Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Çarpık Anlayış....!! (1 Kullanıcı)

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
62
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN

Gerek Kur'an-ı Kerim'de ve gerekse peygamberin hadisinde "İyiliği emir ve kötülükten sakındırma" konusunda söylenen hükümlerin tamamı müslüman bir toplumda yaşayan bir Müslüman'ın üzerine düşen yükümlülüklerinden bahsetmektedir.


Başlangıçta Allah'ın hükümlerini kabul eden ondan sonra da bazı zamanlar her ne kadar idari zulüm ve günahlar toplumda yayılmış olsa da Allah'ın şeriatının hükmüne razı olan bir toplumda yaşayan bir Müslüman'ın yükümlülüklerinden söz etmektedir.



Bunun içindir ki Resulullah'ın (s.a.s) "Cihadın en faziletlisi zalim bir devlet adamına karşı söylenen hak sözdür" hadisinde de "İmam" kelimesine rastlıyoruz. Bir kişinin "İmam" olabilmesi için başlangıçta Allah'ın hakimiyetini ve O'nun kanunlarının hükümlerini kabul etmesi gerekir. Allah'ın kanunlarıyla hükmetmeyen kişiye "İmam" denemez.


Böylelerinden söz ederken Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler ise kafirlerin ta kendileridir." Allah'ın kanunlarıyla hükmedilmeyen toplumlara gelince; bu tip toplumlarda yasaklanması gereken kötülük -ki bütün kötülükler bu kötülükten doğmaktadır- Allah'a uluhiyetini bırakıp O'nun kanunlarını hayattan kovmaktır. İşte kökü ta derinlere kadar inen bu büyük kötülüğe karşı her Müslüman'ın bu büyük kötülüğün bir kolu, bir dalı ve ona bağlı bir parçası olan küçük kötülükleri yasaklamaya girişmeden önce bütün kuvvetini bu noktaya toplaması şarttır.


Boşu boşuna çaba harcamak şüphesiz ki gereksiz ve manasızdır. Hayırlı ve salih kimselerin karakterleri gereği bahsettiğimiz o ilk kötülükten nefret eden küçük kötülüklere karşı koymak için harcayacak enerjisi yoktur. O ilk kötülük Allah'a karşı gelme küstahlığını göstermek uluhiyetin özelliklerini şahıslara vermek ve Allah'ın kanunlarını hayattan atarak O'nun uluhiyetini yok etme kötülüğüdür.


Bu ilk kötülüğün zorunlu sonuçlarından ve tartışmaya imkan bırakmayacak şekilde acı ürünlerinden biri olan küçük kötülüklere karşı koyarak boşu boşuna enerji kaybetmenin bir manası yoktur. Ki bu lüzumsuzdur da.



Ölçü Nedir?

Allah nizamının hakim olmadığı toplumlarda karşı konulan kötülükler konusunda hangi esaslara dayanarak insanları muhakeme edebiliriz? Onlara yaptıkları bir işten dolayı "Bu kötüdür sakın yapmayın" diyebilmemiz için yaptıkları şeyleri hangi ölçüte göre değerlendireceğiz? Siz ona "Bu yaptığın kötülüktür" dediğiniz zaman başka birileri de "Hayır bu kötülük değildir. Eskiden bu hareketler kötü sayılabiliyordu. Ama dünya her gün değişmektedir. Toplum her zaman ilerlemektedir. Bunun için değer ölçüleri de değişmektedir" derler.



Öyleyse biz her işi ölçebileceğimiz sabit bir ölçüte sahip olmalıyız. Herkes tarafından kabul gören bir değer ölçüsüne sahip olmalıyız ki "İyiliği ve kötülüğü" ona göre ölçüp değerlendirebilelim. Durum böyle olunca bu değer ölçüsünü nereden alabileceğiz?



İnsanların kendi hüküm, örf, arzu ve hedeflerinden mi alacağız? Bütün bunlar, her zaman değişmektedir. Bir durum üzerinde sabit olduğu görülmemiştir. Öyleyse bunlara uyduğumuz takdirde kılavuzu bulunmayan bir okyanusta kayboluyoruz demektir. Bütün bunlardan sonra işe değer ölçüsünü yerleştirerek başlamamız gerekmektedir. Sabit olan bu değer ölçüsünün insanların arzu ve isteklerine göre de değişmemesi şarttır. Bu değişmez ölçü Allah'ın ölçüsüdür.


