Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Çalışmak, rızkı değil malı artırır (1 Kullanıcı)

imported_takva_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
13 May 2012
Mesajlar
44
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
30
Allahü teâlânın feyizleri, nimetleri, ihsânları yani iyilikleri, her ân, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmektedir. Herkese mal, evlât, rızık, hidâyet ve dahâ nice iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir. Fark, bunları alabilmekte ve bazılarını da alamamak sûretiyle, insanlardadır. Nahl sûresinin 33. âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar) buyurulmuştur.

Bir kimse, âlemlerin sâhibinin, her şeyi, ne büyük nizâm ve kemâl üzere yarattığını anlarsa, Hûd sûresi 6. âyet-i kerîmesi olan; (Allahü teâlânın rızık vermediği, yeryüzünde bir mahlûk yoktur) meâlini pek kolay görür. Âlemi çok güzel idâre edip, kimseyi aç bırakmadığını bilir. Açlıktan ölenler varsa da, onların eceli öyle olduğu içindir. Yoksa, çalışmadıkları için değildir. Çünkü çok malı olduğu halde, açlıktan ölenler vardır. Hasan-ı Basrî hazretleri, bu inceliği açık gördüğü için; “Basra ahâlisinin hepsi, benim çocuğum olsa ve bir buğday tânesi bir dînâr olsa, hiç sıkıntı çekmem!” buyurmuştur.

Veheb bin Verd hazretleri de buyuruyor ki:
“Gök demir olsa, yer tunç kesilse, rızık için üzülürsem, kendimi Müslümân bilmem!”

“EMRETTİĞİ İÇİN ÇALIŞMALI”
Vaktiyle bazı kimseler, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine;
-Rızkımızı arıyoruz dediklerinde;
-Nerede olduğunu biliyorsanız, orada arayınız! buyurur.
-Allahü teâlâdan istiyoruz dediklerinde;
-Eğer, sizi unutmuş sanıyorsanız, hâtırlatınız! cevabını verir.
-Tevekkül ediyoruz, bakalım ne gönderecek dediklerinde de;
-İmtihân ederek, deneyerek tevekkül etmek, îmânda şüphe bulunmasını gösterir buyurur.
-O hâlde ne yapalım? dediklerinde ise;
-Emrettiği için çalışmalı, rızık için üzülmemeli, tedbîrlerin arkasında koşmamalıdır cevabını verir.

Rızık için, Allahü teâlânın verdiği söze güvenmelidir. Emrine uyarak çalışanı, rızkına ulaştırır. Hadîs-i şerîfte; (Bir kimse, Allahü teâlâya sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden, ona rızık verir. Her kim, dünyâya güvenirse, onu dünyâda bırakır) buyuruldu.

Şumeyt bin Aclân hazretleri buyuruyor ki:
“Her gün ömrünün bir kısmı gitmekte, sen ise buna üzülmüyorsun. Her gün sana yetecek kadar rızık verilmekte, fakat, sen, sana verilen şeyleri kâfi görmüyorsun ve seni azgınlaştıracak, Allahü teâlâdan uzaklaştıracak şeyi istiyorsun. Aza kanâat etmiyor, çokla doymuyorsun. Kendine ihsân edilen ve içinde bulunduğun nîmetlere şükretmekten âciz iken, daha fazlasını istemek nasıl uygun olur? İsteğinin fazlalığı seni aldattı. Arzu ve istekleri dünyâ için olan bir kimse, âhiret için nasıl çalışabilir. Hayret edilir, ne kadar çok şaşılır şu kimseye ki, âhirete inanıyor ve dünyâ için çalışıp ona koşuyor.”

Bişr-i Hâfî hazretleri rızık konusunda insanları haramlardan ve şüphelilerden sakınmaya teşvik ederdi. Özellikle ticâret erbâbını helâl ve temiz kazanca yönlendirmeye çalışırdı. Bu husustaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri sık sık tekrar eder ve; “Ekmeğini nereden kazandığına iyi bak. Kendini Cehenneme atma” diye nasîhat ederdi.

“NİÇİN ÜZÜLÜYORSUNUZ?”
Ebû Hâzım hazretlerine;
-Efendim, fiyatlar çok yükseldi, pahalılık var dediklerinde;
-Niçin üzülüyorsunuz? Bolluk zamanında sizi rızıklandıran Allahü teâlâ, pahalılıkta da size rızık verecektir buyurmuştur.

Netice olarak, kesb yani çalışmak, malı artırır ise de, rızkı artırmaz. Çünkü rızık, mukadderdir, ezelde takdir ve taksim edilmiştir. İnsanlar müşevveş-üz-zihin yani zihinleri karışık, tereddütlü olarak yaratıldığı için, kesbetmek, çalışmak, emrolundu. Rızık, maâşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlâ, sebepler vasıtası ile yaratmaktadır, âdet-i ilâhiyyesi böyledir. Ahmed bin Celâ hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Rızkını Allahü teâlâdan bilmeyip de onun mahlûkundan beklemek, insanı cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırıp, halka muhtâç eder.”


osman ünlü makale
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Helal dairesinde çalışmak ibadettir. Sebeplere uygun hareket etmek ise bir açıdan duadır. Ancak bu çalışma sonunda verilenleri de Allah'ın bir ihsanı ve ikramı olarak bilmek gerekir. Bu iki ölçüye uymayan düşünce ve çalışma ise yanlıştır. Bu nedenle aç kalırım endişesi doğru değildir. Çalışmak bizden, muvaffakiyet Allah'tandır, anlayışıyla hareket etmeliyiz.

Elbette geleceğimizi de düşünmeliyiz. Ama bu endişe boyutunda ve Allahın rahmetine güvenmemek anlamında olmamalıdır. Dünyadaki geleceğimize verdiğimiz değerden daha fazlasını, ahireteki geleceğimize de ayırmamız gerekir.

Dieğr taraftan Tevekkül çalışmamak değidlir. Tevekkül, sebeplere teşebbüs ettikten ve gerekli bütün tedbirleri aldıktan sonra, Cenab-ı Hakk’ın verdiği neticeye razı olmaktır. Böyle bir insan huzurlu yaşar, maişet noktasında endişeye kapılarak ruhuna elem çektirmez, Peygamberimizin şu hadis-i şerifi ona büyük bir ümit kaynağı olur: “Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül ederseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır.”

Tevekkül hiçbir zaman çalışmayı, sebeplere teşebbüs etmeyi men etmez. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de: “Doğrusu, insan için kendi çalışmasından (gayretinin neticesinden) başka bir şey yoktur” (Necm Sûresi, 39) buyurmuştur.

Bir adam Peygamberimize (a.s.m.) gelerek, “Ben devemi salı vererek mi tevekkül edeyim, yoksa bağlayarak mı?” demiştir. Efendimiz ise, “Deveni bağla sonra tevekkül et” (Tirmizi, Kıyamet, 60) buyurmuş, böylece tevekkülün ölçüsünü en güzel şekilde ortaya koymuştur.
Ayrıca şu bilgileri de okumanızı tavsiye ederiz:
Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz'an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.
Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir. Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş; söyleyeceğim. Şöyle ki:
Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.
İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî. Meselâ, endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüt altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.
Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan merâtib-i mâneviyeye ve derecât-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mâl-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılâp eder.
Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder.
İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur. (Nursi, Mektubat, 9. Mektup)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt