Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

çağdaş mimar sinan turgut cansevere rahmet... (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Dünyada üç Ağa Han Mimarlık Ödülü almış tek mimar Cansever, vefat etti. Bir kişi eksilmedik sadece. Bu toprağın sesini dünyaya duyuran kanallardan birini daha yitirdik. Mustafa Armağan anlatıyor:

23 Şubat 2009 06:43
size10.gif
size12.gif
size14.gif
size16.gif



Ünlü Tarihçi Mustafa Armağan'ın yazısı
Turgut Cansever vefat etti... Bir kişi eksilmedik sadece. Bu toprağın sesini yiğitçe dünyaya duyuran kanallardan birini daha yitirmiş olduk. Cümlemizin başı sağ olsun. Şeytanlar palalarını çekip üzerimize geldikleri zaman çöllerimizin iniltisini artık daha yakıcı bir şekilde duyacak paslı kılıçlarımız. 'Bir yiğit eksik burada', diyeceğiz. .
'Kim o?' diye soranlara kaşımızı kaldırıp 'Elbette Turgut Cansever' diyeceğiz.
İlk tanıdığım günden beri ne zaman yakınına sokulsam o dalgası hiç eksilmeyen denizin ortasında sallanırken bulurdum kendimi. Saatler boyu en ufak bir yorgunluk alameti göstermeksizin katıksız bir aşkla anlatır, daima anlatırdı. Bazen yarı yaşında olmama rağmen bitap düşer, takip edemez olurdum düşüncelerinin akışını.
Ne anlatırdı sahi?
Düşünüyorum da, İbn Arabi'nin "Füsûs"unu, Whitehead'in eğitim felsefesini, Konfüçyüs'ün hikmetlerini, Bracque'ın resim anlayışını, Sinan'ın neden bir Ayasofya yapmadığını, Nietzsche'nin delifişek cümlelerini fikir silindirinden geçirdikten sonra öyle bir infilak ettirirdi ki, havai fişek ziyafetinin seyrine asla doyum olmazdı. Bir söyleşisinde Nietzsche'nin "Batan güneşi severim, çünkü yeniden doğacaktır" sözünün mengenesini kendine mahsus bir işlemle şöyle çözmüştü: "Biz en büyük batan güneştik. Evvela battığımız için daha evvel doğmak ihtimalimiz var." Karşısındaki şaşkın, sormuş kendisine: "Batan güneşten neyi kastediyorsunuz?" Cevabı "Osmanlı dünyasını kastediyorum" olmuştu.
Turgut Cansever'i bunun için çok özleyeceğiz, zira bir daha Osmanlı gibi bir oluşum filizlenmesin diye ellerinden geleni yapanlara karşı bu topraklardan bir gün yeniden bir medeniyet doğacağına duyduğu kesin inancı bu derece kuvvetle ifade eden birisine duyduğumuz ihtiyaç gün geçtikçe artmakta. Kendisine güvenen, kültürünün imkânlarına Batı karşısında komplekse kapılmadan bir hazineye eğilir gibi özenle eğilebilen ve bu uğurda dirsek çürüterek akıl ceplerimizi cömert bahşişlerle doldurabilen insandır en büyük eksiğimiz.
Şirazlı Hafız ne güzel demiş: "İnsan ömrü öyle bir bestedir ki, ancak kendisinden sonra çalınırsa o insan gerçekten yaşamış sayılır."
Turgut Cansever kişiliğiyle yakınlarına, fikir ve eserleriyle de gelecek nesillere dinlemekten bıkmayacakları nefasette bir beste bırakan talihlilerdendir.
Mekânı Cennet olsun.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Turgut Cansever'i bunun için çok özleyeceğiz, zira bir daha Osmanlı gibi bir oluşum filizlenmesin diye ellerinden geleni yapanlara karşı bu topraklardan bir gün yeniden bir medeniyet doğacağına duyduğu kesin inancı bu derece kuvvetle ifade eden birisine duyduğumuz ihtiyaç gün geçtikçe artmakta. Kendisine güvenen, kültürünün imkânlarına Batı karşısında komplekse kapılmadan bir hazineye eğilir gibi özenle eğilebilen ve bu uğurda dirsek çürüterek akıl ceplerimizi cömert bahşişlerle doldurabilen insandır en büyük eksiğimiz.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
901420090223064653148.jpg
CANSEVER GÖNÜLDAŞA RAHMET....dileriz ALLAHCC DEN...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İslam alemi ve ülkemiz adına gerçekten büyük bir değer ifade eden üstadı rahmetle uğurlarken... Gençlerimize; "İşte size ardından gidebileceğiniz örnek bir şahsiyet!" Diyorum. M. Armağan'ın da belirttiği gibi o sadece bir mimar değildi; o bir MEDENİYET MİMARI idi. Allah taksiratını effedip rahmetiyle muamele eylesin. (el-Fatiha)
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Evet.hayatta tanıdığım en muhteşem insan.karşısına geçince,önünü iliklemeye mecbur olduğun örnek insan.sesini yükseltmeyen,öfkesini dahi şefkatle anlatabilen.osmanlı hayranı,eski eser doktoru insan.kestane ve meşe ağacı yetiştirip istanbulun bir yerinde,''bir ahşap kent''oluşturmayı dahi hayal edebilen 75 yaşında bir delikanlı.o mimarların piri denilebilecek,yeri asla doldurulamayacak insan. geride bıraktığı herbiri değerli mimar olan evlatlarının acısını gönülden paylaşırım.ALLAHIN RAHMETİ ÜZERİNE OLSUN..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
‘Sanat ahlak alanındadır’
“Sanat eseri varlık-kainat tasavvurunun yapılara yansımasıdır. Eserini ortaya koyarken aldığı her karar sanatkarın varlık ve varlığın güçleri hakkındaki tasavvuruna göre şekillenir. Bu özellikleri ile sanat ahlak alanında yer alır” T Cansever...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Ankara Belediyesi metropol planlama, yeni yerleşmeler, kent merkezleri ve koruma danışmanlığı görevlerinde de bulunmuştu.
Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’nün yanı sıra, 2007 yılında TBMM Üstün Hizmet Ödülü’ne ve 2005’te de Kültür Bakanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülen Turgut Cansever, 1999 Marmara depreminin ardından ‘İstanbul Deprem Çalışma Grubu’nu oluşturmuş, ‘Depreme Karşı Yeni Şehir Üretimi Projesi’ni başlatmıştı. ‘Şehir ve Mimari’, ‘Ev ve Şehir’, ‘Kubbeyi Yere Koymamak’, ‘Şehir ve Mimari Üzerine Düşünceler’ ve ‘İstanbul’u Anlamak’ gibi kitapları bulunan Cansever, aynı zamanda üç Ağa Han Mimarlık Ödülü kazanan dünyadaki tek mimardı. Cansever, Ahmet Ertegün Evi, türk Tarih Kurumu ve Demir Tatil Köyü’yle üç kez Ağa Han Ödülü kazanmıştı.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Mimar Sinan’ isimli kitabında, genel olarak İslam mimarisi, özelde de Sinan’ın eserlerinin demokratik bir yapıda olduğuna dikkat çeken Turgut Cansever, “Yapıyı kullanan herkes, kendi yerini tayin ediyor. Bu tam mutlak bir demokratik yapıdır, mimarideki demokrasidir. Yapı emretmiyor, kesin olarak tarafsız bulunuyor. Osmanlı toplumunun ortak güzellik değerleri vahşi Batı değerleri ithal edilerek Türk aydınları tarafından tahrip edilmiştir. O yüzden Sinan’ın eserleri toplumdan tecrit edilmiş, taş yığını haline düşürülmüşlerdir” demişti.
2007’de Atilla Yücel’le birlikte ‘Turgut Cansever: Mimar ve Düşünce Adamı’ adlı kapsamlı bir sergi hazırlayan Uğur Tanyeli, Cansever’le ilgili “Türkiye’nin ezberini bozmayı başarabilmiş, mimarlığı ve eleştirmenliğiyle tabuları yıkabilmiş, bir anlamda bir dekonstrüksiyon yaratabilmiş bir insan. Bu açıdan Cansever hem hayatı, hem mimarlığı, hem de düşünce adamı olarak çok önemli” yorumunda bulunmuştu.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Bir Güzellik Savaşçısı: Turgut CANSEVER



Av. Harun YÜKSEL





Şu çirkefe bulanmış, çirkinlerin ve çirkinliklerin istilasına uğramış dünyada...



Güzelden ve güzellikten anlayan... İnadına güzel kalan, ısrarla güzellikleri savunan nadir insandan biriydi Turgut Cansever...



Bir güzellik savaşçısı...



Hikmet ehli bir Müm’min...



***



Bu güzel insanların sayıları ne yazık ki çok az...



Ve ne yazık ki; biz onların kıymetlerini hayatteyken bilmiyoruz/bilemiyoruz...



“Kadrini seng-i musallada bilüp ey Baki/ Durup el bağlayalar yâran saf saf” demiş ya şairlerin sultanı...



Aynen öyle...



Geriye hiçbir şeye çare olmayan bir “keşke” kalıyor dilimizde...



Keşke kadr ve kıymetlerini bilseydik de; içlerindeki güzelliklerle dünyamızı güzelleştirecek imkânları onların önüne serebilseydik...



Keşke arsızın, hırsızın, yüzsüzün, vurguncunun, hortumcunun, soyguncunun yağma ve talanına cömertçe aştığımız resmî, içtimaî veya şahsî imkânlarımızın bir kısmını bu güzel insanların emrine amade kılabilseydik...



Keşke...



Azrail Aleyhisselâm, onları “Mutlak Güzel”e götürmek için harekete geçmeden önce...



Şu “devrim”i yapabilseydik de...



***
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Bazı insanlar vardır... Onları tanımakla gerçekten şerefyab/şeref sahibi olursunuz...