Fakat toplum daha ilk başta Allah'ın hakimiyetini kabul etmiyorsa ne yapabiliriz?
Toplum Allah'ın kanunlarının hükmüne göre hareket etmiyorsa elimizden ne gelir?
Hatta Allah nizamına çağıranlarla .alay ediliyor. Kötü karşılanıyor ve ağır zulümlerle karşılık görüyorsa bu durumda ne yapılabilir?


Böyle bir toplumda hayatın çeşitli yönlerini kaplayan önemsiz ve değişik şeylerden ölçü ve değerlerin bulunmadığı, görüşlerin birbirleriyle çatıştığı konularda iyiliği emredip kötülükten sakındırmamızın gülünç ve boş bir çalışmadan, lüzumsuz bir enerji kaybından başka bir şey olur mu?

Hiç şüphe yok ki yapılacak ilk iş bir hüküm, bir ölçü, bir hakimiyet kaynağı ve çeşitli görüş ve arzuları, belirdiği zaman başvurulabilecek ortak bir yönde birleşmek, anlaşma sağlamaktır.



Değer Ölçüsü

İşte böyle bir ortamda ve zamanda en büyük "İyilik" olan Allah'ın hakimiyetini kabul etmek ve O'nun kanunlarına boyun eğerek yerine getirmektir. En büyük kötülük olan Allah'ın uluhiyetini inkar edip hayat için koyduğu kanunlarını terk etmekten sakındırmak lazımdır. Bir yapı; ancak temel atıldıktan sonra yapılabilir. Öyleyse dağınık olan enerjiler birleştirilmeli ve hepsi tek tek cepheye yığılmalıdır. Ve bu cephede tüm yapıların üzerine oturtulacağı temeli oluşturmaktır.



İnsan, bazen teferruata dair konularda (iyiliği emir ve kötülükten sakındırmada) enerji harcayan, iyiliği emir kötülükten sakındırma esası ile birlikte İslam toplumunun üzerine oturduğu temel yıkıldığı halde basit konular üzerinde çalışan safdil insanlara rastlıyor, zaman zaman onlara hayret ediyor ve zaman zaman da acıyor!



İktisadi hayatın tümünü faiz esası üzerine oturtan bir toplumda insanlara "haram yemeden" yasaklamanın ne manası vardır! Faizin hakim olduğu bir toplumda bütün mallar harama dönüşür ve bir tek kişi bile helal bir şeye sahip olamaz. Zira toplum düzeni ve iktisadi hayatı tümüyle Allah'ın kanunlarına dayanmamaktadır. Ve toplum Allah'ın kanunlarını hayattan uzaklaştırmakla Allah'ın uluhiyetini terk etmiş demektir.


Kanunları zinayı suç saymayan bir toplumda insanları "Fısk ve Fucur'dan yasaklamamızın manası nedir? Zorlama hallerinde bile Allah'ın kanunlarına göre cezalandırılmayan bir toplumda insanları kötülüklerden vazgeçirmek için çalışmak ne mana taşır? Çünkü o toplum, Allah'ın uluhiyetini terk etmiş demektir.


Bir toplumun kanunları içki içmeyi mubah kılarken, içki reklamları her tarafta dolaşıp dururken ve herkesin göz önünde sarhoş olup açıkça rezalet çıkarmadıktan sonra içkili birini cezalandırma yoluna gitmezken sizin insanları içkiden vazgeçirmenizin ne manası vardır? Açıkça rezalet çıkartanların bile Allah'ın kanunlarıyla cezalandırılmadığı bir yerde içkinin kötülüğü konusunda harcayacağınız gayretin ne önemi vardır? O toplum daha başta Allah'ın hakimiyetini kabul etmiyor demektir.


Allah'ın hakimiyetini kabul etmeyen dolayısıyla Allah'a ibadet etmeyen bir toplumda insanları dine küfretmekten sakındırmanın ne önemi vardır? Zaten o toplum bu durumuyla kendisini Allah'tan başka çeşitli Rabbler edinmiştir. O toplum için hüküm ve kanunu, düzen ve idareyi ve değer ölçüleri söz konusu Rabler koyar. Bundan dolayı küfreden de küfredilen de Allah'ın dininden değildir. Böylece her ikisi de ve o yolda bulunan toplum da tamamıyla kendilerine ölçü ve düzen koyanların dininde demektir.


