mürmüdük
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 7 Tem 2009
- Mesajlar
- 6,952
- Tepki puanı
- 1
- Puanları
- 0
- Yaş
- 53
- Web Sitesi
- anadoluhaber.blogcu.com
Meteorolojik Yeni Sistem ve Ön Adımı: “Çete Savaşı”
Muhsin Er Tuğrul
"Arab Baharı"nın ülkemize "Türk Yazı" olarak NAKLOLACAĞINDAN bahsediliyor ama biz daha -İstanbul olarak meselâ- "baharı" göremedik desek yeridir; dengeli bir meteorolojik hâl mevcut değil şu son günlerde, geceleri ve sabah saatlerinde rüzgârlı ve üşüten bir serinlik varken, öğle vaktinden ikindi sonrasına bunaltıcı bir hava baskını oluyor, üstelik Temmuz!
Yaz aylarındayız, baharı göremedik dersek pek de hatalı sayılmayız o hâlde.
Gerçi bu durumu güneşteki lekelenmeye, güneşin dönüm hızının azalmasına bağlayan bilimadamları var, sayılmaya başlamasından sonra 24 dönümü kaydedilmiş, "25.’yi göremeyeceğiz" diyorlar.
Bunun "ani buzul çağı" başlangıcı olabileceğinden bahsedenler mevcut; elbette küçük çaplı ve lokal bir "buzul çağı" olacağını kastediyorlar ve bekledikleri kuzey yarım kürenin üst kesimlerinin, Amerika ve Avrupa, çok yakın bir zamanda bununla tanışacağını, Avrupa’daki meteorolojik hareketlerin bunun izlerini taşıdığını da ilave ediyorlar.
Artık mevsimlerin, mevsim geçişlerinin mâlûm şekliyle gerçekleşmeyeceğini, gün ortasında, aniden ortaya çıkacak “soğuk çetesi” dedikleri “hava şartları” ile güneşli bir havada birdenbire -şaşmayın!- kar yağabilecek atmosferik ortamın ortaya çıkmasının mümkün olacağını söylüyorlar; yani kimse artık, "Ağustos’da kar yağarsa dediğine inanırım" diyemeyecek herhâlde, bilimadamlarına göre Ağustos’da kar yağa(bile)cakmış!
Yani OLMAYACAK İŞLERİN BİR ANDA GERÇEKLEŞEBİLECEK HAVA ŞARTLARINA hazır olmamız gerekiyor, "bilimsel" olarak söyledikleri bu.
Şöyle bir geriye döndüğümüzde, normal olarak her şeyiyle yokedilmesi ve parça parça edilmesi gerekirken, ülkemiz, I. Dünya Harbi'nden ana yurdu -toprak parçası hâlinde olsa da- kurtarmış olarak çıktık.
II. Dünya Harbi'nde, neredeyse tüm dünya harb içindeyken, çevremizde ülkeler işgal edilir, savaş alanı olarak kullanılırken, hem de her iki taraf için eline geçirecek olan için muazzam bir avantaj oluşturabilecek bir coğrafyaya sahib bulunurken, tek bir bomba bile patlamadan, savaşın sonunda formaliteden bir "savaş ilanı" hariç harbe iştirak etmeden çıkmak mümkün oldu.
Soğuk Savaş diye tabir edilen bölümde de ülkemizin başına "pek" bir şey geldiği söylenemez.
Velhâsıl, bu ülke, yüzyılın başından beri şu veya bu şekilde "savaş"dan muafiyet kazanmış bir hâlde yaşıyor.
["Yüzyıl"dan kastımız 20. yüzyıl; Osmanlı Devleti'nin fiilen tarih sahnesinden çekilmesi ile "başlayan" yüzyıl, aradan geçen yüz yılı aşan "senelere" rağmen daha kapanmamıştır; Osmanlı’nın ardından gelen dünya sistemi değişirse veya çok büyük bir darbe alırsa, 21. Yüzyıl başlamış olacaktır, kanaatimizce.]
Fakat, "rahat, battı" denilecek sıkıntılar içinde yoğrulup durdu; veya Şeyhülislâm’ın buyurduğu üzere, "dine ihanetin cezası"nı işte o "sıkıntılar" içinde çekti, çekiyor.
"Arab Baharı"nın bu memlekete nasıl bir tesiri olurmuş, onun üstünde çok kafa patlatılıyor ve "Türk Yazı"ndan bahsediliyor dedik; bunu söyleyen de "radikal gazeteci" Murat Yetkin, hani şu "derin bağları" veya "gırtlağı" olduğu söylenen ve "üflenene" göre ses çıkardığı rivayet edilen gazeteci.
Anatomik yapısına göre bakarsak, kendiliğinden bir şey yapacak "sima"ya sahib değil zaten görüldüğü üzere ve "üflenenlerin" her defasında "üfleme" olmasının çıkmasına rağmen hiçbir yüksünme duymayacağını da (kızarma, utanma, özrü dileme gibi hasletler) "sima"sından takib etmek mümkün.
"Vücut dili"ni filan "okumuyoruz", mâlûm "vücut dili" bile Amerikan mahreçli bu ülkede; Marifetname'de İsmail Hakkı hazretleri "kıyafetname" ve "ihtilaçname"yi yazmış, buradakiler buna "bâtıl inanç", "gülünesi komiklikler" diye bakıp durmuş, ama sonra Amerika’da bunun "ayrı bir ilim" olduğunu keşfetmişler, oranın "basit" ve "muhatabın iknaya yatkınlığı" ile alâkalı "menfaat lûgatine" tercüme edilmiş "dili"ni, -bacak bacak üstüne atarsa, diz üstüne şöyle, dizin üstünden böyle, tokalaşırken sert sıkarsa öyle, yumuşak tutarsa şöyle, bir de kolun üstüne dokunursa böyle diye,- almışlar burada "satıyorlar", yani onu kastetmiyoruz, SURATINA bakınca anlaşılanı, HERKESİN görmesi gerekeni (görmüyorlar mı?!) kastedip, bir şeyler yazıyoruz.
