
1
Avustralya kıt’ası ve Okyanusya adalarında yaşayan kavimlerin, bütün insanlık içinde en ilkel bir yaşama kültürüne sahip oldukları, orada bazı kabilelerin sazdan evler yapmayı bile bilmedikleri, hattâ bir “ev” mefhumuna bile sahip olmadıkları söylenir. Polinezya adaları -modern dillere “tabu” kavramını kazandıranlar-, Havai ve Yeni Zellanda’da yaşayan “Maoriler”, bu Okyanusya kavimlerinin en gelişmişi sayılır.
Maoriler, kendilerini “Havaiki-Anavatan” dedikleri bir diyardan gelmiş görürler, Yeni Zellanda’ya “Aotearoa-Uzun beyaz bulut” adını verirler, kendilerine ise “Maori-Bu yurdun insanı” derlerdi. Bu insanların, denizciliği bilmedikleri hâlde, Büyük Okyanus’un ortasına serpiştirilmiş bu adalara nasıl, ne zaman ve nereden geldikleri meçhûldür. Araştırmacılar, geldikleri “Anavatan”ın Asya olduğunu düşünürse de, bu da bir tahminden ileriye geçmez.
“Tabiat tanrıları”na tapan, bu tanrıları “göklerde” veya “ötelerde” yaşayan önderler olarak kabul eden Maoriler, yaratılış bahsinde şunları söylerler:
─ “Başlangıçta yalnız FİKİR vardı ve ondan başka bir şey yoktu. Fikir hatırlanıyordu. Sonra ŞUUR’a dönüştü. Sonra VAR ETME ARZUSU hâline geldi. Derken bu yokluktan BOŞLUKTA BİLE BÜYÜME GÜCÜ çıktı.
Ve böyle oldu ki, bu yaşama ve büyüme gücünden derin, karanlık, uzun ve hüzünlü GECE doğdu. Gece, görünmeyen, boş âlemde, “görünmeyen ama hissedilen” bir şeydi.
Ve böyle oldu ki, Gece’nin hayat bulduğu bu güçten, gökyüzü olan “Baba Rangi” meydana geldi. Baba Rangi, gül renkli şafağın ışığında yaşadı ve AY’ı yarattı. Sonra daha sıcak altun ışınlarıyla yaşadı ve GÜNEŞ’i yarattı. Sonra Ay’ı ve Güneş’i, âlemi aydınlatsınlar ve onun gözleri olsunlar diye, derin, karanlık ve hüzünlü Gece’ye koydu. Şimdi “GECE VE GÜNDÜZ” oldu.
“Baba Rangi-Gökyüzü”, sonra “Anne Papa-Yeryüzü”nde yaşadı. Sevgiyle onun üstüne yatıp, birlikte toprağı yarattılar. Baba Rangi ve Anne Papa, birçok çocuk yaptılar.”
-2-
Bir parça dinler tarihi ve mitoloji okuyanların hemen farkedeceği üzere, yukarıda anlatılan “Yaratılış” telâkkisi, muharref Tevrat’ta ve “Theogonia”da geçen yaratılış bahislerine çok benzemektedir.
Muharref Tevrat, kaynak olarak “semavî” olmakla birlikte, içine insan sözü karışmış, haham parmağı girmiş, “karışık bir kitab” kabul edilir. Eski Yunan şairi Eziodes’in kaleme aldığı “Theogonia-Tanrıların Doğumu” isimli manzum eser de, açıkça “beşerî”dir; her ne kadar şair, bu bilgileri kendisine verenin “demon-cin”ler olduğunu belirtmişse de...
O hâlde, bu üç ayrı kaynak arasındaki sarsıcı benzerlikler nasıl açıklanacaktır? Tarihin en ilkel kavmi kabul edilen Maoriler’i, medeniyet kurucusu eski Yunanlılar ve İbraniler’le birleştiren çizgi nedir?
Bu hususta Batı’da çeşitli nazariyeler var. Bir tanesi, İBDA Mimarı’nın “İnsan” isimli son eserinde de temas ettiği, “Arşetipler Nazariyesi”... Psikanalizin kurucularından Carl Gustav Jung’a ait bu nazariye, “müşterek şuuraltı”na vurgu yapıyor. Yani, tek tek insanlarda olsun, tarihin herhangi bir yerinde yaşamış ayrı ayrı kavimlerde olsun, “müşterek bir şuuraltı-ruh dünyası” bulunduğunu, bütün rüyaların, efsanelerin ve dinlerin bu şuuraltından beslendiğini – dolayısiyle aradaki benzerliğe şaşırmamak gerektiğini - söylüyor.
Hatta Jung’un, bir başka Batılı mütefekkire dayanarak, dinin doğuşu hakkında kullandığı tabir, Lâtince (nominosum)dur. Bizim anladığımız kadarıyla bu, insanın gönülsüz ve ihtiyarsızca içine düştüğü zoraki bir durumu anlatır; yaklaşık olarak “gayr-ı ihtiyarî” demektir. Ve Jung, dinin doğuşunu, müşterek şuuraltından gelen yoğun ilcâlar karşısında, istemeden içine düşülen, gayr-i ihtiyarî bir durum olarak açıklar.
Jung’da bir “Yaratıcı” mefhumu yoktur. Dolayısiyle, bu yönde bir yoklama karşılıksız kalacaktır. Fikri, çağdaşlarına göre, bir adım ileridedir. Çünkü bu Batılı mütefekkirlerin ekserîsi, haklı bir “müşterek şuuraltı” kavramına dahi sahip değiller. Dinleri, dıştan gelen saiklerle, tabiat güçleriyle veya sınıf mücadelesiyle açıklıyorlar.
Daha beteri de var: Erich von Daniken isimli “şovmen”e göre, Miladdan Evvel bilmem kaç bin yılında, Mars’tan dünyamıza “ziyaretçiler” gelmiş, dinleri ve efsaneleri insanoğluna onlar bildirmiş, tarihin her köşesinde açığa çıkan dinler, bu yüzden birbirlerine pek benzerlermiş!
-3-
Yeniden Maoriler’e dönelim... Gerçekten, modern dillerin hepsine yaygın bir şekilde yerleşen “Tabu” kavramı, onların ilkel lisanlarından alınmıştır. Bu kavramın yaygınlaşması, özellikle Freud’un -Mustafa Saka’nın pek güzel tahlil ettiği- “Totem ve Tabu” kitabı sayesinde olmuştur. Tabu, Maoriler’in “noa-alelâde şey” kavramlarına karşılık, “fevkalâde şey” anlamındadır; saygı uyandıran, mukaddes ve dokunulmaz olan... Gerçi Freud, kavramın tahlilinde “korku” falan lâfı ederse de, o onun “felsefesi”yle ilgilidir daha ziyade...
Maoriler, “Her şeyden önce FİKİR vardı” diyorlar ve bu görüşleriyle, her şeyden önce KAOS olduğunu düşünen büyük medeniyet kurucusu Yunanlılar’ın, Mısırlılar’ın, Çinliler’in vesaire fersah fersah önüne geçiyorlar. İncil yazmasının başına “Her şeyden önce KELÂM vardı” hikmetini iliştiren Yuhanna’nın, hemen yanıbaşına kuruluyorlar. Bilindiği gibi, İslâm HİKEMİYATI, bu hikmeti doğrulamıştır: Kâinat yaratılmadan önce, boşlukta mevce mevce FİKİR helezonları dolaştığını söyler Üstad Necip Fazıl...
Akabinde, Maoriler, “Fikir hatırlanıyordu” diyorlar; “ve fikir ŞUUR’a dönüştü”. İşte bu, yine çarpıcı bir noktadır; fikrin şuura dönüşmesi... Batı felsefesi, bu hakikate ancak yeni zamanlarda ulaşabilmiştir; fikir, kendi üstüne katlanır -reflektif bakış- ve “ben bilgisi-ben şuuru”nu oluşturur. Alelâde, bir şey hakkında fikir değildir bu; fikrin kendisi hakkında fikri, yani ŞUURU’dur. 1996’da, Kültür Davamız’dan mülhem yaptığımız “Bilgi ve Düşünce Faaliyeti Hakkında Mülâkat”mızı hatırlayanlar, bu hususu “hatırlayacaklardır”; yani fikrin hatırlanması, hazırlanması ve şuura dönüşmesi sadedinde...
Buna bağlı olarak, şuurun “VAR ETME ARZUSU” hâline gelmesi... Bu da ancak “Yaratıcı Arzu” şeklinde Niçe’de ortaya çıkan bir kavramdır; daha önce değil... Şuurun; “Var Etme Arzusu” hâline gelmesi, bu gayet tabiîdir; şuura dönüşmüş fikir, adetâ biyolojik bir üreme insiyakiyle, var etme isteğini, var etme arzusunu doğurur. Bu, “fikir hayatı”nda daima geçerli bir ilkedir: “Bir aksiyonun tohumu olmadıkça fikir neye yarar?” der ya İBDA Mimarı; işte bu aksiyonun tohumudur, var etme arzusu...
Ve nihayet, “BOŞLUKTA BİLE OLSA BÜYÜME KUDRETİ” çıkar bundan. Fikrin, “kudret” hâline geçmiş safhasından bahsediyoruz. “Yağmur da büyütür onu, güneş de” hakikatinden bahsediyoruz. Fikir, o “kudret”e denk geldikten sonra, ademe mahkûm edilse bile, yedi kat zındana kapatılsa bile, ihtivâ ettiği canlılıkla canlandırabileceği hücreleri muhakkak arar ve bulur. Daha doğrusu, gayrî onun için âlemde “BOŞLUK” yoktur.
Bu hikmet, İslâm Tasavvufu’nda toplu bir gerçek olmak üzere, aslı ve esasiyle, İslâm HİKEMİYATI’nın malıdır; ve Maoriler gibi en ilkel, belki “ev” fikrine bile sahip olmayan bir topluluktan zuhur etmiş olması da, onun “semavî” ve “İlâhî” olduğuna -Batı felsefesinin verileriyle anlaşılamayacağına- ayrıca delildir.