İşte karşı karşıya bulunduğumuz bütün bu durumlarda iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın ne anlamı var. Bırakın küçük günahlardan sakındırmayı büyük günahlardan sakındırmanın ne manası var ki? En büyük günahlardan daha büyük olan günahtan sakındırılmamaktadır orada. Allah'ı inkar, Allah'ın kanunlarını hayattan uzaklaştırma günahı...



Görüldüğü gibi mesele bu saf kimselerin gayret ve enerjilerinin ötesinde çok daha büyük, çok daha geniş ve çok daha derindir. Bu gibi durumlarda ne kadar büyük olursa olsun hatta Allah'ın sınırı bile olsa teferruatlar peşinde koşmaya zaman yoktur. Allah'ın sınırı ilk önce Allah'ın hakimiyetinden başka bir hakimiyet tanımamakla başlar. Bu sınır kabul edilmedikten ve pratik bir gerçek olarak tek hüküm kaynağı olan Allah'ın kanunlarına göre değerlendirilip ortaya çıkarılmadıktan sonra teferruatla harcanarak tüm gayret ve çabalar boştur. Her türlü kötülükten önce enerji harcanması ve gayret gösterilmesi gereken bu büyük kötülüktür.


Zira Resulullah ta öyle buyurmuyor mu? "Sizden biriniz bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin. Bu ise imanın en zayıf noktasıdır."
 

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
62
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
B)''ANLATAMADIK KİMSEYE ; BİZE EYYÜBUN SABRI DÜŞTÜ ''B)
msn20ifadeleri2016xm9.gif


Allah'a Emanet Olunuz
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Yazının büyük bir bölümüne katılmıyorum çünkü ayetler bize bunun tersini söylüyor
Araf suresinde geçen bir kıssayıda aktaralım.
Allah İsrâil oğullarına cumartesi günü bolca balık göndererek onları imtihana tabi tutar. Bu man­zara karşı­sında kasaba halkı iki gruba ayrılırlar. Bunlardan bir grup Allah’a daha önce verdikleri sözlerini unutup, yasağı çiğneye­rek balık tutmaya ko­şar. İkinci grup da kollarını makas gibi açarak: Yahu ne yapıyorsunuz siz? Hani cumartesi günü iş yapmayacağı­nıza dair Allah’a söz ver­miştiniz! Yapmayın! Etmeyin! Bu yaptığı­nız yanlıştır! Üzerinize azap yağacak, gazap gelecek! diyerek gü­naha giden insanları uyarmaya çalışanlar.

Evet başlangıçta kasaba halkı böyle iki gruba ayrılıverdi. Bir süre bu iki grup arasında çatışma devam etti. Ama zaman uzayınca ve günaha gidenler uyaranları dinlemez hale gelince, bu uyaranlar da kendi aralarında ikiye ayrılıverdiler. Bir grup diyordu ki: Bizim vazife­miz bitmiştir artık! Elli kere uyardık! Yüz kere uyar­dık! Bunların adam olmaları geçmiştir artık! Allah bunların kalple­rine mührünü basmıştır! Artık bunlar kesinlikle adam olmayacaklar! Adam olma istidatlarını yi­tirmiştir bunlar! diye­rek evlerine çekiliverenler. Öteki grup ta baştaki heyecanlarından hiç bir şey kaybetmeden günaha gidenleri uyarmaya devam edenler. Böylece kaç grup oldu? Üç grup oldular.


1- Günah işleyenler. Allah’a verdikleri sözü bozup yasağı çiğne­yenler.


2- Kendileri günah işlemeyen, ama başkalarını da uyarmak­tan vazgeçip bizim vazifemiz bitmiştir artık diyerek evle­rine çekiliverenler. Allah’ın emrettiği emri bil’ma’rufu terk edenler.