Bu "radikal gazeteci" de her sene "darbe" (ihtilâl bile değil, darbe!) bekleyenlerden esasında; ama bunu daha "makul" bir şekilde "üfleme" durumuna göre sıralayıveriyor, o kadar.
Evet ciddi ciddi, bu "Arab Baharı"nın memleketimize "vurması"nı ve -aylardan yaz ayları ya artık!- "Türk Yazı" içerisinde insanların sokaklara dökülüp, "VIVA LIBERTA!" gibi salakça! bağıracaklarını, sokakların kan gölüne döneceğini, böylece hükümetin "gerçek yüzünün" ortaya çıkacağını, elbette burada mesele hükümet değil, Erdoğan, ardından da Erdoğan-devlet, Erdoğan-asker, Erdoğan-polis ayrımının gerçekleşip, Allah bilir bu arada Meclis "işgal edilirse" Viva Liberta’cılarca, bakanlıklar "yakılıp yıkılırsa", yeme de yanında yat da diyorlardır, tahayyül ediyorlardır, Erdoğan'ın da "halkın yanına geçen ordu" nedeniyle "gemiciklerine" binip memleket dışına, (Suudi Arabistan?!) çıkacağını, gıyabında yargılanacağını, bütün ailesinin mal ve mülklerine el konulacağını, ardından Interpol vasıtasıyla memlekete getirilip, Silivri'de yargılanıp, Anıtkabir önüne konulacak bir darağacı ile "sallandırılacağını" da!
Tam bir fırsatçılık ve "müflis tüccar hayali" değil mi?
[05-07.03.2003 tarihli plan seminerinde; X1 şahsın; “Klasörler burda yanımızda getirdik komutanım İstanbul ili için daha çok bilgiye ihtiyacımız olmasına rağmen elimizde yeterli bilgi var.” dediği, Çetin Doğan’ın; “Yeterli bilgi var” dediği, X1 Şahsın; “Yani fırınlarından pastanelerine kadar hepsini çıkardık. Listelerimiz hazır örgütlerin nerelerde olduğu, vakıflar nerelerde, sinegoglar kiliseler, nereleri korunacak, yeterli bir çalışma yaptığımızı sanıyorum. Gelişmeye muhtaç yalnız komutanım. Çünkü bazı noktalarda gelip tıkanıyorsunuz karşı tarafta muhatap olduğunuz kişiler neden acaba bu bilgiyi istiyor diye soru işareti ile size geldiğinde o zaman şu çalışmamızın gizlilik derecesi ifşa olma durumuna geldiği için emir verdik. Kolordu komutanımızda aynı şekilde emi verdileri orada durduk.” Dediği, Çetin Doğan’ın; “Yo yo durmayın yani bu konuda” dediğ tespit edilmiştir.]
Ama inanın bunları düşünenler var; sağınıza solunuza bir bakın, az da olsa bunlara rastlarsınız veya rastlamış olandan dinlersiniz.
Bunlara göre dünya "Silivri"nin etrafında dönüyor!
Halk da bu "adaletsizliklere" isyan edip yola revan olacak!
Tabiî bu "ilk dönem" için geçerli olan bir durumdu; şimdi meseleyi veriş tarzı değişti, AKP içi "kapışmalara" daha yeni uyandılar, şimdi bunun üzerine yürüyorlar, "ayrılığı arttırmaya" yol açıcı "söylemler" geliştiriyorlar, ama nafile!
Baktılar, Gülen'le Erdoğan'ı aynı kefe içinde değerlendirmek bir işe yaramadı, bu sefer de abarta abarta "ayrılık" meselesini işlemeye başladılar.
İçişleri bakanının ile eski bir polis şefinin ismini verip "kavganın şiddetini" arttırmaya çalışıyorlar.
Ama yanılıyorlar, "yeni" bir şey söylemiş olmuyorlar; o isimler zaten "cemaat" denilen Gülenistler tarafından, internetde, özellikle Mavi Marmara ertesinde sıkça telaffuz edilmeye başlanmıştı, yine Hanefi Avcı da bunları kitabında anlatmıştı. Ama meselâ, ne Gülenistlerin ne Erdoğan'ın pek hazzetmediği (aynı zaman da Gül'ün de) "Ergenekon’un abisi"nin "2 numara" olmasına "mutabakat" diye onay vermeleri, yine onların hiçbir şeyden anlamadıklarını ortaya koyuyor, fırsatçılıklarını ifşa ediyor. Aynı zamanda da Gülenistlerin içindeki "Ergenekon’un abisi taraftarları"nın da yakında "gidici", "terfi ettirilerek def'etme" yoluyla uzaklaştırılacağına da hiç değinemiyorlar.
Kavga, gerçekten de şiddetleniyor.
Meselâ, "seçim" nedeniyle, "cemaatlerin tercihlerini açıkla" sürecinde de enteresan noktalar ortaya çıkıvermişti.
CHP'ye oy vermelerinin ihtimâli olmayan cemaatlerin Saadet Partisi ile AKP arasında bir tercih yapıp bir tarafa yönleneceği bilinen bir gerçektir; ama dikkat ediniz, birileri tarafından "Erdoğan sonrası" için hazırlanan HAS Parti'nin, klâsik SP "görüşü" içinden çıkmasına rağmen, hiçbir şekilde esamesi okunmadı, niye?
Elbette bunun nedenine dair, partisini "ekonomi politik" okumuş olanlarla ve gayr-i müslimlerle dolduran HAS'ın liderinin vereceği bir cevabı vardır, ilgilenmiyoruz onun için.
Cemaatlerin tercihlerini açıklaması değil de mâlûm hâle sokmaları, bu seçimde oldukça ilginç görüntüler ortaya koydu.