İşte merhum Turgut Cansever onlardan biriydi...



Ve ben, onu tanıma şerefine nail oldum...



Birincisinde Hayreddin Soykan’la birlikte 29 Ekim 1997 tarihinde Akademya dergisi için bir röportaj gerçekleştirmiştik... İkincisinde Akademya dergisinin düzenlediği bir paneli yönetmiştim... O panele konuşmacı olarak merhum Turgut Cansever de davet edilmiş ve o da lûtfedip teşrif etmişti...



Her iki karşılaşmamızda da olağanüstü, mest edici, insanın ayaklarını yerden kesen, hikmet yüklü tespit tahlil ve terkipleri dinlemenin hazzını yaşamıştım. Herhalde bu haz, ölünceye kadar gönül damağımda doyumsuz bir lezzet olarak hep mahfuz kalacaktır...



Bunun için Rabbime hamdediyorum...



***



Emir büyük yerden...



“Mutlak Güzel” olan Allah, güzelliklerle bezediği bir kulunu daha yanına almayı emir buyurdu ise ona kim ne diyebilir ki?



Bu güzel insanı Mutlak Güzel’in yanına uğurlarken geride bıraktığı eserlerine sahip çıkmak, onun öğrettiklerini hayata geçirmeye çalışmak...



Onun öğrettiklerinin rahatça hayata geçebilmesi için gereken “güzel ahlâk”ı hayata hâkim kılacak yeni bir siyasî rejim olan “Başyücelik Devleti” ni bir an önce “kuvveden fiile” çıkarmak... Güzellik sancağını onunla birlikte toprağa düşürmek istemeyen bütün mü’minlerin boynunun borcu...



***



Onu rahmetle anmamıza vesile olması dileğiyle Akademya Dergisi’nde yayınlanan röportajdan tadımlık lezzetler sunarak bu yazıyı noktalamak istiyorum:



* “Bakın; Konya’da “Milletler, Milliyetler ve Küreselleşme” konulu bir toplantıda birisi: “Asya İslam- Türk toplumlarıyla bütünleşirsek, küreselleşme denilen bu gizli sömürgeleştirme operasyonuna karşı çıkabilecek bir büyüklük elde edebiliriz”, ve devamla “Bunun için, dil birliği kurmak çabası sarfediyoruz!” dedi. Üzerine basarak ben de dedim ki: “Bugünün Türkçesi merkezinde bir birlik hiçbir şey ifade etmez. Eğer biz Bakî’yi anlamıyorsak, Özbekler de Ali Şîr Nevaî’yi anlamıyorsa; böylesi bir kültür mahrumluğu içerisinde varılabilecek hiçbir yer yoktur. Ama madem bu diller yoğrularak bir beraberlik kurulacaktır; bu, Bakî’yi de, Ali Şîr Nevaî’yi de anlayacak bir dil olmalıdır.”
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
“Meselâ, roman değil ama, şiir, asrın başında halkın dil zevkinin, dilbilgisinin sanatıydı. Tabiî, romana nazaran, yoğunluğuyla ve insanların da iştirak edebilmesiyle, yani çok daha yoğun bir kültürel bilinçlenme ve değişim alanı olmasıyla tâ köylere kadar sârîydi. İkinci olarak, musikî de öyleydi. Hatta gayrimüslim anâsırı dahi aynı kültürle zenginleştiren, mezceden bir yapı. Geçen sabah radyoda hikâyesini dinlediğim Bimen Şen, aslen, Ermeni ve Dürzi kiliselerinde âyin okuyan bir Ermeni papazken, Aziz Dede’nin musikîsinde yoğrulup, ismini de değiştirerek Bimen Şen oluyor. Ortak irfan iklimine bir diğer misâl de; mimarînin temel sanat ve ilimlerinin, resmin, rengin, tezyinatın bile, o kültürün herkese şâmil unsuru olması. Bursa’da hanımlar; katıldıkları hanım toplantılarında evlerin mimarîsini, renklerini konuşuyorlardı. Her mahallenin tekkesinde, hem şiir hem musikî hem hat hem mimarî tartışılıyordu. Bugünkü sanat yazarlarının yaptığı gibi, boşlukta da tartışılmıyordu. Beraberinde, tasavvufî bilgi ile kendini yetiştirme çabasının zemini üzerinde bezenirdi herşey. Varolan bir “ruh” ihyâ edilirdi her dem. Şayet onu, ülkenin her mahallesinde insanların tartışacakları alanlara ulaştıramıyorsak, böylesi ortak mahaller yoksa; tabiatiyle yapılan onca şeyin eriyip gitmemesine imkân yok. Bugün tekkelerin açılmasına müsaade edilmiyorsa, “kültür merkezi” filan diye her mahallede iki odalı bir yer açılmalı ve bu meselelerin konuşulması âdet hâline getirilmeli.”



* “(Halkevleri’nde) İşin “ruh”u yok. Yani arkasında hiçbir inanç temeli, düşünce temeli yoktu bunların. Bir boşluk üzerinde; insanlar oraya gelecek, güya resim yapacak, heykel yapacak, saz çalacak. Oysa, musikînin kendisi dışarıdaydı orada. Bütün halk sanatlarına, Halk Musikîsi’ne temel teşkil eden o “büyük musikî” yoktu orada. Ama tekkelerde vardı!..”



* “Benim dedem de Kasımpaşa Türabî Tekkesi şeyhi. Bütün aile, 300 sene kadar evvel Asya’dan bir yerden gelip Edirne civarına yerleşmişler. Sonra Kasımpaşa’ya gelip Türabî Tekkesini kurmuşlar. Kimi zaman bir amca, kimi zaman dedeler hâlinde devam etmişler. Evet; böyleleri varken, nasıl olup da çöktük, demiştik ya! Geçen yaz okuma fırsatı bulduğum; Ataullah İskenderanî’ye ait “El-Kısmet-ül Ataviyye”. Özellikle son bölümlerine geldiğimde, işte apaçık “Bu adamın bu muhteşem düşüncesi Elhamrâ’yı vücuda getirmiştir” dedim. Lâkin, hemen birkaç dakika sonra da dedim ki: “Evet, Emevîlerin Endülüs’ü, İspanya’yı kaybetmelerinin sebebi de bunun içerisinde yatıyor!”... Bilmiyorum, Varlık Felsefesi’yle hiç meşgul oldunuz mu? Bu bâbdaki “Ontoloji” isimli yazısında Nicolai Hartmann, Batı felsefesinin kaynağından günümüze kadar süregelen ikili varlık telâkkisinin nasıl bir yanılgı olduğunu anlatıyor. Dikkat ettiyseniz İslam düşünürleri böyle bir ikili yapıdan kaçınıyor gözüküyorlar. Devam edersek; düşünce bu ikili yapı üzerinde gelişmiyor. Hâlbuki Batı felsefesi, hep bu ikili yapı üzerinde gelişiyor ki; problem, bunlardan hangisi hâkimdir noktasında düğümleniyor. Bu tezler karşısında Hartmann’ın getirdiği “dörtlü” yapı üzerinde bir miktar düşünülürse, orada bir kuvvet ve etkileme sistematiğine ait nasıl yapısal bir çözümleme olduğu görülebilir. En katı ve en kaba “maddî” varlık tabakası olarak baktığınızda; o, bir meseleye dair kendi aslî şartlarını emrediyor. Duvarı, o “maddî” yapı şartlarına

göre inşâ ediyorsunuz. Ama aynı zamanda, “maddî” olan o taşa duvarda bir yer verdiğinizde, bu sefer o, duvarın bir fonksiyonu için konulmuş “şey” oluyor. Kaleyse kale, evse evin duvarına. Ve böylece, taş da “ona göre” ölçü alıyor, duvarda yer alıyor, biçim alıyor. Yani, o taşın nerede ne biçim alacağını tâyin eden ilim; bir “üst” sosyal, biososyal alanın meselesi. Tabiî, yer çekimi ve duvara ait yasalar bakî kalıyor. Bahsettiğimiz “üst” alandan devam edersek; mahallesindeki evinde herkes birbirinden eminse, bu takdirde duvarının koruma gayesinin “mahiyeti” değişiyor. Diyelim, gürültüye ve mahrem hayatın görünmesine karşı koruma gündeme geliyor da, maddî saldırıya karşı gelmiyor. Maddî varlık tabakası verileri, bu tabakada yer değiştiriyor. Yükseldiğimiz bu tabakada, korku gibi bir “psişik” hâl etkili oluyor, yani “sosyal yapılaşma” insanın “psişik” âleminin etkisi altında biçimleniyor. Yalnız bu âlem, hayvanınkinden farklı olarak “terbiye ile” şekilleniyor ki, terbiyeden güdülen gayeler olarak “inanç” benzeri çıkış noktalarını ele veriyor. Yani insan varlığı yahut insanla kâim, insanın da onunla kâim olduğu “manevî âlem”, kademe kademe yapılacak herşeyi biçimlendirmekte etkili oluyor. Ve neticede gelinen yer olarak, onun da temelinde “inanç” yatıyor. Burada, o inanç, şayet varlığı ikili olarak tarif etmişse ve meselâ Hıristiyan “materyalizm karşıtlığı” gibi dünyayı günah addetmişse, mesele ortada kalıyor. “Niye çöktük?” sorusunun cevabına dair, baştaki Ataullah İskenderanî’nin kitabına dönersek; onun, İslam tasavvufundan bir miktar kopup Katolik Kilisesi’nin değerlerine yaklaşmış gibi, Katolikliğin merkeziyetçi tahakküm ihtirasından etkilenmiş gibi gözükmesine ilişik bir tesbite varıyoruz...”



* “Bilgi Teorisi etrafında bir tartışma açılacak olsa, şu hemen kaçınılmaz bir şekilde gündeme gelecektir ki, her bilgi geliştirme aşamasından evvel hür bir “seziş” yeteneği yatıyor temelde. Son derece önemli olan husus da; sanat eserini o seziş meydana getiriyor. O sezişin, bir bütüncül (küllî) yaklaşımın içerisinden bir

“yer” aydınlanıyor ve ister bilgi ister araştırma “orada ilerlemeli” diyorsunuz. Yıl 1981 filandı; Zürih’te kaldığım otelde müthiş bir dökümanter film seyrettim. Kendisiyle görüşülen kişi, “Enstitü Pastör”de bir tıp araştırmacısıymış. Tıbbî bir mesele için 14-15 senedir tüm dünyada araştırma yapılıyor ve başında bu zât olmak üzere, “Enstitü” de bu meseleyi aydınlatmaya çalışıyor. Ama nafile!..

Bir pazar günü, yine sabahlara kadar çalışıp yorgun düşen adama, “Gel biraz yürüyüp, sinemaya gidelim!” diyor karısı. Gidiyorlar; fakat filmi 15- 20 dakika seyreden adamın gözü bir sahneye takılınca, birden kafasında şimdi yedek hiç düşünemediği bir şey canlanıyor ve karısını bırakıp eve dönüyor, geceyarısına kadar yazıyor, nihayet meseleyi çözüyor!.. Kısacası, daha önceki bir yaklaşım tarzında veya araştırma kanalında ulaşılamayan bir çözüme; farklı bir seziş ve bakış kanalında hemen ulaşabiliyorsunuz. Burada, herşeye bakmaya hazır bir insan tipi oluşturulmasına ihtiyaç var. “Bak; her şeye bak!”. Hiçbir şeyin, o bakmanın derinliğini kısıtlamaması içinde; Hz. Ali’nin, Hz. Peygamber’in yanına giderken söylediği hâle, insanlığın kendisini getirmesi icab ediyor: “Bütün inandıklarımı, bütün bildiklerimi terkediyorum. Bomboş olarak gidiyorum ki, O’ndan alabileceklerimi alayım” diyor. Bunun eğitimi acaba tekkelerde bir ölçüde kaybolmuş muydu ki, yenileşme ve atılım olamadı?..”
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
* “Avrupaî bir stil tüten Sultanahmet Çeşmesi tamamlandığında, İstanbul’un mimar esnafı saray etrafında nümâyiş yapıyor; “Bu süslü püslü nesne ile Hünkâr’ın, İstanbul halkının yüce zevkini rencide etmeye hakkı yok!” diye. Harika! Ona tepki geliyor. Ama, bir Süleymaniye’yi, bir Sultan Selim Camii’ni müsbet yönde çözümleyecek bir gelişme de görülmediği gibi; giderek, Nur-u Osmaniye’nin Barok’tan aktarılmış “kaba etkilemeyi esas alan” güçlü hareketleri, Batı musikîsi ve romanındaki minvalde tesirini artırırken, bunları çözümleyebilecek tepkiler de görülmez oluyor... Bakın, bence dönüşümün ilk adımı, Sinan’dan Mehmet Ağa’ya geçerken atılıyor. Sinan’da, bir mimarînin her unsurunun gayet gerçek bir yapısı

var. O gerçeklikle beraber, bütün bunların birbirine eklenmesiyle vücud bulan bütünlüğün de, “tezyinî” bir karakteri var. Bunlar, bir yapının bütün unsurlarıyla mümkün. Bir kubbenin dört büyük ayağa oturması, her bir sütun başlığının mukarnas tezyinatının -meselâ mukarnas içinde- dağılımı; işte bunun gibi tüm unsurların birliğinde ortaya çıkan bu gerçeklikte, onun tamamen zıttıymış gibi gözüken “transandantal-aşkın” yaklaşımın ürünü olarak “tezyinî” karakter, içiçe sarmalanmış bir vaziyette beraberce varoluyor. Hâlbuki Sultanahmet Camii’nde bütünüyle lâtif bir uyum havası esiyor. Hiç şüphe yok ki, o da insanlık tarihinin en büyük eserlerinden biri ama, ciddi bir fark var ortada. Mehmet Ağa’nın bu yaklaşımı Sinan mektebi mensuplarının direnişleriyle karşılaşıyor. Ve onlar da Yeni Camii vücuda getiriyorlar. Üsküdar Yeni Valide Camii ve Yeni Camii! 1670’lerde bitiyor cami... Ve geliyoruz 1683’deki, Köprülü’nün ll. Viyana Seferine! Bu sefere giden Köprülü’nün ordusu, o tarihte dünyanın en iyi teçhiz edilmiş ordusu ve karşılaştığı ordulardan hem sayıca hem de silah mükemmeliyetince üstün. Ancak, Viyana’da bu koca ordunun bir birliği geri çekilince hepsi birden geri çekiliyor. Doğrusu burada İbn-i Haldun’a hak vermek gerekiyor: “Kaybolan asabiyet”. Yalnız asabiyet değil, kaybolan değerler hiyerarşisinde “doğru-güzel” de kayboluyor. Köprülü, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, sayıca fazlalık, silah üstünlüğü, bu büyüklükte bir orduyu buradan Viyana’ya götürebilecek organizasyon gücü; tüm bunların bir kuvvet faktörü olmasına ve Osmanlı ordularının ilk defa düşman ordularının birkaç misli büyüklüğe ulaşmasına rağmen, yine ilk defa ve o zaman yeniliyorlar!”