3- Ne pahasına olursa olsun günahkârlara engel olmaya, on­ları uyarmaya devam edenler. Yapmayın! Etmeyin! Haramdır! Gü­nahtır! diye çırpınmaya devam edenler. Hattâ bakın bu bizim vazife­miz bitmiştir, peygamber miyiz ki ümmet kayıracağız? diye­rek evle­rine çekiliveren grup o günahkârları uyarmaya devam edenlere şöyle diyorlar:


"Allah’ın kendilerini helâk edeceği ve şiddetle azaba uğratacağı bu insanlara niçin nasihat ediyorsu­nuz? De­mişlerdi."(A’râf: 164)


Yâni bu Allah’ın kalplerini mühürlediği, Allah’ın kendilerine azap edeceği bu insanları neden uyarıyorsunuz? Adam olmaya­cakları kesin belli olan bu adamları uyaracağız diye niye ömür tü­ketiyorsunuz? Niye yoruyorsunuz kendinizi? Bunlar adam olmaz! Bunlar yola gelmez! Boşuna niye uğraşıyorsunuz? Demişlerdi de, bakın öteki müslümanlar şöyle diyorlardı:


"Rabbinize karşı bir mâzeretimiz olsun diye, bir de belki sakınırlar diye biz onlara nasihat ediyoruz de­diler."(A’râf: 164)


Evet yarın Rabbimize karşı bir mâzeretimiz olsun diye bunu yapmaya devam ediyoruz! Yarın soracak Rabbimiz: Ey kul­larım! Yanı başınızda günah işleyen insanları görüyordunuz da ne yaptınız? Onları uyardınız mı? Onlara hakkı duyurdunuz mu? diye sorduğu zaman: Evet ya Rabbi sen şahitsin ki, biz vazifelerimizi yaptık! diyebile­lim diye bunu yapıyoruz bir; bir de bilmiyoruz ki, belki bugün olmazsa yarın adam olurlar! Bugün dinlemezse yarın dinlerler diye bunu yapı­yoruz! diyorlar. Evet elimizde bir liste yok ki! Kimler adam olacak, kimler olmayacak? Kimlerin kalbi mühür­lenmiş? Kimler asla yola gel­meyecek? Kimler de yarın dönecek? Bunu bilmiyoruz ki! Onun için belki adam olurlar diye bu görevi yapmaya devam ediyoruz dediler.


Öyleyse şunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım: Kar­şımızdaki muhataplarımıza yapacağımız uyarının bitmesinin iki şartı vardır: Ya ölecek o muhatabımız Ebu Cehil gibi, bizim vazifemiz bitecek. Ya da müslüman olacak Ebu Sufyan gibi, bizim görevimiz bitecek. Değilse ölmedikçe ve müslüman olma­dıkça bizim ona yapacağımız tebliğ bitmeyecektir. Efendim ben namaz kılmayan kom­şuma yüz kere anlattım, iki yüz kere anlat­tım, artık benim görevim bitti, yok. Rasulullah’ın bir hadisinden öğ­reniyoruz ki; adamın biri di­ğerinden hakkını isteyecek Allah huzu­runda. Ya Rabbi benim bu adamda hakkım vardır. Ben ondan bunu istiyorum diyecek. Berikisi diyecek ki; Ya Rabbi bunun ne hakkı varmış bende? Ben bu adamı tanımıyorum bile. Bu sefer diyecek ki adam; Ya Rabbi bu benim kom­şumdu, kendisi biliyordu İslâm’ı, biliyordu Kur’an’ı ama bana anlat­madı! Bize duyurmadı! Berikisi diyecek ki: Ya Rabbi sen şahitsin ki ben buna yüz kere anlattım! Adam diyecek ki yüz kere anlatan yüz bi­rinciyi anlatmaz mıydı? Ha yüz birinciyi de gelip anlatsaydın! Belki o zaman anlayacaktım! Yüz bir kere anlattım demişse, bu defada yüz ikinciye niye gelme­din? diyecektir. Öyleyse yüz kere, bin kere anlat­mış olmak yet­mez, muhatabımız ölünceye veya müslüman oluncaya kadar anlatmak zorunda­yız.


Bir de şunu diyelim burada Meselâ kayınpederinize on yıl İs­lâm’ı anlattınız. Ama bu sizin anlattığınız on yıl içinde hiç çocuğu ölmemişti. On birinci yılın içinde çocuğu ölmüşse, veya yeni bir eve ta­şınmışsa, veya dükkanı yanmışsa, veya evlenmişse, veya haya­tında değişik bir dönemi olmuşsa belki o dönem sizi dinleyecek bir noktaya gelmiş olabilir; gidip bir daha anlatmak zorundasınız. Evet, bakın o kasaba halkının sonu ne olmuş? Allah buyu­rur ki:


"O günaha gidenler, artık uyaranların uyarılarına aldırış etmez hale gelince biz de uyarıcıları kurtardık ve günahkârları da fısklarından ötürü şiddetli bir azapla ya­kalayıverdik."


(A’râf: 165)


Yine A’râf’ta bundan sonraki âyette şöyle buyuruluyordu:


"Kendilerine belirlenen yasakları aşınca da on­lara al­çalmış maymunlar olun! Dedik."(A’râf: 166)


Buyuruluyor. Bakın burada uyaranları kurtardık diyor Rabbimiz. Günahkârları da maymunlar yaptık diyor. Bu iki grubun akıbetini anlatıyor âyet ama üçüncü grup hakkında herhangi bir bilgi vermemiş Rabbimiz. Yâni o kendileri günah işlemeyen, ama evlerine çekiliverip de günah işleyenlerle mücâdeleyi bırakıveren, pes eden, ya da günaha rıza gösteren bu üçüncü grubun akıbeti meçhuldür. Bilemiyoruz, belki de bunların zikriyle Rabbimiz kita­bını kirletmek iste­memiştir. Aslında bu insanlar zikre bile değme­yen insanlardır demek en münâsibi olacak diyoruz. Haramı bildikleri halde, günahı günah olarak bildikleri halde günah işleyenleri uyarmayanlar, onların varlı­ğından rahatsız olmayanlar zikre bile değmeyen insanlardır. Bunlar ya dünyada o günahkârlarla birlikte helâk edildiler, yahut da bunların azapları âhirete intikal etmiştir.


Evet, aslında her toplumda bu üç sınıf her zaman mevcut­tur. Günahkârlar, haram bilmezler, yasak tanımazlar. Günahkârları sürekli uyarmaya çalışan, çevrelerine Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini duyurmak için çırpınanlar. Yapmayın müslümanlar! Etmeyin insanlar! Haramdır, günahtır diye bir ömür koşturanlar. Allah için se­venler, Allah için gazaplananlar. Sevdiklerini Allah için sevip, küstük­lerine Allah için küsenler. Allah adına tavır belirleyenler. Bir de kendi­leri günah işlemeseler de günah işleyen­lerden rahatsız olmadan on­larla sarmaş dolaş yaşayanlar. İşte bu âyetler çerçevesinde bizler kendi yerimizi bulmak zorundayız. Eğer günah işleyenlerdensek maymunlar olmadan hemen dön­meye çalışalım. Uyaranlardansak buna daha bir ciddi devam edelim ve kurtulanlardan olalım. Öteki gruptansak hemen vazge­çelim inşallah.
 

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
62
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
Yazının büyük bir bölümüne katılmıyorum çünkü ayetler bize bunun tersini söylüyor


Araf suresinde geçen bir kıssayıda aktaralım.
Allah İsrâil oğullarına cumartesi günü bolca balık göndererek onları imtihana tabi tutar. Bu man­zara karşı­sında kasaba halkı iki gruba ayrılırlar. Bunlardan bir grup Allah’a daha önce verdikleri sözlerini unutup, yasağı çiğneye­rek balık tutmaya ko­şar. İkinci grup da kollarını makas gibi açarak: Yahu ne yapıyorsunuz siz? Hani cumartesi günü iş yapmayacağı­nıza dair Allah’a söz ver­miştiniz! Yapmayın! Etmeyin! Bu yaptığı­nız yanlıştır! Üzerinize azap yağacak, gazap gelecek! diyerek gü­naha giden insanları uyarmaya çalışanlar.

Evet başlangıçta kasaba halkı böyle iki gruba ayrılıverdi. Bir süre bu iki grup arasında çatışma devam etti. Ama zaman uzayınca ve günaha gidenler uyaranları dinlemez hale gelince, bu uyaranlar da kendi aralarında ikiye ayrılıverdiler. Bir grup diyordu ki: Bizim vazife­miz bitmiştir artık! Elli kere uyardık! Yüz kere uyar­dık! Bunların adam olmaları geçmiştir artık! Allah bunların kalple­rine mührünü basmıştır! Artık bunlar kesinlikle adam olmayacaklar! Adam olma istidatlarını yi­tirmiştir bunlar! diye­rek evlerine çekiliverenler. Öteki grup ta baştaki heyecanlarından hiç bir şey kaybetmeden günaha gidenleri uyarmaya devam edenler. Böylece kaç grup oldu? Üç grup oldular.


1- Günah işleyenler. Allah’a verdikleri sözü bozup yasağı çiğne­yenler.


2- Kendileri günah işlemeyen, ama başkalarını da uyarmak­tan vazgeçip bizim vazifemiz bitmiştir artık diyerek evle­rine çekiliverenler. Allah’ın emrettiği emri bil’ma’rufu terk edenler.


3- Ne pahasına olursa olsun günahkârlara engel olmaya, on­ları uyarmaya devam edenler. Yapmayın! Etmeyin! Haramdır! Gü­nahtır! diye çırpınmaya devam edenler. Hattâ bakın bu bizim vazife­miz bitmiştir, peygamber miyiz ki ümmet kayıracağız? diye­rek evle­rine çekiliveren grup o günahkârları uyarmaya devam edenlere şöyle diyorlar:


"Allah’ın kendilerini helâk edeceği ve şiddetle azaba uğratacağı bu insanlara niçin nasihat ediyorsu­nuz? De­mişlerdi."(A’râf: 164)


Yâni bu Allah’ın kalplerini mühürlediği, Allah’ın kendilerine azap edeceği bu insanları neden uyarıyorsunuz? Adam olmaya­cakları kesin belli olan bu adamları uyaracağız diye niye ömür tü­ketiyorsunuz? Niye yoruyorsunuz kendinizi? Bunlar adam olmaz! Bunlar yola gelmez! Boşuna niye uğraşıyorsunuz? Demişlerdi de, bakın öteki müslümanlar şöyle diyorlardı:


"Rabbinize karşı bir mâzeretimiz olsun diye, bir de belki sakınırlar diye biz onlara nasihat ediyoruz de­diler."(A’râf: 164)


Evet yarın Rabbimize karşı bir mâzeretimiz olsun diye bunu yapmaya devam ediyoruz! Yarın soracak Rabbimiz: Ey kul­larım! Yanı başınızda günah işleyen insanları görüyordunuz da ne yaptınız? Onları uyardınız mı? Onlara hakkı duyurdunuz mu? diye sorduğu zaman: Evet ya Rabbi sen şahitsin ki, biz vazifelerimizi yaptık! diyebile­lim diye bunu yapıyoruz bir; bir de bilmiyoruz ki, belki bugün olmazsa yarın adam olurlar! Bugün dinlemezse yarın dinlerler diye bunu yapı­yoruz! diyorlar. Evet elimizde bir liste yok ki! Kimler adam olacak, kimler olmayacak? Kimlerin kalbi mühür­lenmiş? Kimler asla yola gel­meyecek? Kimler de yarın dönecek? Bunu bilmiyoruz ki! Onun için belki adam olurlar diye bu görevi yapmaya devam ediyoruz dediler.