Üzerinde en çok tartışılan, İsmailağa'nın tavrı oldu; bunu tartışanlar da, ne kadar YOZ ve YOBAZ olduklarını o tartışmalar içinde muhatabını hemencecik harcayıp, "patates dinli" ilan eden Saadet Partili "amigolar"dı.
Özellikle, Cübbeli denilen Ahmet Ünlü'nün, cübbesini artık bir daha giymemecesine çıkarmasına vesile olacak "hareketleri", gerçekten de ilginçti. Saadet Partililer ve Milli Gazete tarafından kelimenin tam anlamıyla topa konulan Ahmet Ünlü, aslında yokoluş sürecini kendisi hazırladı.
Mütevazılığiyle namlı Efendi'yi, onca kişinin önünde söylenmemesi gereken vasıflarla övme "gösterisi" yapıp, onun "diyalog karşıtı" tutumunu (videoyu izlerseniz, "parti" ismi telaffuz edilmiyor, ama bu videoya atılan bir "başlık"la güya Efendi'nin filanca partiye oy vermeyin, dediği intibahı uyandırılıyordu) siyasetin iğrençliklerine bulaştırmaya cüret etti.
Bu manzaradan Efendi'yi bir kenara koyup, sadece Ahmet Ünlü'nün yaptıklarına bakarsak, 11 Haziran gününe kadar Saadet Partisi deyip, ardından YEDİĞİ DARBE ÜZERİNE birdenbire ve kendi websitesinden alanen "partilerüstüyüz" açıklamasını yapması cidden KOMİKTİ!
Bitiş idi!
Ahmet Ünlü'nün "cemaati"nin Saadet'lilerden oluştuğunu dikkate alırsak, son hadiseyle birlikte bu "cemaatin" dağılmasının mukadder olduğunu, artık kendisini sadece "Flash TV"nin bağrına basacağını, bir müddet sonra da "top secret" bir konumda rezilane bir şekilde bitişinin ilan edileceğini tahmin etmek, abartı olmasa gerek.
Ergenekoncuların "hocası" olarak nam salmış bulunan Ahmet Ünlü'nün, "kasetleri" de Gülenistlerden bildiğini açıklamıştı mâlûm, AKP karşıtı “siperden” firar etmesi, üstelik de son gün son dakikada, kendisine yönelik "planlamalar" yapılmasının beklenmesi gerektiğini düşündürür doğal olarak. Ama orası, Ünlü ile Ergenekoncular arsındaki bir "ilişki" bizi ilgilendirmez.
Fakat, Ahmet Ünlü'nün, son gün son dakikada Ergenekoncu siperden fırlayıp kaçmasında başka bir hile de var. Kendisine söyleneni TAM OLARAK nakletmedi, yarım ağız yaptı, "kalblerdekini de okuyanlar kervanı"na hile yapmaya kalkıştı.
Bir başka "firari- Mehmet Talu, o "hile"yi ortaya koyarken, PARTİLERÜSTÜ meselesinin mânâsını da -bilmeden- veriyor.
Talu, ismini zikretmemize gerek olmayan büyüğe, "hangisine oy vermemizi tavsiye edersiniz" sorusunun sorulduğunda, O'nun, "Tayyib!" dediğini, "AKP mi?" diye soruyu yenilediklerinde, cevab olarak, "AKP değil, Tayyib" cevabını verdiğini ve tekrar sorulduğunda da “AKP’den bir şey olmaz. Oy Tayyib’e verilecek” dediği naklediyor.
(Şimdi bu naklettiklerimizin şahidleri var, fakat yine de inanılmaz, "Talu yalan söylüyor" (veya "Ahmet Ünlü yalan söylüyor") denilirse, bunların hiçbir sözüne, ne geçmişteki ne şimdi ne gelecekteki hiçbir söz ve davranışlarına inanılması gerektiği ortaya çıkar, BAĞLISI BULUNDUĞU BÜYÜĞÜ YALANINA ALET EDENİN hiçbir sözüne güvenilmez çünkü.)
Furkan Dergisi olarak, seçimlerden kısa bir süre önce Akit Gazetesi’nde yayınladığımız ilanımızda neyi, niçin desteleyeceğimizi açıkça ortaya koymuştuk, hamdolsun, siyasetimizin münasibliği, kıvıra kıvıra çarkedip bitişlerini ortaya koyanların hâliyle ortaya çıktı. Anlayana!
(Bu tavrın bayağı bir şekilde "aslan filanca, kaplan filanca" anlamına mı geldiği, yoksa sadece "destek" anlamına mı geldiği, zekâsı olanların ferasetine!)
Aslında, mesele, siyaseti okuma, siyasi tavır alma, destek veya köstek olma durumları, sadece şu 12 Haziran ertesi gelişen hadiselerle ortada...
"Darbe" üflemesi yapanların, TEPEDEN İNMECİ ve JAKOBEN hâlleri belli; darbenin mantığında bile, "yaslanılacak bir halk kitlesi" olur, halk sokaklardadır, ortada bir sorun vardır, yetkililer buna kulak tıkar, asker de "mecbur kalır", yönetime el koyar, mantık budur kısa ve kabaca...
Ama şimdi sokaklarda kim var?
Bir ara "cumhuriyet kazanım'cıları" vardı, "bindirme taburlar" gibi oradan oraya nakledilip dururlardı, yoklar artık, sonra "Kokanalar Taburu", "vardiya bizde!" havalarında ortaya çıktılar, çabuk bıktılar, konken partilerine geri döndüler.
Kim var başka?
Ne kadar garib ki kimsecikler yok!
Evet, doğuda "Kürt yurtseverler" veya PKK'liler var; ama onlar zaten "vaka-yı adiye", kimsenin de "onların hakkını savunmak" için askerin darbe yapmasını bekleyeceğini tahmin etmiyoruz, doğal olarak.
Başka?
Müslümanlar...
Ara ara da olsa, "Arab Baharı"ndaki menfilikleri protesto için onlar sokaklarda...
Onların sokaklarda olması da "darbeciler"in hiç utanma olmayan propagandalarına malzeme veriyor...
Mesela...
Mavi Marmara'nın "sefere katılmayacağının" ortaya çıkması, bunlar için, "işte gördünüz, biz demiştik, bunlar İsraille anlaştılar, ne "one minute", herşey apaçık ortada" demelerine vesile; ki bunlar, Mavi Marmara'nın ilk seferine çıkmasına da karşılardı, neler neler söylemişlerdi, yanlarına Rafael Sadi denilen HAİN YAHUDİ SİYONİSTİNİ alıp her türlü hakareti yapmışlardı, hafızalardadır.
Ne garibtir ki, Gülenistler de tersinden ama aynı şekilde davranıyorlar.
Mavi Marmara'nın sefere çıkmamasının "iyi" olacağından, İsrail'le ilişkileri düzeltmek gerektiğinden sözediyorlar. Mavi Marmara soruşturmasını bile savcılar kanalıyla yavaşlatan Gülenistler, "darbe" için İsrail'e bakan Ergenenkoncu denilen Ulusalcılarla AYNI FİKİRDELER, Erdoğan'ı da uydurmaya zorluyorlar.
Libya meselesi meselâ...
NATO'nun harekât merkezinin İzmir'de olması üzerinden, "Müslüman kanının dökülmesine aracılık yapmaktan" bahsediyorlar, "Arab kardeşlerimize" bomba yağdırmaya ortak olduğumuzu söylüyorlar...
Daha yakın zamanda "çöl bedevisi, çadır ayısı" dediklerini unutup Kaddafiye, utanmazca "siyaset" yapıyorlar.
Ve şimdi de Suriye...
Hükümetin "mezheb taassubu" ile hareket ettiğinden tutun, İsraille ele ele olduğuna, Baas Partisi’nin yanında tavır koyduğuna kadar, birbirinin zıddı onlarca, yüzlerce teori.
Aslında Türkiye devleti, "Yurtta sulh cihanda sulh" diye kıçı açıkta devekuşu misâli kendi yağında KENDİ KENDİNİ KÖMÜR OLUNCAYA KADAR KAVURMAKTAN, -iyisi kötüsü bir kenara- Özal'ın gelmesi ve "aktif dış politika" içine girmeye çabalamasıyla 70 senede kurtulmuştu; kuşkusuz, bu "pozitif" bir şey olmakla birlikte neticelerine bakmadan "iyi" diye de nitelenemez elbette, ama "aktif dış politika"nın "doğru" uygulamasının "bulunması" da elbette bir çırpıda ve bu düzende imkânsıza yakındır; onun için, KAFAYI VURA VURA "dış politika" öğrenildiğini varsaymak gerekiyor.
Mesele, şu veya bu politikayı uyguladı diye KÖKSÜZ VE ANLAMSIZ ELEŞTİRİLERDE bulunmak değil; mesele, BASKI OLUŞTURABİLMEK, YÖNLENDİREBİLMEK, YÖNETEBİLMEKDİR; bunu yapabilecek "mevkide" olmaktır; bunu yapabilecek ALETLERE SAHİB OLMAK ve bunları da AKILLICA KULLANMAKDIR.
[Baskı oluşturabilmenin bir şekli, dernekler, vakıflar iledir. Herkesin bildiği "komplo"larla meseleleri "açıklamak!"dan ziyade, iktidarda olmamanın (gücü ile/)eksikliğinden bunların olduğunu ortaya koyucu, DİNLENİLMESİ MÜMKÜN olacak "şeyler" söylemek, belki yapılabileceklerin en basiti ve ilk akla gelenidir. "Belli bir siyasi hedefi olan bir hareketiz"; o hâlde KENDİ SİYASETİMİZİ üretmeliyiz, AKP’ye (ve Gülen'e bile) sadece "müslüman" olduklarından ötürü SALDIRANLARIN, kaymış eksenlerinin etrafında onların dediklerini tekrarlamak, pek faydalı olmasa gerek. Neticede, "diyalektikler karışır", onların dil'iyle konuşa konuşa "dönüşülür" de haberdar olunamaz, TARAFIMIZ NE ŞU NE BU, SADECE İSLÂM ise ve bunun dil'i de BÜYÜK DOĞU-İBDA ise, MÜCADELE DİL'i de FARKLI olacaktır tabiatiyla. Kaba, "emperyalist-antiemperyalist" değerlendirmesi, neredeyse solcular tarafından bile terkedildi, çünkü artık çok şeyleri açıklamakdan uzak kalıyor, sadece "sembolik" bir anlam hâline geliyor, ülkemiz özelinde bakarsak, diyelim ki AKP, "emperyalistlerin uşağı", fakat onu "darbe'lemeye" kalkışanlar ne? Bunu zaten kendileri de açıkça söylemiyorlar mı, "Batı"ya, "emperyalistlere", darbe izni versin diye yalvarmıyorlar mı?.. O hâlde, dil'imizin de "KENDİMİZ" olması gerekiyor. İbda siyasetini kendince ortaya koymaya çalışan dernekler birbirini ardında kuruluyor. "Zenginlik" olarak bakmak ilk etapda mümkün; "dışlayıcı" olmakdan ziyade, "cazibe sahası" oluşturucu bir vazifeleri olması gerektiği de mâlûm. Genel olarak İslâmî camiada bu çeşit yapılanmalar pek fazla eski değil, yeni denilebilecek durumdalar, bunların "baskı" unsuru" olarak kullanıldıklarında da pek şübhemiz yok ama "neye baskı?" sorusu tartışılır elbette; dernek-vakıf organizasyonu, elbette farklı bir organizasyon, kendi kendine kalmak için kurulmayacaklarına göre, (boşuna masraf, boşuna emek), yayılma ve elbette TESİR ETME maksadlı olsa gerek kurulmalarının sebebi. O halde buna uygun bir "hâl" ve “dil”e sahib olmaları da ŞART!]
Muhsin Er Tuğrul
"Arab Baharı"nın ülkemize "Türk Yazı" olarak NAKLOLACAĞINDAN bahsediliyor ama biz daha -İstanbul olarak meselâ- "baharı" göremedik desek yeridir; dengeli bir meteorolojik hâl mevcut değil şu son günlerde, geceleri ve sabah saatlerinde rüzgârlı ve üşüten bir serinlik varken, öğle vaktinden ikindi sonrasına bunaltıcı bir hava baskını oluyor, üstelik Temmuz!
Yaz aylarındayız, baharı göremedik dersek pek de hatalı sayılmayız o hâlde.
Gerçi bu durumu güneşteki lekelenmeye, güneşin dönüm hızının azalmasına bağlayan bilimadamları var, sayılmaya başlamasından sonra 24 dönümü kaydedilmiş, "25.’yi göremeyeceğiz" diyorlar.
Bunun "ani buzul çağı" başlangıcı olabileceğinden bahsedenler mevcut; elbette küçük çaplı ve lokal bir "buzul çağı" olacağını kastediyorlar ve bekledikleri kuzey yarım kürenin üst kesimlerinin, Amerika ve Avrupa, çok yakın bir zamanda bununla tanışacağını, Avrupa’daki meteorolojik hareketlerin bunun izlerini taşıdığını da ilave ediyorlar.
Artık mevsimlerin, mevsim geçişlerinin mâlûm şekliyle gerçekleşmeyeceğini, gün ortasında, aniden ortaya çıkacak “soğuk çetesi” dedikleri “hava şartları” ile güneşli bir havada birdenbire -şaşmayın!- kar yağabilecek atmosferik ortamın ortaya çıkmasının mümkün olacağını söylüyorlar; yani kimse artık, "Ağustos’da kar yağarsa dediğine inanırım" diyemeyecek herhâlde, bilimadamlarına göre Ağustos’da kar yağa(bile)cakmış!
Yani OLMAYACAK İŞLERİN BİR ANDA GERÇEKLEŞEBİLECEK HAVA ŞARTLARINA hazır olmamız gerekiyor, "bilimsel" olarak söyledikleri bu.
Şöyle bir geriye döndüğümüzde, normal olarak her şeyiyle yokedilmesi ve parça parça edilmesi gerekirken, ülkemiz, I. Dünya Harbi'nden ana yurdu -toprak parçası hâlinde olsa da- kurtarmış olarak çıktık.
II. Dünya Harbi'nde, neredeyse tüm dünya harb içindeyken, çevremizde ülkeler işgal edilir, savaş alanı olarak kullanılırken, hem de her iki taraf için eline geçirecek olan için muazzam bir avantaj oluşturabilecek bir coğrafyaya sahib bulunurken, tek bir bomba bile patlamadan, savaşın sonunda formaliteden bir "savaş ilanı" hariç harbe iştirak etmeden çıkmak mümkün oldu.
Soğuk Savaş diye tabir edilen bölümde de ülkemizin başına "pek" bir şey geldiği söylenemez.
Velhâsıl, bu ülke, yüzyılın başından beri şu veya bu şekilde "savaş"dan muafiyet kazanmış bir hâlde yaşıyor.
["Yüzyıl"dan kastımız 20. yüzyıl; Osmanlı Devleti'nin fiilen tarih sahnesinden çekilmesi ile "başlayan" yüzyıl, aradan geçen yüz yılı aşan "senelere" rağmen daha kapanmamıştır; Osmanlı’nın ardından gelen dünya sistemi değişirse veya çok büyük bir darbe alırsa, 21. Yüzyıl başlamış olacaktır, kanaatimizce.]
Fakat, "rahat, battı" denilecek sıkıntılar içinde yoğrulup durdu; veya Şeyhülislâm’ın buyurduğu üzere, "dine ihanetin cezası"nı işte o "sıkıntılar" içinde çekti, çekiyor.
"Arab Baharı"nın bu memlekete nasıl bir tesiri olurmuş, onun üstünde çok kafa patlatılıyor ve "Türk Yazı"ndan bahsediliyor dedik; bunu söyleyen de "radikal gazeteci" Murat Yetkin, hani şu "derin bağları" veya "gırtlağı" olduğu söylenen ve "üflenene" göre ses çıkardığı rivayet edilen gazeteci.
Anatomik yapısına göre bakarsak, kendiliğinden bir şey yapacak "sima"ya sahib değil zaten görüldüğü üzere ve "üflenenlerin" her defasında "üfleme" olmasının çıkmasına rağmen hiçbir yüksünme duymayacağını da (kızarma, utanma, özrü dileme gibi hasletler) "sima"sından takib etmek mümkün.
"Vücut dili"ni filan "okumuyoruz", mâlûm "vücut dili" bile Amerikan mahreçli bu ülkede; Marifetname'de İsmail Hakkı hazretleri "kıyafetname" ve "ihtilaçname"yi yazmış, buradakiler buna "bâtıl inanç", "gülünesi komiklikler" diye bakıp durmuş, ama sonra Amerika’da bunun "ayrı bir ilim" olduğunu keşfetmişler, oranın "basit" ve "muhatabın iknaya yatkınlığı" ile alâkalı "menfaat lûgatine" tercüme edilmiş "dili"ni, -bacak bacak üstüne atarsa, diz üstüne şöyle, dizin üstünden böyle, tokalaşırken sert sıkarsa öyle, yumuşak tutarsa şöyle, bir de kolun üstüne dokunursa böyle diye,- almışlar burada "satıyorlar", yani onu kastetmiyoruz, SURATINA bakınca anlaşılanı, HERKESİN görmesi gerekeni (görmüyorlar mı?!) kastedip, bir şeyler yazıyoruz.
Bu "radikal gazeteci" de her sene "darbe" (ihtilâl bile değil, darbe!) bekleyenlerden esasında; ama bunu daha "makul" bir şekilde "üfleme" durumuna göre sıralayıveriyor, o kadar.
Evet ciddi ciddi, bu "Arab Baharı"nın memleketimize "vurması"nı ve -aylardan yaz ayları ya artık!- "Türk Yazı" içerisinde insanların sokaklara dökülüp, "VIVA LIBERTA!" gibi salakça! bağıracaklarını, sokakların kan gölüne döneceğini, böylece hükümetin "gerçek yüzünün" ortaya çıkacağını, elbette burada mesele hükümet değil, Erdoğan, ardından da Erdoğan-devlet, Erdoğan-asker, Erdoğan-polis ayrımının gerçekleşip, Allah bilir bu arada Meclis "işgal edilirse" Viva Liberta’cılarca, bakanlıklar "yakılıp yıkılırsa", yeme de yanında yat da diyorlardır, tahayyül ediyorlardır, Erdoğan'ın da "halkın yanına geçen ordu" nedeniyle "gemiciklerine" binip memleket dışına, (Suudi Arabistan?!) çıkacağını, gıyabında yargılanacağını, bütün ailesinin mal ve mülklerine el konulacağını, ardından Interpol vasıtasıyla memlekete getirilip, Silivri'de yargılanıp, Anıtkabir önüne konulacak bir darağacı ile "sallandırılacağını" da!
Tam bir fırsatçılık ve "müflis tüccar hayali" değil mi?
[05-07.03.2003 tarihli plan seminerinde; X1 şahsın; “Klasörler burda yanımızda getirdik komutanım İstanbul ili için daha çok bilgiye ihtiyacımız olmasına rağmen elimizde yeterli bilgi var.” dediği, Çetin Doğan’ın; “Yeterli bilgi var” dediği, X1 Şahsın; “Yani fırınlarından pastanelerine kadar hepsini çıkardık. Listelerimiz hazır örgütlerin nerelerde olduğu, vakıflar nerelerde, sinegoglar kiliseler, nereleri korunacak, yeterli bir çalışma yaptığımızı sanıyorum. Gelişmeye muhtaç yalnız komutanım. Çünkü bazı noktalarda gelip tıkanıyorsunuz karşı tarafta muhatap olduğunuz kişiler neden acaba bu bilgiyi istiyor diye soru işareti ile size geldiğinde o zaman şu çalışmamızın gizlilik derecesi ifşa olma durumuna geldiği için emir verdik. Kolordu komutanımızda aynı şekilde emi verdileri orada durduk.” Dediği, Çetin Doğan’ın; “Yo yo durmayın yani bu konuda” dediğ tespit edilmiştir.]
Ama inanın bunları düşünenler var; sağınıza solunuza bir bakın, az da olsa bunlara rastlarsınız veya rastlamış olandan dinlersiniz.
Bunlara göre dünya "Silivri"nin etrafında dönüyor!
Halk da bu "adaletsizliklere" isyan edip yola revan olacak!
Tabiî bu "ilk dönem" için geçerli olan bir durumdu; şimdi meseleyi veriş tarzı değişti, AKP içi "kapışmalara" daha yeni uyandılar, şimdi bunun üzerine yürüyorlar, "ayrılığı arttırmaya" yol açıcı "söylemler" geliştiriyorlar, ama nafile!
Baktılar, Gülen'le Erdoğan'ı aynı kefe içinde değerlendirmek bir işe yaramadı, bu sefer de abarta abarta "ayrılık" meselesini işlemeye başladılar.
İçişleri bakanının ile eski bir polis şefinin ismini verip "kavganın şiddetini" arttırmaya çalışıyorlar.
Ama yanılıyorlar, "yeni" bir şey söylemiş olmuyorlar; o isimler zaten "cemaat" denilen Gülenistler tarafından, internetde, özellikle Mavi Marmara ertesinde sıkça telaffuz edilmeye başlanmıştı, yine Hanefi Avcı da bunları kitabında anlatmıştı. Ama meselâ, ne Gülenistlerin ne Erdoğan'ın pek hazzetmediği (aynı zaman da Gül'ün de) "Ergenekon’un abisi"nin "2 numara" olmasına "mutabakat" diye onay vermeleri, yine onların hiçbir şeyden anlamadıklarını ortaya koyuyor, fırsatçılıklarını ifşa ediyor. Aynı zamanda da Gülenistlerin içindeki "Ergenekon’un abisi taraftarları"nın da yakında "gidici", "terfi ettirilerek def'etme" yoluyla uzaklaştırılacağına da hiç değinemiyorlar.
Kavga, gerçekten de şiddetleniyor.
Meselâ, "seçim" nedeniyle, "cemaatlerin tercihlerini açıkla" sürecinde de enteresan noktalar ortaya çıkıvermişti.
CHP'ye oy vermelerinin ihtimâli olmayan cemaatlerin Saadet Partisi ile AKP arasında bir tercih yapıp bir tarafa yönleneceği bilinen bir gerçektir; ama dikkat ediniz, birileri tarafından "Erdoğan sonrası" için hazırlanan HAS Parti'nin, klâsik SP "görüşü" içinden çıkmasına rağmen, hiçbir şekilde esamesi okunmadı, niye?
Elbette bunun nedenine dair, partisini "ekonomi politik" okumuş olanlarla ve gayr-i müslimlerle dolduran HAS'ın liderinin vereceği bir cevabı vardır, ilgilenmiyoruz onun için.
Cemaatlerin tercihlerini açıklaması değil de mâlûm hâle sokmaları, bu seçimde oldukça ilginç görüntüler ortaya koydu.
Üzerinde en çok tartışılan, İsmailağa'nın tavrı oldu; bunu tartışanlar da, ne kadar YOZ ve YOBAZ olduklarını o tartışmalar içinde muhatabını hemencecik harcayıp, "patates dinli" ilan eden Saadet Partili "amigolar"dı.
Özellikle, Cübbeli denilen Ahmet Ünlü'nün, cübbesini artık bir daha giymemecesine çıkarmasına vesile olacak "hareketleri", gerçekten de ilginçti. Saadet Partililer ve Milli Gazete tarafından kelimenin tam anlamıyla topa konulan Ahmet Ünlü, aslında yokoluş sürecini kendisi hazırladı.
Mütevazılığiyle namlı Efendi'yi, onca kişinin önünde söylenmemesi gereken vasıflarla övme "gösterisi" yapıp, onun "diyalog karşıtı" tutumunu (videoyu izlerseniz, "parti" ismi telaffuz edilmiyor, ama bu videoya atılan bir "başlık"la güya Efendi'nin filanca partiye oy vermeyin, dediği intibahı uyandırılıyordu) siyasetin iğrençliklerine bulaştırmaya cüret etti.
Bu manzaradan Efendi'yi bir kenara koyup, sadece Ahmet Ünlü'nün yaptıklarına bakarsak, 11 Haziran gününe kadar Saadet Partisi deyip, ardından YEDİĞİ DARBE ÜZERİNE birdenbire ve kendi websitesinden alanen "partilerüstüyüz" açıklamasını yapması cidden KOMİKTİ!
Bitiş idi!
Ahmet Ünlü'nün "cemaati"nin Saadet'lilerden oluştuğunu dikkate alırsak, son hadiseyle birlikte bu "cemaatin" dağılmasının mukadder olduğunu, artık kendisini sadece "Flash TV"nin bağrına basacağını, bir müddet sonra da "top secret" bir konumda rezilane bir şekilde bitişinin ilan edileceğini tahmin etmek, abartı olmasa gerek.
Ergenekoncuların "hocası" olarak nam salmış bulunan Ahmet Ünlü'nün, "kasetleri" de Gülenistlerden bildiğini açıklamıştı mâlûm, AKP karşıtı “siperden” firar etmesi, üstelik de son gün son dakikada, kendisine yönelik "planlamalar" yapılmasının beklenmesi gerektiğini düşündürür doğal olarak. Ama orası, Ünlü ile Ergenekoncular arsındaki bir "ilişki" bizi ilgilendirmez.
Fakat, Ahmet Ünlü'nün, son gün son dakikada Ergenekoncu siperden fırlayıp kaçmasında başka bir hile de var. Kendisine söyleneni TAM OLARAK nakletmedi, yarım ağız yaptı, "kalblerdekini de okuyanlar kervanı"na hile yapmaya kalkıştı.
Bir başka "firari- Mehmet Talu, o "hile"yi ortaya koyarken, PARTİLERÜSTÜ meselesinin mânâsını da -bilmeden- veriyor.
Talu, ismini zikretmemize gerek olmayan büyüğe, "hangisine oy vermemizi tavsiye edersiniz" sorusunun sorulduğunda, O'nun, "Tayyib!" dediğini, "AKP mi?" diye soruyu yenilediklerinde, cevab olarak, "AKP değil, Tayyib" cevabını verdiğini ve tekrar sorulduğunda da “AKP’den bir şey olmaz. Oy Tayyib’e verilecek” dediği naklediyor.
(Şimdi bu naklettiklerimizin şahidleri var, fakat yine de inanılmaz, "Talu yalan söylüyor" (veya "Ahmet Ünlü yalan söylüyor") denilirse, bunların hiçbir sözüne, ne geçmişteki ne şimdi ne gelecekteki hiçbir söz ve davranışlarına inanılması gerektiği ortaya çıkar, BAĞLISI BULUNDUĞU BÜYÜĞÜ YALANINA ALET EDENİN hiçbir sözüne güvenilmez çünkü.)
Furkan Dergisi olarak, seçimlerden kısa bir süre önce Akit Gazetesi’nde yayınladığımız ilanımızda neyi, niçin desteleyeceğimizi açıkça ortaya koymuştuk, hamdolsun, siyasetimizin münasibliği, kıvıra kıvıra çarkedip bitişlerini ortaya koyanların hâliyle ortaya çıktı. Anlayana!
(Bu tavrın bayağı bir şekilde "aslan filanca, kaplan filanca" anlamına mı geldiği, yoksa sadece "destek" anlamına mı geldiği, zekâsı olanların ferasetine!)
Aslında, mesele, siyaseti okuma, siyasi tavır alma, destek veya köstek olma durumları, sadece şu 12 Haziran ertesi gelişen hadiselerle ortada...
"Darbe" üflemesi yapanların, TEPEDEN İNMECİ ve JAKOBEN hâlleri belli; darbenin mantığında bile, "yaslanılacak bir halk kitlesi" olur, halk sokaklardadır, ortada bir sorun vardır, yetkililer buna kulak tıkar, asker de "mecbur kalır", yönetime el koyar, mantık budur kısa ve kabaca...
Ama şimdi sokaklarda kim var?
Bir ara "cumhuriyet kazanım'cıları" vardı, "bindirme taburlar" gibi oradan oraya nakledilip dururlardı, yoklar artık, sonra "Kokanalar Taburu", "vardiya bizde!" havalarında ortaya çıktılar, çabuk bıktılar, konken partilerine geri döndüler.
Kim var başka?
Ne kadar garib ki kimsecikler yok!
Evet, doğuda "Kürt yurtseverler" veya PKK'liler var; ama onlar zaten "vaka-yı adiye", kimsenin de "onların hakkını savunmak" için askerin darbe yapmasını bekleyeceğini tahmin etmiyoruz, doğal olarak.
Başka?
Müslümanlar...
Ara ara da olsa, "Arab Baharı"ndaki menfilikleri protesto için onlar sokaklarda...
Onların sokaklarda olması da "darbeciler"in hiç utanma olmayan propagandalarına malzeme veriyor...
Mesela...
Mavi Marmara'nın "sefere katılmayacağının" ortaya çıkması, bunlar için, "işte gördünüz, biz demiştik, bunlar İsraille anlaştılar, ne "one minute", herşey apaçık ortada" demelerine vesile; ki bunlar, Mavi Marmara'nın ilk seferine çıkmasına da karşılardı, neler neler söylemişlerdi, yanlarına Rafael Sadi denilen HAİN YAHUDİ SİYONİSTİNİ alıp her türlü hakareti yapmışlardı, hafızalardadır.
Ne garibtir ki, Gülenistler de tersinden ama aynı şekilde davranıyorlar.
Mavi Marmara'nın sefere çıkmamasının "iyi" olacağından, İsrail'le ilişkileri düzeltmek gerektiğinden sözediyorlar. Mavi Marmara soruşturmasını bile savcılar kanalıyla yavaşlatan Gülenistler, "darbe" için İsrail'e bakan Ergenenkoncu denilen Ulusalcılarla AYNI FİKİRDELER, Erdoğan'ı da uydurmaya zorluyorlar.
Libya meselesi meselâ...
NATO'nun harekât merkezinin İzmir'de olması üzerinden, "Müslüman kanının dökülmesine aracılık yapmaktan" bahsediyorlar, "Arab kardeşlerimize" bomba yağdırmaya ortak olduğumuzu söylüyorlar...
Daha yakın zamanda "çöl bedevisi, çadır ayısı" dediklerini unutup Kaddafiye, utanmazca "siyaset" yapıyorlar.
Ve şimdi de Suriye...
Hükümetin "mezheb taassubu" ile hareket ettiğinden tutun, İsraille ele ele olduğuna, Baas Partisi’nin yanında tavır koyduğuna kadar, birbirinin zıddı onlarca, yüzlerce teori.
Aslında Türkiye devleti, "Yurtta sulh cihanda sulh" diye kıçı açıkta devekuşu misâli kendi yağında KENDİ KENDİNİ KÖMÜR OLUNCAYA KADAR KAVURMAKTAN, -iyisi kötüsü bir kenara- Özal'ın gelmesi ve "aktif dış politika" içine girmeye çabalamasıyla 70 senede kurtulmuştu; kuşkusuz, bu "pozitif" bir şey olmakla birlikte neticelerine bakmadan "iyi" diye de nitelenemez elbette, ama "aktif dış politika"nın "doğru" uygulamasının "bulunması" da elbette bir çırpıda ve bu düzende imkânsıza yakındır; onun için, KAFAYI VURA VURA "dış politika" öğrenildiğini varsaymak gerekiyor.
Mesele, şu veya bu politikayı uyguladı diye KÖKSÜZ VE ANLAMSIZ ELEŞTİRİLERDE bulunmak değil; mesele, BASKI OLUŞTURABİLMEK, YÖNLENDİREBİLMEK, YÖNETEBİLMEKDİR; bunu yapabilecek "mevkide" olmaktır; bunu yapabilecek ALETLERE SAHİB OLMAK ve bunları da AKILLICA KULLANMAKDIR.
[Baskı oluşturabilmenin bir şekli, dernekler, vakıflar iledir. Herkesin bildiği "komplo"larla meseleleri "açıklamak!"dan ziyade, iktidarda olmamanın (gücü ile/)eksikliğinden bunların olduğunu ortaya koyucu, DİNLENİLMESİ MÜMKÜN olacak "şeyler" söylemek, belki yapılabileceklerin en basiti ve ilk akla gelenidir. "Belli bir siyasi hedefi olan bir hareketiz"; o hâlde KENDİ SİYASETİMİZİ üretmeliyiz, AKP’ye (ve Gülen'e bile) sadece "müslüman" olduklarından ötürü SALDIRANLARIN, kaymış eksenlerinin etrafında onların dediklerini tekrarlamak, pek faydalı olmasa gerek. Neticede, "diyalektikler karışır", onların dil'iyle konuşa konuşa "dönüşülür" de haberdar olunamaz, TARAFIMIZ NE ŞU NE BU, SADECE İSLÂM ise ve bunun dil'i de BÜYÜK DOĞU-İBDA ise, MÜCADELE DİL'i de FARKLI olacaktır tabiatiyla. Kaba, "emperyalist-antiemperyalist" değerlendirmesi, neredeyse solcular tarafından bile terkedildi, çünkü artık çok şeyleri açıklamakdan uzak kalıyor, sadece "sembolik" bir anlam hâline geliyor, ülkemiz özelinde bakarsak, diyelim ki AKP, "emperyalistlerin uşağı", fakat onu "darbe'lemeye" kalkışanlar ne? Bunu zaten kendileri de açıkça söylemiyorlar mı, "Batı"ya, "emperyalistlere", darbe izni versin diye yalvarmıyorlar mı?.. O hâlde, dil'imizin de "KENDİMİZ" olması gerekiyor. İbda siyasetini kendince ortaya koymaya çalışan dernekler birbirini ardında kuruluyor. "Zenginlik" olarak bakmak ilk etapda mümkün; "dışlayıcı" olmakdan ziyade, "cazibe sahası" oluşturucu bir vazifeleri olması gerektiği de mâlûm. Genel olarak İslâmî camiada bu çeşit yapılanmalar pek fazla eski değil, yeni denilebilecek durumdalar, bunların "baskı" unsuru" olarak kullanıldıklarında da pek şübhemiz yok ama "neye baskı?" sorusu tartışılır elbette; dernek-vakıf organizasyonu, elbette farklı bir organizasyon, kendi kendine kalmak için kurulmayacaklarına göre, (boşuna masraf, boşuna emek), yayılma ve elbette TESİR ETME maksadlı olsa gerek kurulmalarının sebebi. O halde buna uygun bir "hâl" ve “dil”e sahib olmaları da ŞART!]