***



Allah’ın onu rahmetine gark etsin, Resulullah’ın şefaatine nail olsun ve mekânı Cennet olsun.



BARAN Dergisi Sayı: 111
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Mimarlığa yeni katkı: Osmanlı Şehri

51496.jpg

_large20100222__7757074237.jpg


Merhum mimar Cansever'in Osmanlı Şehri kitabı Cansever düşüncesinin insan-mekan ilişkilerinin tarihsel boyutu ortaya koyuyor

http://forum.islamiyet.gen.tr/editor/3-anadolu-haber.htmlMerhum mimar Cansever'in Osmanlı Şehri kitabı Cansever düşüncesinin insan-mekan ilişkilerinin tarihsel boyutu ortaya koyuyor



Cansever kitaplığına yeni bir eser daha eklendi. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Osmanlı Şehri adını taşıyan kitabı Cansever düşüncesinin izini sürmek bakımından önemli olduğu kadar insan-mekân ilişkisini tarihsel boyutuyla ele alıp zaman içinde yaşanan değişimler ve akımlarla birlikte incelemesi bakımından mimarlığın anlam ve önemini de çarpıcı bir biçimde seriyor gözler önüne.

Mimarlık kaçınamadığımız sanattır. Tabiatta değilsek her uyanık anımızda onunla birlikteyiz; o içinde yaşadığımız sanat biçimidir. Belki de bu tanışıklık yüzünden mimariyi, üzerine pek düşünmediğimiz şu gündelik teknik aygıtlarımızın en büyüğünü yalnızca yararlandığımız bir etmen olarak görme eğilimindeyiz. Ama diğer sanatlardan ayrı olarak mimarlık, insan davranışını etkileme ve koşullama gücüne sahiptir; örneğin bir odadaki duvarların rengi ruh durumumuzu belirleyen etkenlerden biridir. O yüzden şu anonim ifade son derece önemlidir: "Mimari hayatın zarfıdır." Kuşkusuz sadece bu kadar değil mimari. Çünkü mimari aynı zamanda, eşzamanlı olarak tarihin de zarfıdır! Mimari yapı(t)ları yok etmeden tarihi yok edemezsiniz. Mimariye bu açıdan bakıldığında ilk akla gelen isimler arasında geçen yıl vefat eden Turgut Cansever’in farklı bir yeri vardır.
Turgut Cansever’in düşünce mirasının önemini kavramak bakımından oldukça önemli gördüğüm tespitleri içinde barındıran Gökhan Özcan’ın Edebiyat Ortamı dergisinde yayımlanan ‘Bilge Mimar' Turgut Cansever adlı yazısından bir alıntı ile yol almak mümkün: “Maalesef medeni kültürel zincirimizin en zayıf halkalarından birini mimari alanı oluşturuyor.Bu alanda çok uzun zamandır çorak bizim topraklarımız... Şaşırtıcı ama gerçek, insanlık tarihinin en muhteşem mimari eserlerinin bugün hala ayakta olduğu bu topraklar, dünün ruhunu bugünün imkânlarıyla ve ihtiyaçlarıyla yoğuracak bilge mimarlar yetiştiremiyor. Turgut Cansever, bu tarihi bütünlükle meseleye baktığımızda tek istisna, tek bilgelik ışığıydı. Bugün aramızdan ayrıldığında ne kaybettiğimizi anlıyoruz. Demek varlığıyla aydınlanmayı da ihmal etmişiz. Yazık gerçekten, çok yazık, gelecek nesillere Turgut Cansever'i sadece Sinanî geleneğin yeni zamanlardaki temsilcisi olarak değil, her şehirde onlarca eserini yükselttiğimiz, ilhanlıyla yeni bir medeniyet imarı başlattığımız bir toplumsal önder olarak anlatma fırsatını kaçırdık. "Bizim şehrimiz neresi?" diye soracak kadar bile masumiyetimiz olmayacak artık!”
Medeniyet temelli mimarlık düşüncesine katkıları olmuş Turgut Cansever’in bu noktada farklı bir örneklik ortaya koyduğunu ifade etmek için sadece şunlar bile hatırlansa yeterli: Cansever, 1946’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mimarlık Bölümü’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünde doktorasını tamamlar. Doktora konusu: “Selçuk ve Osmanlı Mimarisinde Üslûp Gelişmeleri”dir. (Uğur Tanyeli’nin deyimiyle Türkiye’de Sanat Tarihi doktorası yapmış tek mimar odur). Cansever, 1950-51 yıllarında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yapar ve akademideki planlama çalışmalarını yürütür. 1960 yılında Frank L. Wright, Le Corbusier, Walter Gropius, Aalvar Aalto ve Mies Van der Rohe gibi çağdaş mimarlığın beş devini incelediği “Modern Mimarinin Temel Meseleleri” adlı teziyle doçent olur.
Turgut Cansever'in kendi kurguladığı kavramsal çerçeveyi ve bir mimar olarak oluşturduğu ve yapıları yaparken bağlı kaldığı bağlamı makale, söyleşi, röportaj gibi kitaplaşarak okur(uy)la buluşan eserlerinden okumak mümkündür Çok farklı zamanlarda yazılmış bu kitapların kimi ortak özellikleri var. Önce Cansever’in dile çok iyi egemen olduğu görülüyor, Türkçe'yi çok iyi kullanıyor, anlattıklarını büyük bir rahatlıkla okutuyor. Ardından ise mimarlık düşüncesi geliyor.