Öyleyse şunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım: Kar­şımızdaki muhataplarımıza yapacağımız uyarının bitmesinin iki şartı vardır: Ya ölecek o muhatabımız Ebu Cehil gibi, bizim vazifemiz bitecek. Ya da müslüman olacak Ebu Sufyan gibi, bizim görevimiz bitecek. Değilse ölmedikçe ve müslüman olma­dıkça bizim ona yapacağımız tebliğ bitmeyecektir. Efendim ben namaz kılmayan kom­şuma yüz kere anlattım, iki yüz kere anlat­tım, artık benim görevim bitti, yok. Rasulullah’ın bir hadisinden öğ­reniyoruz ki; adamın biri di­ğerinden hakkını isteyecek Allah huzu­runda. Ya Rabbi benim bu adamda hakkım vardır. Ben ondan bunu istiyorum diyecek. Berikisi diyecek ki; Ya Rabbi bunun ne hakkı varmış bende? Ben bu adamı tanımıyorum bile. Bu sefer diyecek ki adam; Ya Rabbi bu benim kom­şumdu, kendisi biliyordu İslâm’ı, biliyordu Kur’an’ı ama bana anlat­madı! Bize duyurmadı! Berikisi diyecek ki: Ya Rabbi sen şahitsin ki ben buna yüz kere anlattım! Adam diyecek ki yüz kere anlatan yüz bi­rinciyi anlatmaz mıydı? Ha yüz birinciyi de gelip anlatsaydın! Belki o zaman anlayacaktım! Yüz bir kere anlattım demişse, bu defada yüz ikinciye niye gelme­din? diyecektir. Öyleyse yüz kere, bin kere anlat­mış olmak yet­mez, muhatabımız ölünceye veya müslüman oluncaya kadar anlatmak zorunda­yız.


Bir de şunu diyelim burada Meselâ kayınpederinize on yıl İs­lâm’ı anlattınız. Ama bu sizin anlattığınız on yıl içinde hiç çocuğu ölmemişti. On birinci yılın içinde çocuğu ölmüşse, veya yeni bir eve ta­şınmışsa, veya dükkanı yanmışsa, veya evlenmişse, veya haya­tında değişik bir dönemi olmuşsa belki o dönem sizi dinleyecek bir noktaya gelmiş olabilir; gidip bir daha anlatmak zorundasınız. Evet, bakın o kasaba halkının sonu ne olmuş? Allah buyu­rur ki:


"O günaha gidenler, artık uyaranların uyarılarına aldırış etmez hale gelince biz de uyarıcıları kurtardık ve günahkârları da fısklarından ötürü şiddetli bir azapla ya­kalayıverdik."


(A’râf: 165)


Yine A’râf’ta bundan sonraki âyette şöyle buyuruluyordu:


"Kendilerine belirlenen yasakları aşınca da on­lara al­çalmış maymunlar olun! Dedik."(A’râf: 166)


Buyuruluyor. Bakın burada uyaranları kurtardık diyor Rabbimiz. Günahkârları da maymunlar yaptık diyor. Bu iki grubun akıbetini anlatıyor âyet ama üçüncü grup hakkında herhangi bir bilgi vermemiş Rabbimiz. Yâni o kendileri günah işlemeyen, ama evlerine çekiliverip de günah işleyenlerle mücâdeleyi bırakıveren, pes eden, ya da günaha rıza gösteren bu üçüncü grubun akıbeti meçhuldür. Bilemiyoruz, belki de bunların zikriyle Rabbimiz kita­bını kirletmek iste­memiştir. Aslında bu insanlar zikre bile değme­yen insanlardır demek en münâsibi olacak diyoruz. Haramı bildikleri halde, günahı günah olarak bildikleri halde günah işleyenleri uyarmayanlar, onların varlı­ğından rahatsız olmayanlar zikre bile değmeyen insanlardır. Bunlar ya dünyada o günahkârlarla birlikte helâk edildiler, yahut da bunların azapları âhirete intikal etmiştir.



Evet, aslında her toplumda bu üç sınıf her zaman mevcut­tur. Günahkârlar, haram bilmezler, yasak tanımazlar. Günahkârları sürekli uyarmaya çalışan, çevrelerine Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini duyurmak için çırpınanlar. Yapmayın müslümanlar! Etmeyin insanlar! Haramdır, günahtır diye bir ömür koşturanlar. Allah için se­venler, Allah için gazaplananlar. Sevdiklerini Allah için sevip, küstük­lerine Allah için küsenler. Allah adına tavır belirleyenler. Bir de kendi­leri günah işlemeseler de günah işleyen­lerden rahatsız olmadan on­larla sarmaş dolaş yaşayanlar. İşte bu âyetler çerçevesinde bizler kendi yerimizi bulmak zorundayız. Eğer günah işleyenlerdensek maymunlar olmadan hemen dön­meye çalışalım. Uyaranlardansak buna daha bir ciddi devam edelim ve kurtulanlardan olalım. Öteki gruptansak hemen vazge­çelim inşallah.





İşlerin Sonu ALLAH'a Varır (Hacc 41)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt