istikbal
Kayıtlı Kullanıcı
Bir hayli tesirinde kalmıştı hadisesinin,
Ertesi gün evine gitti Mehmed Dede’nin.
Dedi; (Ey Mehmed Dede, geldim ki bugün size,
Beni de alasınız, yüksek hizmetinize.)
Dedi ki; (Ben değilim, sizin aradığınız,
O zât Üftadedir ki, hemen Ona varınız.)
Hanesine gelerek, hazırlattı atını,
Ve giydi arkasına, sırmalı kaftanını.
Bir seyisini dahî yanına alaraktan,
“Üftâde dergahı”na koşturdu atı o an.
Dergaha az mesafe kalmıştı ki, o ara,
Atının ayakları, saplandı kayalara.
Bileklerine kadar battı ve kaldı atı,
Uğraşıp çıkarmağa yetişmedi tâkatı
Mecbûren indi yere, hayreti arttı daha,
Sırmalı kaftanıyla, yürüdü o dergâha.
Vardığında gördü ki; “Üftade hazretleri”,
Çapa yapıyor idi, bahçede bâzı yeri.
Üzerinde eski bir hırka vardı o zaman,
“Hüdâyi”yi görünce, hitab etti uzaktan.
(Ey Bursa’nın kadısı, sen bu saltanatınla,
Niçin geldin buraya, kaftanınla, atınla?
Öyle zannederim ki, yanlış yere geldiniz,
Bu ev yokluk evidir, değil sizin yeriniz.)
Dedi ki; (Ey efendim, neyim varsa dünyalık,
Hepsini bu eşikte terk eyledim ben artık.
Yeter ki kabul edin beni dahî bu eve,
Her ne emrederseniz, yaparım seve seve.)
Buyurdu; (Öyle ise, kadılığı atarak,
Sırmalı kaftanınla, ciğer sat bağırarak.)
Aziz Mahmud Hüdâyi, “Peki” deyip hemence,
Sokak sokak dolaşıp, ciğer sattı günlerce.
O bir müddet yapınca, ciğer satma işini,
Verdi ona üstâdı “Helâ temizliği”ni.
Bunu dahî severek yapınca O bir müddet
Hususi hizmetiyle şereflendi nihayet.
Her sabah, abdest için varıp hücrelerine,
Isıtıp su dökerdi, mübarek ellerine.
Bir sabah da ibrikle, odaya girdi, lâkin,
Hiç vakit kalmamıştı, suyu ısıtmak için.
Telâşlanıp, ibriği basıverdi böğrüne,
Üstadı “dök” deyince döküverdi eline.
“Muhabbet ateşi”yle ısınmıştı meğer su,
Üftâde hazretleri anladı bu hususu.
Buyurdu ki; (Evlâdım, başka hal var bu işte,
Zîra bu, ısınmamış bildiğimiz ateşte.
Bu, gönül ateşinde ısınmışa benziyor,
Ve, senin kemâlini bize haber veriyor.)
ALINTI
Ertesi gün evine gitti Mehmed Dede’nin.
Dedi; (Ey Mehmed Dede, geldim ki bugün size,
Beni de alasınız, yüksek hizmetinize.)
Dedi ki; (Ben değilim, sizin aradığınız,
O zât Üftadedir ki, hemen Ona varınız.)
Hanesine gelerek, hazırlattı atını,
Ve giydi arkasına, sırmalı kaftanını.
Bir seyisini dahî yanına alaraktan,
“Üftâde dergahı”na koşturdu atı o an.
Dergaha az mesafe kalmıştı ki, o ara,
Atının ayakları, saplandı kayalara.
Bileklerine kadar battı ve kaldı atı,
Uğraşıp çıkarmağa yetişmedi tâkatı
Mecbûren indi yere, hayreti arttı daha,
Sırmalı kaftanıyla, yürüdü o dergâha.
Vardığında gördü ki; “Üftade hazretleri”,
Çapa yapıyor idi, bahçede bâzı yeri.
Üzerinde eski bir hırka vardı o zaman,
“Hüdâyi”yi görünce, hitab etti uzaktan.
(Ey Bursa’nın kadısı, sen bu saltanatınla,
Niçin geldin buraya, kaftanınla, atınla?
Öyle zannederim ki, yanlış yere geldiniz,
Bu ev yokluk evidir, değil sizin yeriniz.)
Dedi ki; (Ey efendim, neyim varsa dünyalık,
Hepsini bu eşikte terk eyledim ben artık.
Yeter ki kabul edin beni dahî bu eve,
Her ne emrederseniz, yaparım seve seve.)
Buyurdu; (Öyle ise, kadılığı atarak,
Sırmalı kaftanınla, ciğer sat bağırarak.)
Aziz Mahmud Hüdâyi, “Peki” deyip hemence,
Sokak sokak dolaşıp, ciğer sattı günlerce.
O bir müddet yapınca, ciğer satma işini,
Verdi ona üstâdı “Helâ temizliği”ni.
Bunu dahî severek yapınca O bir müddet
Hususi hizmetiyle şereflendi nihayet.
Her sabah, abdest için varıp hücrelerine,
Isıtıp su dökerdi, mübarek ellerine.
Bir sabah da ibrikle, odaya girdi, lâkin,
Hiç vakit kalmamıştı, suyu ısıtmak için.
Telâşlanıp, ibriği basıverdi böğrüne,
Üstadı “dök” deyince döküverdi eline.
“Muhabbet ateşi”yle ısınmıştı meğer su,
Üftâde hazretleri anladı bu hususu.
Buyurdu ki; (Evlâdım, başka hal var bu işte,
Zîra bu, ısınmamış bildiğimiz ateşte.
Bu, gönül ateşinde ısınmışa benziyor,
Ve, senin kemâlini bize haber veriyor.)
ALINTI