Mekân ve düşünce
Cansever kitaplığına yeni bir eser daha eklendi. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Osmanlı Şehri adını taşıyan kitap Cansever düşüncesinin izini sürmek bakımından önemli olduğu kadar insan-mekân ilişkisini tarihsel boyutuyla ele alıp zaman içinde yaşanan değişimler ve akımlarla birlikte incelemesi bakımından özelde mimarlığın genelde ise sanatın anlam ve önemini de çarpıcı bir biçimde seriyor gözler önüne.
Yapı yapan diğer varlıkların aksine insanlar, yapı yaparken düşünürler. Bu nedenle insanın yapı eylemi bilinçli ve düşünümsel, sayısız kararları ve seçimleri cisimlendiren bir eylemdir. Bu, insan yapılarını kuşların yuvalarından ve arıların peteklerinden ayıran özellikler, çünkü onlar bunları genetik programlarının sonucu olarak bir faaliyet yaparlar. İnsanlar bir gereksinimi karşılamak için yapı yaparlar, ama bunu yaparken değerlere ve duygulara anlatım kazandırırlar; yaptıkları ister bir bisiklet sundurması ister bir katedral olsun, insanlar ahşapta, taşta, metalde, alçıda ve plastikte yaşamsal ve önemli olduğuna inandıkları şeyleri anlatırlar. Bu hem müşteri hem de mimar tarafından bilinçli olarak yapının içine katılmış ve açıkça anlaşılan bir mesaj olabildiği gibi, şifresi ancak daha sonraki bir gözlemci tarafından çözülebilen bilinçdışı ya da bilinçaltı bir bildiri de olabilir.
Türkçe düşünce dünyasının nadir düşünür mimarlarından Turgut Cansever yaşadığı sürece insanın dünya üzerindeki vazifesine dikkat çekti, hep kâinatın hüsnü muhafazasının ve insanın dünyayı güzelleştirme görevinin üzerinde durdu:“Sanat eseri, varlık-kâinat tasavvurunun yapılana yansımasıdır. Eserini ortaya koyarken aldığı her karar, sanatkâr›n varlık ve varlığın güçleri hakkındaki tasavvuruna göre şekillenir. Bu özellikleri ile sanat, din ve ahlâk alanında yer alır” diyen Cansever’in, Osmanlı Şehri’ndeki makaleleri ile insanın bu en temel vazifesine ve bu vazifeyi yerine getirmede bize yol gösterici olacak Osmanlı tecrübesine dikkat çekiyor.
'Bana yaşadığın yeri söyle!'
“… Sana kim olduğunu söyleyeyim" diyebiliriz rahatlıkla Cansever’in sözlerinin ışığında. Türkiye ve Türkiye'de yaşanan mimari yağma göz önüne getirildiğinde, bütün bu sözler birdenbire anlamını kaybediyor doğal olarak. Ama bu bile içinde yaşadığımız, yemek yediğimiz, çalıştığımız, ibadet ettiğimiz mekânın bizi belirlediği gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü hangi amaçla yapılırsa yapılsın, istisnasız her bina belli bir düşüncenin, belli bir soyutlamanın, belli bir algılayışın ürünüdür ve bizim kendisini biçimlendirdiğimizden çok daha güçlü bir şekilde biçimlendirecektir bizi. Turgut Cansever’e kulak veriyoruz yeniden: “İnsanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fizikî ürün ve insan hayatını çerçeveleyen yapı” olan şehrin imajı “İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır” ve şehir dünyayı güzelleştirmek için vücuda getirilmiştir. İnanç sahibi her insanın ulaşmayı ümit ettiği cennet kavramı İslam toplumlarının hayatlarına dair çerçeveleri belirler. Bu nedenle Cnsever’in başta mimarlık olmak üzere tümü sanatla ilgili olan yazıları Osmanlı Şehri, başlığı altında derlenmiş.
Osmanlı Şehri’nin iç mimarisi Cansever tarafından oluşturulmuş değil. Kitabı Emine Öğün ile Mehmet Öğün yayına hazırlamış. Bir sunuş yazısı ve üç bölümden oluşan kitabın adı daha çok ikinci bölümdeki yazılardan hareketle oluşturulmuş. Kitapta yer alan yazıların künyelerinin-iki yazı hariç- yer almayışı ve kitabın sonunda dizinin olmayışının bir eksiklik olduğunu da belirtmeliyim. Dileriz, tez elden ileriki baskılarda bu eksiklikler giderilir.
Ferahlatıcı bir esintinin, lezzetli bir şeftalinin, yeni açmış bir çiçeğin Cansever için kolaylıkla varlık tasavvuru meselesine girilecek bir kapı oluşturuşu, bu fırsatları kaçırmamaktaki yeteneği, gerçek bir entelektüel tavrıyla sahip olduğu geniş birikim ve hayat tecrübesini hiçbir kompleks duymaksızın karşılaştırmalı olarak geniş bir kültür coğrafyası ve zaman dilimi içerisinden özenle seçişi; kendine özgü ve zaman zaman aykırı bir dille, metaforlar, darbımeseller, aforizmalar ve hadislerden yararlanması onun söylemini özgün ve zengin kılmıştır.

Turgut Cansever düşüncesi tüm kâinatın Allah tarafından insanoğluna emanet edildiği, onun hüsnü muhafazasında ve güzel hale getirilmesinde toplumların, dolayısıyla bireylerin ortak sorumluluğu bulunduğu şeklinde özetlenebilecek basit bir temel kabule dayanır. Yani onun için ‘korumak’ ve ‘güzelleştirmek’ anahtar kavramlardır. Cansever, Osmanlı Şehri’nde yer alan makalelerinde insana, dünyaya ve varlığa dair bütüncül telakkinin mimariye ve hayatın her alanına nasıl uygulanabileceğini anlatıyor. Osmanlı evinden ve şehrinden yola çıkarak immateryal, sonsuzluğu, sınırsız mekânı temsil eden bir mimarî anlayışı ortaya koyuyor.

Simgesel Bir Söylem Tarzı
Bu kitapta yer alan yazılarda Cansever’in betimlemeyi değil yorumlamayı, her konuya kuramsal bir çerçeveden bakmayı yeğleyen bir mimar olduğunu bir kere daha görme olanağı buluruz. Türkiye'deki mimarlık tarihi yazımında birçok betimleyici söylem onun tarafından yerinden oynatılmış veya yeniden konumlandırılmıştır. Ancak bu yorumcu tavrın, analitik gözleme ve olgusal verilere duyulan aynı yoğunluktaki bir ilgiyle birlikte sürdürülmesi, onun temel özelliklerinden biridir. Mimarlığın, “insanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir” hadisinde tarif edilmiş çerçeve içinde oluşmasını sağlamak, sosyal, ruhî ve inanca taalluk eden meselelerini doğru olarak ortaya koymak ve yanılgıları bertaraf etmek uğrunda çaba sarf etmek Turgut Cansever için kaçınılmaz bir görev olmuştur. Şehre, toprağa, dünyaya Allah’ın azametinin ve Cemâl sıfatının tecelli ettiği yerler ve insanların idrak edeceği alanlar olarak bakmıştır. İslâm kültüründeki Tevhid kavramının önemini göz ardı etmeksizin bir mimari düşünce ortaya konulmayacağını özellikle İslam mimarisi ile ilgili Batılı araştırmacılar tarafından yapılan araştırmalar ve teorileri eleştirme babında ısrarla vurgulamıştır. Hemen hemen bütün eserlerine Tevhid ilkesinin muhtemel açılımları sinmiş olan Cansever, yeri geldiğinde tüm kâinatla bir pencere pervazını birbirinden ayrı düşünmez. Aynı tavır, şehirle ilgili düşüncelerinde de kendini gösterir. Cansever’in çok boyutlu yorumunun gereği olarak, kitapta çok sayıda sorundan ve yapıdan ayrıntılı bir biçimde söz edilmektedir.
Yorum ve gözlem birlikteliği, kitapta en dolaysız biçimiyle, ancak uzun bir düşünsel hazırlığın ve yapıyla olan sabırlı ve doğrudan bir iletişimin sağlayabileceği biçim analizlerinde kendini ele veriyor. Betimlemenin işlevsel sınırlar içinde tutulduğu ve yazarın tezini destekleyen verilerin derlendiği bu analizlerin, uzman olmayan okuyucunun da yapılarla buluştuğunda kendi deneyimlerini oluşturmasına katkıda bulunacağı söylenebilir.
Velhasıl, Osmanlı Şehri Cansever düşüncesindeki süreğenliği ve resimden şiire uzanan derinlikli çeşitliliğini keşfetmek bakımından önemli bir çalışma.

Turgut Cansever, Osmanlı Şehri-Şiir’den Şehir’e- Timaş Yayınları,2010,İstanbul,239 sayfa.
52786.jpg
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt