Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Can Sıkıntımızı Nasıl Yeneriz? (1 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
Öyle anlarımız olur ki içimizi sıkıntılar kaplar, hafakanlar ba­sar, ne yapsak, ne etsek bir türlü can sıkıntısından kurtulama­yız, bütün gün oflayıp puflarız. Acaba can sıkıntılarımızın ne­deni nedir ve bunu nasıl giderebiliriz?

Can sıkıntıları, aslında Rabbimizin bize verdiği, sonunda çok faydasını göreceğimiz güzel bir histir. Tabii ki eğer can sıkıntısı­nı fikir ufkumuzun genişlemesine ve aydınlanmasına bir vesi­le, bir kaynak olarak görürsek güzel bir histir.

Hepimiz kabul ediyoruz ki içimizde boşluklarımız, eksikleri­miz, gediklerimiz var. Ruhumuz ibadet etmek, dua etmek, yalvarmak yakarmak istiyor. "Canım sıkılıyor" diyor ve bize bu konuda bir şeyler yapmamızı söylüyor. Bunu duyan nefsimiz " hemen harekete geçiyor, müdahale ediyor ve bizi gereksiz, fay­dasız, hatta zararlı şeylere yöneltiyor. Bilmeliyiz ki, can sıkıntı­mızın nedeni nefse uymanın getirdiği tabii bir sonuçtur. "Ca­nım sıkıldı" diyerek televizyonu açıp karşısına geçiyor, hobilere başlıyor ya da en sonunda tası-tarağı toplayıp seyahatlere çıkı­yoruz.

İnsanlar hep aynı rolleri oynamaktan, aynı işleri yapmaktan dolayı dünyayı sıkıcı bulabiliyorlar. Demek ki, canımız aynı monoton hareketleri tekrarlamaktan dolayı sıkılıyor. Özellikle bilinmeyen, garip meselelerin ürkütücülüğü bizi yeniliklere her zaman kapalı tutuyor. Eskiler de bir ülfet, göz alışkanlığı hasıl ettiği için eski ve sıkıcı geliyor. Oysa düşüncelerimizi merak ve hayret uyandıran meselelerle genişletmek zorundayız. Çünkü düşüncelerimiz sınırlandığı, daraldığı için içimizde daralmalar başlıyor. O halde önce düşüncelerimizi genişletmenin yolunu bulmalıyız. Bu durumda can sıkıntımızı gidermenin en güzel yolu da kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.

Tefekkür etmek... Tefekkür etme olayını ancak nefsimizle mü­cadele ederek başarabiliriz, içimizdeki "benlik" hapishanesin­den kaçmanın, çevremizdeki "nefis duvarı"nı aşmanın tek yolu var. Sessiz, sakin bir yerde tek başımıza oturmak, düşünceye, tefekküre dalmak. Kusurlarımızı hatırımıza getirip, acizliğimizi anlamak. Nefsimizin ha bire kendisini müdafaa ettiği, Öne sür­düğü mekanizmayı bozmanın yolu, ancak kişinin kendini tanı­masıyla, kendi kâinatını okumasıyla mümkündür. Bunu da an­cak her an akıllı ve uyanık olmakla başarabiliriz.

Fikirlerimizi incelemeyi, böylece kendimizi tanımayı öğren­meliyiz. İçinde yaşadığımız dünyayı, çevremizi, derûnumuz-daki zaaflarımızı takip eden, sürekli gözlem altında tutan ger­çekçi bir insan olmalıyız. Elbetteki bu yöntem bizi ebediyen sı­kıntıdan kurtaracak değildir. Zira sıkıntı ve zahmet, hayatın vazgeçilmez unsurlarından biridir. Ama bu yöntem bizim dar sınırlarımızı genişletir ve bizi zevkli fikir seyahatlerine götürür. Çoğumuz belli meslekler ve meşguliyetler sahibi insanlarız. Ama bir mesleğin sahibi olup, kendimizi yalnızca buna alıştırıp, bununla sınırlandırırsak bir zaman sonra sıkıntı, bıkkınlık ve monotonluk içine düşeceğimiz muhakkaktır.

Yalnızca yapa gel­diğimiz meşguliyete hapsolmamalı, başka şeyler de aramalıyız. Çünkü sürekli aynı şeyleri yapmak, bir zaman sonra sabitleş­memize yol açıyor ve gelişmemizi engelliyor. Özellikle düşünce dünyamız, bilgi dünyamız daralıyor ve bu da olaylara dar çer­çeveden bakmamıza, sıkıntılara düşmemize yol açıyor. Bu yüz­dendir ki tefekkür, bizim dar dünyamızı genişliğe ve aydınlığa çıkarmak için başvuracağımız en güzel yoldur.

Tanınmış düşünür Bertrand Russell şöyle diyor: "Mesut bir havat için belli ölçüde sıkıntılara tahammül gücü şarttır. Büyük adamların ekserisinin hayatı birkaç önemli an hariç, hareketli ve alâka çekici olmamıştır. Sıkıntıya tahammül edemeyen bir nesil, ancak küçük adamların nesli olabilir."

Sıkıntılardan kaçıp kurtulmaya çalışarak çoğu zaman kendi­mizi yanlış uğraşılara yönlendiriyoruz. Bunu da, monotonluğu­muzu, sabitliğimizi öne sürerek yapıyoruz. Değişik şeyler yap­ma isteğimiz bizi çoğu zaman zararlı şeylere itebiliyor. Oysa ha­yat devamlı olarak heyecan ve hareketten ibaret değildir.

Haya­tın tabii iniş-çıkışlarından, med-cezirlerinden hoşlanmaya bak­malıyız. Ancak sıkıntıya tahammül eden, sıkıntısını güzel ve verimli çalışmalarla yenmesini bilen insan olgunluğa erebiliyor güçlü ve zengin bir iç dünya sahibi olabiliyor. Yoksa can sıkıntı­larını bahane edip evde faydasız şeylerle vakit öldürmek, kom­şulara ya da uzak mesafelere seyahatlere gitmek, insanın ken­dinden kaçışından başka bir şey değildir.

Her can sıkıntısı yaşadığımızda, içimizde bir daralma hissetti­ğimizde tefekküre dalabilsek, şu kendi kâinatımızı okumayı dü­zenli olarak yapabilsek, ne kadar çok faydalar elde edeceğimizi tahmin etmek zor olmasa gerek. Cato isimli bir düşünür bakın ne diyor: "Düşünmekten daha faal, kendi başına olmaktan daha sakin olunamaz."

Gerçekten de tefekkür çok verimli bir düşünce faaliyetidir. Böylece yapıcı ve keşfedici faaliyetlerin kaynağı olan faal sessiz­liği bulmuş oluruz. Evet. Faal sessizlik... Sessiz, sakin, kimsenin olmadığı bir mekânda tek başımıza oturmak, tefekküre dalmak suretiyle sessiz bir faaliyet içine giriyoruz. Belki görünüş itibariyle hiçbir şey yapmıyor görünüyoruz, ama düşüncelerimizde aşırı bir faaliyet meydana geliyor.

Netice olarak, tefekkür, faaliyet yolunu ve şeklini öğreten en güzel yöntem ve can sıkıntılarımızı gidermenin de en güzel yoludur.

Aslında bizi tefekküre yönlendirdiği için can sıkıntılarımıza teşekkür bile etmeliyiz. Hatta belki de Rabbimiz can sıkıntıları­mızı bize tefekkür edelim, faydalı meşguliyetlerle kendisine yö­netelim diye veriyordur, ne dersiniz?

O halde hepimiz can sıkıntılarımızla tefekkür arasında sağ­lam bir köprü ve güzel bir dostluk kurmaya çalışalım. Ve böyle­ce her zaman içimizi daraltan can sıkıntılarımızın gereksiz ol­madığını, ne kadar verimli faaliyetlere yol açtığını görerek mutlu olalım.


Yazar: Hülya Kartal
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Kalbe “samed aynası” deniliyor. Samed, yâni her şeyin kendisine muhtaç olduğu, ihtiyaçtan münezzeh Allah...

Ve bu kalbin tatmini için yegâne reçete: “bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Allah’ı anmakla sükûnet bulur). (ra’d, 28)

Mideye ve ona gönderilen gıdaya, görmeye ve onu temin eden ziyaya, akla ve onu tatmin eden mânâya, kısacası maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç olan bu âciz ve fakir beşerin, o ummanlardan daha geniş kalbini, ancak bütün mahlûkatın hâlikı ve mâliki olan Allah’ı zikir, yâni o’nu yâd etme, o’nu hatırlama tatmin edebilir. O halde insan, o’ndan başka neyi yâd etse mahlûku yâd etmiş, o’ndan gayri neyi sevse fâniyi sevmiş olur. Bunlar ise şeref ve kıymet itibarıyla kalpten çok aşağı olan şeyler. O ulvî kalp, bu süflî eşya ile tatmin olmadığı içindir ki, gafil insanı daima rahatsız eder. İşte can sıkıntısı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz şeyler hep bu doymayan kalbin açlık feryatları, ölüm çığlıklarıdır.

Kâinatın meyvesi ve cennetin yolcusu olan insanı, bu fâni dünyanın basit işleri tatmin edemiyor.

Nur külliyatından bir ulvî reçete: “iman tevhidi, tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” Sözler

Demek ki, iki dünya saadetinin birinci şartı ve her türlü manevî hastalıkların en büyük ilâcı: iman. ‘iman’ eden insan, sahipsiz, hâmisiz olmadığının şuuruna ermiştir. Bu ise başlı başına ve en büyük bir saadet. ‘tevhid’e eren insan herkesi, her şeyi ve her hâdiseyi Allah’a isnat etmenin rahatlığına kavuşmuştur.

Anne rahminde, rabbinin rahmetine emanet olmasının ne kadar hayatî neticeler doğurduğunun şuuru içinde, bu dünya hayatında o’na ‘teslim’ olan insanın ruhunu, hiçbir hâdise yaralayamaz, hiçbir acı incitemez, hiçbir keder karartamaz.

Ve sonunda ‘tevekkül’ün ruhuna eren insan, kendisine rabbinin bir ihsanı olan cüz-i iradesini, yine o’nun namına ve rızası dairesinde kullanarak o’na tevekkül eder ve her türlü takdirine razı olur. Saadet-i dareyn, yâni dünya ve âhiret saadeti de bu dört esasa bağlıdır.

İşte stres, huzur ve rahatı bu dairenin dışında arayanların acı âkıbetinin adıdır.
İki manzara: Bir yanda, insanı perişan etmek için aralıksız çalışan inanç katilleri, iffet düşmanları, en kısa ifadesiyle şer odakları... Zehir pazarlayan meyhaneler, pis havalı kumarhaneler, haya düşmanı moda odakları, körpe dimağları rezalete özendiren romanlar, hikâyeler... Ve dünyanın her tarafından ekranlara hücum ederek ruhu kemiren müstehcen sahneler. Ümitsizlik aşılamakla kalbi perişan eden acı haberler. Bitmek bilmeyen boğuşmalar. Cinayetler, trafik kazaları... Siyaset sahnesinden hiç eksik olmayan iftira çamurları, karalamalar, yalanlar, gıybetler.

Beride, hürmet-muhabbet münasebetini yitirmiş virane aileler. Görenek belâsı, desinler tutkusu yahut demesinler korkusu yüzünden, israf ile kabaran masraf rakamları. Uyku kaçıran taksitler...

Dünyanın, çoğu zaman insanların eliyle icra edilen ve insanı insana âdetâ belâ eden bu kadar maddî ve manevî sıkıntısı karşısında âciz, fakir ve fâni insan...

Ve “dünyada rahat yoktur” hadîs-i şerifini sürekli tefsir eden hastalık, ihtiyarlık ve ölüm...
Bu tablo, kalbin dünya ile tatmin olamayacağının en berrak bir göstergesi ve insanın nazarını bir başka diyara çeviren bir hidayet öncüsü.

Gerçekten de dünyada rahat yoktur. Zira şu imtihan âleminin yapısı buna müsait değildir. İmtihanda rahat olmaz. İnsan bu kâinatın meyvesi olduğundan, elementlerin insan bedeninde, hâdiselerin de onun ruh âleminde misalleri, izleri, gölgeleri vardır. Âlemde olduğu gibi insanın iç dünyasında da, sürekli bir bahar gözleyemezsiniz. Onun da kışı, yazı, sonbaharı vardır.

Havası daima sakin değildir. Şimşeği, fırtınası, kasırgası vardır. Onu da hep aydınlık göremezsiniz. Karanlığı, gölgesi, bulutu vardır. Onda da mahsuller bir cinsten değil. Çiçeği, meyvesi, dikeni vardır. Sahası da engebesiz değildir. Dağı, uçurumu, deresi vardır.

Bunun böyle olduğunu kalbimize iyice sindirdiğimiz takdirde, hâdiselere bakış açımız değişecek, yersiz kederlerden, heyecanlardan, karamsarlıklardan büyük ölçüde kurtulmuş olacağız.

Ve bütün bunlar dünyada rahat olmadığının birer şahidi. Şu var ki, rahatla saadeti karıştırmamak gerek. Dünyada rahat yoktur, ama huzur ve saadet vardır. Bu mefhumlar, bedene değil ruha bakarlar. Ruh ise iman, salih amel, takva ve güzel ahlâk ile huzur bulur ve mesut olur
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt