Muhtazaf
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 30 Mar 2008
- Mesajlar
- 9,591
- Tepki puanı
- 957
- Puanları
- 113
- Yaş
- 66
- Web Sitesi
- www.aydin-aydin.com
Dağlarda kar sesi var
Güzel bir İstanbul gününde, daha güzelini yaşamak umuduyla yola çıkıyoruz. Amacımız, mevsimin ilk karını karşılamak için Kapıorman Dağları'na gitmek; gitmişken de kış bilgimizi ve görgümüzü arttırmak.Yaşadığımız şehirde ve diğer büyük şehirlerde, kar, yetişkinlerin tek ortak düşmanı gibi. Onun adı anılınca, milli davalarda bile hemfikir olamayanlar, hemen ittifak kurabiliyor. Gerçekten de ilginç. Oysa karın, herkesi çocukluğuna götürüyor olması lazım. Bundan daha kıymetli ne olabilir? Çocukluğuna gitmeyi kim istemez?
Kendinizi bir kar tanesinin yerine koyun. Bir şehre yaklaşıyorsunuz. Diyelim ki İstanbul'a. Tuz dolu yüzlerce kamyon sizi bekliyor. Homurdanan insanlar, fazla mesaiye bırakılmış belediye işçileri, greyderler vs.
Siz olsanız gelir misiniz? O geliyor.
Kar yağışını pencereden seyretmek yerine kaynağına gitmek, sadece niyetle olacak bir iş değil. İmkân da gerekiyor. Ne mutlu bana: İmkânım yok, imkânı olan dostlarım var.
Su gibi bir yolculuktan ve keyifli bir moladan sonra, işte, Kılavuzlar Yaylası'ndayız. Rakım bin dört yüz. Buraya, Geyve üzerinden geldik.
Kar, temiz kalp gibi, her yeri bembeyaz yapmış. Sanki tabiat, sürekli aynı dizeyi mırıldanıyor: 'İçimin dört duvarı bembeyaz badanalı.' (Ziya Osman Saba)
Araçtan indikten sonra, şöyle bir manzaranın ortasında kalıyoruz: Sağımız açıklık, solumuz orman. Beyaz.
Karın yerden yüksekliği kırk santim kadar. Dikkat ederseniz, 'kar kalınlığı' demiyorum. Bu kadar ince ve zarif bir şey, nasıl 'kalın' olabilir?
O ilk soğuk, bir ürperti olarak bizleri yokluyor. Gündüz olmasına rağmen, termometre eksi altı dereceyi gösteriyor.
Bilerek ve isteyerek üşüyeceğiz.
Soğuğun ayaktan gireni makbulmüş. Büyükler böyle derdi.
Ayaklarım üşümeye başlayınca, çantamdaki yedek çorapları hatırlayıp ısınmaya çalışıyorum.
Planımız şu: Güzel bir niyet olarak ormanın içinden geçecek ve uygun bir alanda kamp kuracağız. Kamp dediğime bakmayın, hiçbir zaman çadırımız bile olmadı.
Ve beyaz yürüyüş başlıyor.
Birbirimize küsmüş gibiyiz. Demek ki, sözden daha kıymetli bir yere geldik.
Manzara, Ahmet Muhip Dıranas'ın 'Beyaz dokusunda bu saf rüyanın' dizesini şerh ediyor. Anahtar kelimeler: Beyaz, saf ve rüya…
'Ormanın uğultusuyla birlikte' yürüyüşümüzü sürdürüyoruz.
Böyle havalarda, hep ateş yakabilecek bir yerde olmayı arzu ederim. Ormanda, şurada, burada. Yüce Allah, Vakıa suresinin yetmiş birinci ayetinde, 'Hiç tutuşturduğunuz ateşi düşündünüz mü' diye sorar. Ben düşündüm. Ve devam eder: 'Biz bu ateşi, gözleri görenlere bir ibret (…) kıldık.'
Güzel fakat yorucu bir yürüyüşten sonra, nihayet bir açıklık buluyoruz. Artık ateş serbest!
Küçük bir uğraş sonucu dost canlısı bir ateş ortaya çıkıyor. Uzun zamandır görmediğimiz bir ahbabımızı görmüş gibi, hemen ateşle sarmaş dolaş oluyoruz.
Isındık, karnımızı doyurduk, çayımızı içtik. Şimdi her birimiz, kalbimizin en mahcup yerine gitmekle yükümlüyüz.
Kimimiz bir sigara yakıp ağaçlara doğru yürüyor, kimimiz de 'mumdan sandalıyla' ateş denizine dalıp gidiyor.
Ahmet Murat, 'Karda tekerlek izleri, Dostoyevski'ye götüren' demişti. Kardaki toynak izleri de, beni, Jack London'ın en sevdiğim eserine götürüyor. Beyaz Sessizlik romanından bazı bölümleri hatırlamaya çalışarak, ağaç denizinde yürüyorum. Orman çam ve kayın ağaçlarından oluşuyor. 'Karlı Kayın Ormanı'nı söylemek istiyor, fakat her seferinde başarısız oluyorum.
Ormanda yoğun bir yaban hayatı olduğu görülüyor. Karın üstü, irili ufaklı hayvan izleriyle dolu. Fakat hiçbirinden çıt çıkmıyor. Ara sıra, bir kuşu, gökyüzüyle dostluk tazelerken görüyorum, hepsi bu.
Tam da bu sırada, aklıma avcılar geliyor. Kış uykusuna yatmış olanları veya açlıktan dermansız hale gelenleri bulup / yakalayıp katlediyorlar. Böyle birinin babanız olduğunu ve o suçlu elleriyle saçlarınızı okşadığını düşünün. Allah muhafaza!
Ahmet Murat, o güzelim şiirlerinden birinde, 'Bir insan bir insana kışın bakmalı' demişti. Arkadaşlara bakıyorum. Biri karla oynuyor, diğeri ateşle. Karla oynayanın elinde kuru bir sopa, ateşle oynayanın belinde rambo bıçağı var.
Biri, Edmondo De Amicis'in Çocuk Kalbi'ni, diğeri ise macera kitaplarını hatırlatıyor. İlginç bir ikili olmuşlar.
Karda yürürken, 'kaşık bala gömülüyor gibi ağır' oluyorum. Ve bu ağırlık, beni tarifsiz bir hafifliğe götürüyor.
Vakit hayli ilerledi. Kar da serpiştirmeye başladı. Geceye kalırsak, sadece geceye kalmış olmayız.
'Bir çocuğa bir rüya damlıyor gibi hafif'leyen bizler, istemeyerek de olsa, dönmek zorundayız. Tekrar geldiğimiz yoldan, ayak izlerimizi takip ederek önce arabamıza, sonra geceyi geçireceğimiz çoban kulübesine dönüyoruz. Kulübe, Hark Yaylası'nda. Bundan on sene önce, 'Işıklandırma Çalışmaları'nın birinci bölümünde, 'Mevsimin ilk karı düşerken dağlara / Üşümek pişerdi herkesin ocağında' demiştim. Üşüttüğümü, ancak kulübeye varınca anlıyorum.
Kaynak:İbrahim Tenekeci - Dağlarda kar sesi var - İbrahim Tenekeci - 16.12.2012
Güzel bir İstanbul gününde, daha güzelini yaşamak umuduyla yola çıkıyoruz. Amacımız, mevsimin ilk karını karşılamak için Kapıorman Dağları'na gitmek; gitmişken de kış bilgimizi ve görgümüzü arttırmak.Yaşadığımız şehirde ve diğer büyük şehirlerde, kar, yetişkinlerin tek ortak düşmanı gibi. Onun adı anılınca, milli davalarda bile hemfikir olamayanlar, hemen ittifak kurabiliyor. Gerçekten de ilginç. Oysa karın, herkesi çocukluğuna götürüyor olması lazım. Bundan daha kıymetli ne olabilir? Çocukluğuna gitmeyi kim istemez?
Kendinizi bir kar tanesinin yerine koyun. Bir şehre yaklaşıyorsunuz. Diyelim ki İstanbul'a. Tuz dolu yüzlerce kamyon sizi bekliyor. Homurdanan insanlar, fazla mesaiye bırakılmış belediye işçileri, greyderler vs.
Siz olsanız gelir misiniz? O geliyor.
Kar yağışını pencereden seyretmek yerine kaynağına gitmek, sadece niyetle olacak bir iş değil. İmkân da gerekiyor. Ne mutlu bana: İmkânım yok, imkânı olan dostlarım var.
Su gibi bir yolculuktan ve keyifli bir moladan sonra, işte, Kılavuzlar Yaylası'ndayız. Rakım bin dört yüz. Buraya, Geyve üzerinden geldik.
Kar, temiz kalp gibi, her yeri bembeyaz yapmış. Sanki tabiat, sürekli aynı dizeyi mırıldanıyor: 'İçimin dört duvarı bembeyaz badanalı.' (Ziya Osman Saba)
Araçtan indikten sonra, şöyle bir manzaranın ortasında kalıyoruz: Sağımız açıklık, solumuz orman. Beyaz.
Karın yerden yüksekliği kırk santim kadar. Dikkat ederseniz, 'kar kalınlığı' demiyorum. Bu kadar ince ve zarif bir şey, nasıl 'kalın' olabilir?
O ilk soğuk, bir ürperti olarak bizleri yokluyor. Gündüz olmasına rağmen, termometre eksi altı dereceyi gösteriyor.
Bilerek ve isteyerek üşüyeceğiz.
Soğuğun ayaktan gireni makbulmüş. Büyükler böyle derdi.
Ayaklarım üşümeye başlayınca, çantamdaki yedek çorapları hatırlayıp ısınmaya çalışıyorum.
Planımız şu: Güzel bir niyet olarak ormanın içinden geçecek ve uygun bir alanda kamp kuracağız. Kamp dediğime bakmayın, hiçbir zaman çadırımız bile olmadı.
Ve beyaz yürüyüş başlıyor.
Birbirimize küsmüş gibiyiz. Demek ki, sözden daha kıymetli bir yere geldik.
Manzara, Ahmet Muhip Dıranas'ın 'Beyaz dokusunda bu saf rüyanın' dizesini şerh ediyor. Anahtar kelimeler: Beyaz, saf ve rüya…
'Ormanın uğultusuyla birlikte' yürüyüşümüzü sürdürüyoruz.
Böyle havalarda, hep ateş yakabilecek bir yerde olmayı arzu ederim. Ormanda, şurada, burada. Yüce Allah, Vakıa suresinin yetmiş birinci ayetinde, 'Hiç tutuşturduğunuz ateşi düşündünüz mü' diye sorar. Ben düşündüm. Ve devam eder: 'Biz bu ateşi, gözleri görenlere bir ibret (…) kıldık.'
Güzel fakat yorucu bir yürüyüşten sonra, nihayet bir açıklık buluyoruz. Artık ateş serbest!
Küçük bir uğraş sonucu dost canlısı bir ateş ortaya çıkıyor. Uzun zamandır görmediğimiz bir ahbabımızı görmüş gibi, hemen ateşle sarmaş dolaş oluyoruz.
Isındık, karnımızı doyurduk, çayımızı içtik. Şimdi her birimiz, kalbimizin en mahcup yerine gitmekle yükümlüyüz.
Kimimiz bir sigara yakıp ağaçlara doğru yürüyor, kimimiz de 'mumdan sandalıyla' ateş denizine dalıp gidiyor.
Ahmet Murat, 'Karda tekerlek izleri, Dostoyevski'ye götüren' demişti. Kardaki toynak izleri de, beni, Jack London'ın en sevdiğim eserine götürüyor. Beyaz Sessizlik romanından bazı bölümleri hatırlamaya çalışarak, ağaç denizinde yürüyorum. Orman çam ve kayın ağaçlarından oluşuyor. 'Karlı Kayın Ormanı'nı söylemek istiyor, fakat her seferinde başarısız oluyorum.
Ormanda yoğun bir yaban hayatı olduğu görülüyor. Karın üstü, irili ufaklı hayvan izleriyle dolu. Fakat hiçbirinden çıt çıkmıyor. Ara sıra, bir kuşu, gökyüzüyle dostluk tazelerken görüyorum, hepsi bu.
Tam da bu sırada, aklıma avcılar geliyor. Kış uykusuna yatmış olanları veya açlıktan dermansız hale gelenleri bulup / yakalayıp katlediyorlar. Böyle birinin babanız olduğunu ve o suçlu elleriyle saçlarınızı okşadığını düşünün. Allah muhafaza!
Ahmet Murat, o güzelim şiirlerinden birinde, 'Bir insan bir insana kışın bakmalı' demişti. Arkadaşlara bakıyorum. Biri karla oynuyor, diğeri ateşle. Karla oynayanın elinde kuru bir sopa, ateşle oynayanın belinde rambo bıçağı var.
Biri, Edmondo De Amicis'in Çocuk Kalbi'ni, diğeri ise macera kitaplarını hatırlatıyor. İlginç bir ikili olmuşlar.
Karda yürürken, 'kaşık bala gömülüyor gibi ağır' oluyorum. Ve bu ağırlık, beni tarifsiz bir hafifliğe götürüyor.
Vakit hayli ilerledi. Kar da serpiştirmeye başladı. Geceye kalırsak, sadece geceye kalmış olmayız.
'Bir çocuğa bir rüya damlıyor gibi hafif'leyen bizler, istemeyerek de olsa, dönmek zorundayız. Tekrar geldiğimiz yoldan, ayak izlerimizi takip ederek önce arabamıza, sonra geceyi geçireceğimiz çoban kulübesine dönüyoruz. Kulübe, Hark Yaylası'nda. Bundan on sene önce, 'Işıklandırma Çalışmaları'nın birinci bölümünde, 'Mevsimin ilk karı düşerken dağlara / Üşümek pişerdi herkesin ocağında' demiştim. Üşüttüğümü, ancak kulübeye varınca anlıyorum.
Kaynak:İbrahim Tenekeci - Dağlarda kar sesi var - İbrahim Tenekeci - 16.12.2012