimli hale getirmeniz ve onun İslâm'a olan rağbetini artırmanız demektir. İslâm'a davetin söz ile sınırlandırılmaması da bundandır. Davet edilenlerin eğilim ve teşviki için davet sözlü yapıldığı gibi amel ile de yapılır. Demek oluyor ki "davet" hem davranışla hem de sözle yüklenilmelidir. Müslümanın davet ettiği şeyin canlı bir örneğini temsil etmesi, İslâm'ın gerçek sûretini apaçık bir şekilde beyan etmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Salih amelde bulunarak Allah'a davet eden ve ben müslümanım diyenden kim daha güzel sözlü olabilir?" (Fussilet: 33)
Diğer ayeti celîlede de;
"İşte bunun için (Allah'a) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Şura:15)
Bu ifadeler davetçinin davet ettiği şey ile amel etmesinin davetten bir parça olduğunu göstermektedir.
Allah'a davet etmek elbette ki vacibtir. Davetçiyi Rabbına yaklaştıran bir ibadettir. Dünyada ve Ahirette Allah'ın davetçiyi yücelttiği ve makamının da yüce olduğu bilinmesi gereken bir hakikattir.
Allah'a davet peygamberlerin görevlerindendir. Zira bu vecîbe sayesinde Rablerinin dinlerini hayata geçirmeye imkân bulmuşlardır. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ibadet etsinler ve tağuttan sakınsınlar diye biz her ümmete bir Rasul (elçi) gönderdik. (Nahl:36)
"Ey peygamber! Şüphesiz Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah'ın izniyle aydın bir yol (metod) ile Allah'a çağıran..." (Ahzap: 45, 46)
İşte bu ve benzeri ayetlerde de belirtildiği üzere Rasul (s.a.v.) İslâm'ı tebliğ etti ve ümmetine nasihatta bulundu. Onları bu dünyada İslâm'a davet etmekle onların üzerine şahit olduğu gibi onları ve Allah'ı da davetine şahit kıldı. (Ahmed el Mahmud/ İslam'a Davet)
Evet, yapılan bu açıklamalardan sonra şu tespitte bulunmamız mümkün. İslam'a davet her zaman ve her mekanda yapılması gerekli olan ve her Müslümanın boynunda bir sorumluluk olarak duran bir vecibedir. Lakin bu genel tanımın yanında birde vakamız gereği şuanki Müslümanların düşmüş oldukları gaflet ve zilletin sebebi olan Hilafet Devletinin mevcut olmamış olması bizleri, yani bu vakanın analizini iyi yapan samimi Müslümanları, davetin içeriğini ibadetler ve onunla ilintili olan fıkihi konular eksenli olmamasına sebeb olmaktadır. Bunun yanlış anlaşılmaması için şu açıklamayı yapmamız gerekiyor. Farzların önem sırası ve davet edilmesi gereken meselelerin öncelikliği. Farzı ayınlar ile Farzı kifayeler karşılaştırıldığında Farzı ayın öncelik kazanıyor. Lakin Farzı kifaye yerine getirilmediği taktirde, tüm Müslümanlar ondan sorumlu olduğu için Farzı ayın gibi değerlendirilir. Bu konuda bakınız Ahmed el Mahmud ne diyor:
Ne gariptir ki, kimileri İslâm Devletini kurma yönünde var gücüyle gayret sarf etmeksizin İslâm'ı uygulamaya çalışmaktadırlar.
İlginç ve garip diğer bir durum da, içerisinde yaşadığı sistemin kuralları çerçevesinde, Şer'i hükümlerin tatbiki için çalışmanın, şeriatın gerektirdiği gibi bir bütün olarak İslâm'ı ikame edecek olan İslâm Devleti'nin kurulması için yapılan çalışmayla aynı değerde görülmesidir.
İşte bütün bunlardan dolayı farzı kifayeler içinde en önemlisi, en gereklisi ve en öncelikli olanın Allah'ın hükümleriyle hükmedecek olan İslâm Devleti'nin ikame edilmesi olduğunu söyleyebiliyoruz. Şu anda Müslümanlardan bir kısmı bunu ikameye çalışmaktadır. Fakat bir kısım Müslümanın çalışması farzın ikamesine yetmemektedir. Zira şu ana kadar henüz İslâm Devleti kurulmamıştır. İşte bu bakımdan bu farzın ikamesi bir farzı ayın niteliğini kazanmıştır ki bununla ilgili uzun açıklama yukarıda geçmiştir. Öyleyse bütün Müslümanlar güçleri yettiği kadar İslâm Devleti'nin kurulmasına talib olmak zorundadırlar. (Ahmed El Mahmud / İslam'a Davet)
Evet, bu gerçeği bu şekilde anladıktan sonra davanın hayat merkezine nasıl oturması gerektiğini anlamaya çalışalım. Haftanın yedi gün, gününde 24 dört saatten ibaret olduğunu düşünecek olursak karşımıza şu istatistik kıstas çıkıyor. Normal şartlarda bir kişi en az haftanın beş gününü çalışmakla geçirmektedir. Yine ortalama günde 7 ila 12 saat çalışanlarda olabilir. Bazılarında ise bu, haftanın 7 gününe ve günde ortalama 15 saati bulduğu da bilinmektedir. Lakin biz haftada beş gün ve ortalama günde 7 saat çalışan bir kişiden yola çıkacak olursak, karşımıza şu vahim tablo çıkmaktadır. Haftanın bir veya iki gününde bir ila iki saat davaya vakit ayırmak acaba işin ehemmiyetini anlamamız açısından nedence isabetli? Yine mezkur açıklamalardan yola çıkarak, ele alacağımız şimdiki örnek, dava mefhumu ile ilişkilendirildiğinde, acaba gerçek dava mefhumu ile ne kadar uyumlu? Örneğin başarılı bir iş adamı olan bir dava erinin, altın tüccarlığı konusunda vermiş olduğu mücadele dava ile nedence alakalandırılabilir. Kendisinin işin erbabı olma açısından, eleman yetiştirmiş olması, yani ticaretin püf noktaları olan ve dikkat edilmesi gereken hususların ne olduğunu yeni elemanlara öğretmiş olması dava ile ilişkilendirilmesi mümkün olabilir mi? Yani şu söylenebilir mi; ‚ Ben bu elemanlara vermiş olduğum altı ay ile bir senelik emeğin neticesinde onlara davetin önemini ve ehemmiyetini anlatabilmem, niçin mümkün olmasın?'
Şu durumda bu başarılı altın tüccarının işinin dava ile ilişkilendirilmesi mümkün olmuş olmuyor mu?
Evet, buna verilecek cevap şu olmalı. Bir dava erinin, ticaret esnasında, zamanının büyük bir bölümünü birinci derecede dünyalıklarla alakalı olması, yani yalnız ticaretin konuşulması, İslam davası değildir. Bu daha ziyade maddi değer eksenli bir meşgaledir. Onun her fırsatı davayı taşımak adına bir imkan olarak kollamış olması, onun bilinçli ve dakik bir şekilde davayı bir fiil yerine getirmesi ile aynı kefeye konulması mümkün değil. Bu konu ile çok yakından alakası olan Rabbimizin şu kavlini sizlere hatırlatmak isterim:
"Onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar sâlihlerdendir." (Ali-İmran: 114)
İmam Kurtubi bu konuda "hayırda yarışanlar tembellik yapmaksızın hemen hayra başlayanlardır" diyerek meseleyi nasıl idrak etmemiz gerektiğini çok basit bir şekilde izah etmiştir. İslam davasının fedaileri sürekli yarış halindedirler. İbadetlerini geciktirmeden en faziletli zamanında yerine getirir ve her daim azimeti ruhsatlara tercih ederler. İslam'ı egemen kılmak için iyiliği emreder, cahiliye adetlerini yıkmak için kötülükten men ederler.
Evet, bu konuyu daha iyi hissedebilmemiz için üstün şahsiyetler olan ashaptan ve tabii ki tek örnek ve önderimiz olan Muhammed (s.a.v.)'den bir iki örnek vererek konumu nihayetlendirmek istiyorum.
Resulullah Mekke döneminin ilk yılları, panayır panayır, sokak sokak gezer ve nerede bir pazar kurulsa, Allah Resûlü muhakkak gider ve orada bulunanları Hak Dine davet ederdi. Bu uğurda sayısız hakaretlere maruz kalır, horlanır, başına taş-toprak atılır; O bunların hiçbirine takılmadan hedefine yürürdü. Melekler O'nun yüzüne bakmaya kıyamazken gel gör ki, Mekke müşrikleri, o yüze tükürüyorlardı. Güneş, hararetiyle O'nun tenini incitmesin diye bazen bulutu yüzüne bir peçe gibi çekmesine karşılık, o çehreye hakaretlerin en galizleri savruluyordu...
"En yakın akrabanı inzar et", mealindeki "وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ"[Şuârâ:214] âyeti nazil olunca O, hemen kendine yakın bütün oymak ve kabileleri topladı. Ve onlara hitaben şöyle dedi:
"Allah (cc) bana en yakınlarımı inzar etmemi emretti. Siz de benim en yakınlarımsınız. Fakat, siz, Lâ ilâhe İllâllah, demedikçe Allah katında, sizin için bir şey yapmam mümkün değildir. Ancak bu kelimeyi söylerseniz ahirette sizin için şahid olabilirim."
O, böyle dedi ama, orada bulunanlar sanki duvar kesilmiş ve Allah Resûlü'ne tek kelimeyle cevap vermemişlerdi. Sadece öz amcası Ebu Leheb konuşmuş -konuşmaz olsaydı:
"Yazık sana, bizi bunun için mi çağırdın?" demiş ve bu söz üzerine de herkes dağılıp gitmişti. [Buhâri, Tefsir (111), 1; Müslim, İman, 355]
Hz. Hatice'nin bütün serveti, Mekke ulularına verilen ziyafetlerle eriyip gitmişti. Allah Resûlü, onları davet ediyor, yediriyor, içiriyor ve bu arada "acaba birkaç kelime bir şey anlatabilir miyim" diye durmadan didiniyordu. Ama nedense, bir türlü olmuyordu. Böyle meclislerden birini Hz. Ali (ra) bize şöyle anlatır:
"Yine Allah Resûlü Mekke büyüklerini evine davet etmişti. Yemekler yendi. Bir ara Allah Resûlü, konuşmaya başladı. Kendisinin hak peygamber olduğunu ve en yakınları olarak onların kendisine yardımcı olmaları gerektiğini anlattı. Sözünün sonunda da: "Bu mevzuda içinizde bana yardımcı olacak yok mu?" dedi. Ben o gün, henüz yedi yaşlarında, soluk yüzlü, sıska bünyeli bir çocuktum. Elimde testi su dağıtıyordum. Allah Resûlü'nün sözlerine kimse karşılık vermeyince dayanamadım. Testiyi bırakarak ‘Ben varım, Ya Resûlallah!' dedim. Allah Resûlü, bu teklifini üç defa tekrar etti. Her defasında da benden başka cevap veren olmadı." [Müsned, 1/159; Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8/302-303]
Ve işte böyle yıllar ve yıllar Allah Resûlü, yılma ve usanma nedir bilmeden tebliğine devam etti. Yakınları da O'na hiç mi hiç kulak vermediler; O da, daha uzaklardan kendisini dinleyecek kimseler aramaya koyuldu. Ancak oralarda da samimi insanların sayısı oldukça azdı. Taif'te taşlandı, alaya alındı. [İbn Hişam, Sire, 2/60 vd.] Panayırlarda girdiği çadırların çoğundan kovuldu. [İbn Hişam, Sire, 2/63 vd.] Bu yoğun dava mücadelesi Medine'den Mekke'ye tavaf yapmak için gelen altı kişinin İslam'ı kabul etmesi ve onların Musab bin Umeyr ile Medine'de vermiş oldukları üstün dava örneği sonrasında, netice vermiştir.
Mus'ab, Mekke'nin en zengin ailesinin biricik çocuğuydu. İslâm'a girdiğinde on yedi yaşlarındaydı. O, sokaklardan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür ve ona mendil sallarlardı. O, yemesine giymesine itina gösteren biriydi. [Halid Muhammed Halid, Ricalûn Havle'r-Resûl, s.42] Ancak İslâm'a girdikten sonra, ailesinden yüz bulamadı. Medine'ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başka eşyası da yoktu. Ondan sonra da hep böyle yaşadı. Hatta Uhud'da şehid düştüğü zaman bütün uzuvlarını Allah için vermiş.. Evet, o gün kütükte doğranır gibi doğranmış, sonra da üzerine örtmek için bir kefen bezi dahi bulunamamıştı. [Buhârî, Cenâiz, 28]
İşte Allah Resûlü'nün tilmizi bu şanlı sahabi, Medine'ye varır varmaz hemen irşad ve tebliğe başladı. Medine'de çalmadığı kapı yok gibiydi. O kadar hasbî, samimi ve ihlaslı bir ruha sahipti ki, onun sohbetini dinleyenler, en kısa zamanda küfürden uzaklaşıp İslâm halkasına dahil oluyordu. Onun gelişi, Medine'de bir dalgalanma meydana getirdi. O, âdeta karanlık gönülleri aydınlatan bir nur menbaıydı. Es'ad b. Zürâre (r.a) kendisine ev sahipliği yapıyordu. Es'ad b. Zürare henüz cuma namazı farz olmamasına ve daha Allah Resûlü de Medine'yi şereflendirmemesine rağmen, bu zat, inanan insanları bir araya toplamış ve onlara Cuma namazı kıldırmıştı. [İbn Hişam, Sîre, 2/77]
Medine'de hatırı sayılır kim varsa, onun evine gelip, Mus'ab'ı dinliyordu. Gelenler, hışımla geliyordu ama, dönüşleri, pek de geldikleri gibi olmuyordu. Sa'd b. Muaz da bu gelip dönenlerdendi. O da birgün öfkeyle gelmiş ve Medine'de kimsenin fitne çıkarmasına meydan vermeyeceğini söylemişti.. Zira ona, Mus'ab'ın gelişi bir fitne olarak anlatılmıştı. O da, bu fitneyi bertaraf etmeyi kendine vazife edinmişti. Eve girdi. Mus'ab, yine yanındakilere, o kadife gibi mülâyim sesiyle bir şeyler anlatıyordu. Sa'd, önce çok haşin davrandı. Ancak Mus'ab, ona şu teminatı verdi: "Evvela gel otur ve dinle. Anlattığım şeyler hoşuna gitmezse, hiç tereddüt etme ve elindeki kılıcı boynuma indir. Yemin ederim ki, sana karşı koyacak değilim." Bu sözler Sa'd b. Muaz'ı eritmeye yetti. Biraz sonra kendisini meleklerin teşyi edeceği makamlara yükseltecek kapının eşiğinden içeri girdi ve kelime-i tevhidi gönlünün derinliklerinden gelen bir edayla haykırdı. Evet, Sa'd b. Muaz, Mus'ab b. Umeyr'in önünde diz çökmüş ve Müslüman olmuştu. [İbn Hişam, Sîre, 2/77] O günün Medine'sinde, Ömer'in Mekke'de Müslümanlığı kabulüne benzer bir coşku meydana getirmişti Sa'd b. Muâz'ın Müslümanlığı. Yankısı en kısa zamanda civar kabile ve aşiretlerde de makes bulan büyük bir hâdise oldu.
İşte dava dendiğinde Resulullah'a ve onun güzide sahabesine bir göz atmak kesinlikle yeterli olmaktadır. Onlar hayatlarının merkezlerine sadece lafta değil bilfiil, İslam davasını yerleştirmişlerdir. Onlar mallarını ve zamanlarının büyük bir kısmını İslam dininin egemen olması için ayırmışlardır. Onlar Rabbimize verdikleri sözleri harfiyen yerine getirmişlerdir. Şimdi sıra ise İslam dininin tekrar hayata egemen olması için lafda değil birfiil hayata geçirmek sureti ile davasını hayatının merkezine yerleştirmek, bizlere düşmektedir. Rabbim gerçek anlamda dava eri olan Müslümanların yar ve yardımcıları olsun (Amin). Rabbim bizlerin tez zamanda ikinci Raşidi Hilafet Devleti'nin ilanı konusunda hayırda yarışanlar olmamızı nasibi müesser eylesin (Amin).
Kardeşiniz; Mehmet Aydın