Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

“bu yurdun insanları” ve “insan” (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
maoriler.jpg


“BU YURDUN İNSANLARI” VE “İNSAN”
Selim Gürselgil
sgurselgil@furkandergisi.com



1
Avustralya kıt’ası ve Okyanusya adalarında yaşayan kavimlerin, bütün insanlık içinde en ilkel bir yaşama kültürüne sahip oldukları, orada bazı kabilelerin sazdan evler yapmayı bile bilmedikleri, hattâ bir “ev” mefhumuna bile sahip olmadıkları söylenir. Polinezya adaları -modern dillere “tabu” kavramını kazandıranlar-, Havai ve Yeni Zellanda’da yaşayan “Maoriler”, bu Okyanusya kavimlerinin en gelişmişi sayılır.
Maoriler, kendilerini “Havaiki-Anavatan” dedikleri bir diyardan gelmiş görürler, Yeni Zellanda’ya “Aotearoa-Uzun beyaz bulut” adını verirler, kendilerine ise “Maori-Bu yurdun insanı” derlerdi. Bu insanların, denizciliği bilmedikleri hâlde, Büyük Okyanus’un ortasına serpiştirilmiş bu adalara nasıl, ne zaman ve nereden geldikleri meçhûldür. Araştırmacılar, geldikleri “Anavatan”ın Asya olduğunu düşünürse de, bu da bir tahminden ileriye geçmez.
“Tabiat tanrıları”na tapan, bu tanrıları “göklerde” veya “ötelerde” yaşayan önderler olarak kabul eden Maoriler, yaratılış bahsinde şunları söylerler:
“Başlangıçta yalnız FİKİR vardı ve ondan başka bir şey yoktu. Fikir hatırlanıyordu. Sonra ŞUUR’a dönüştü. Sonra VAR ETME ARZUSU hâline geldi. Derken bu yokluktan BOŞLUKTA BİLE BÜYÜME GÜCÜ çıktı.
Ve böyle oldu ki, bu yaşama ve büyüme gücünden derin, karanlık, uzun ve hüzünlü GECE doğdu. Gece, görünmeyen, boş âlemde, “görünmeyen ama hissedilen” bir şeydi.
Ve böyle oldu ki, Gece’nin hayat bulduğu bu güçten, gökyüzü olan “Baba Rangi” meydana geldi. Baba Rangi, gül renkli şafağın ışığında yaşadı ve AY’ı yarattı. Sonra daha sıcak altun ışınlarıyla yaşadı ve GÜNEŞ’i yarattı. Sonra Ay’ı ve Güneş’i, âlemi aydınlatsınlar ve onun gözleri olsunlar diye, derin, karanlık ve hüzünlü Gece’ye koydu. Şimdi “GECE VE GÜNDÜZ” oldu.
“Baba Rangi-Gökyüzü”, sonra “Anne Papa-Yeryüzü”nde yaşadı. Sevgiyle onun üstüne yatıp, birlikte toprağı yarattılar. Baba Rangi ve Anne Papa, birçok çocuk yaptılar.”
-2-
Bir parça dinler tarihi ve mitoloji okuyanların hemen farkedeceği üzere, yukarıda anlatılan “Yaratılış” telâkkisi, muharref Tevrat’ta ve “Theogonia”da geçen yaratılış bahislerine çok benzemektedir.
Muharref Tevrat, kaynak olarak “semavî” olmakla birlikte, içine insan sözü karışmış, haham parmağı girmiş, “karışık bir kitab” kabul edilir. Eski Yunan şairi Eziodes’in kaleme aldığı “Theogonia-Tanrıların Doğumu” isimli manzum eser de, açıkça “beşerî”dir; her ne kadar şair, bu bilgileri kendisine verenin “demon-cin”ler olduğunu belirtmişse de...
O hâlde, bu üç ayrı kaynak arasındaki sarsıcı benzerlikler nasıl açıklanacaktır? Tarihin en ilkel kavmi kabul edilen Maoriler’i, medeniyet kurucusu eski Yunanlılar ve İbraniler’le birleştiren çizgi nedir?
Bu hususta Batı’da çeşitli nazariyeler var. Bir tanesi, İBDA Mimarı’nın “İnsan” isimli son eserinde de temas ettiği, “Arşetipler Nazariyesi”... Psikanalizin kurucularından Carl Gustav Jung’a ait bu nazariye, “müşterek şuuraltı”na vurgu yapıyor. Yani, tek tek insanlarda olsun, tarihin herhangi bir yerinde yaşamış ayrı ayrı kavimlerde olsun, “müşterek bir şuuraltı-ruh dünyası” bulunduğunu, bütün rüyaların, efsanelerin ve dinlerin bu şuuraltından beslendiğini – dolayısiyle aradaki benzerliğe şaşırmamak gerektiğini - söylüyor.
Hatta Jung’un, bir başka Batılı mütefekkire dayanarak, dinin doğuşu hakkında kullandığı tabir, Lâtince (nominosum)dur. Bizim anladığımız kadarıyla bu, insanın gönülsüz ve ihtiyarsızca içine düştüğü zoraki bir durumu anlatır; yaklaşık olarak “gayr-ı ihtiyarî” demektir. Ve Jung, dinin doğuşunu, müşterek şuuraltından gelen yoğun ilcâlar karşısında, istemeden içine düşülen, gayr-i ihtiyarî bir durum olarak açıklar.
Jung’da bir “Yaratıcı” mefhumu yoktur. Dolayısiyle, bu yönde bir yoklama karşılıksız kalacaktır. Fikri, çağdaşlarına göre, bir adım ileridedir. Çünkü bu Batılı mütefekkirlerin ekserîsi, haklı bir “müşterek şuuraltı” kavramına dahi sahip değiller. Dinleri, dıştan gelen saiklerle, tabiat güçleriyle veya sınıf mücadelesiyle açıklıyorlar.
Daha beteri de var: Erich von Daniken isimli “şovmen”e göre, Miladdan Evvel bilmem kaç bin yılında, Mars’tan dünyamıza “ziyaretçiler” gelmiş, dinleri ve efsaneleri insanoğluna onlar bildirmiş, tarihin her köşesinde açığa çıkan dinler, bu yüzden birbirlerine pek benzerlermiş!
-3-
Yeniden Maoriler’e dönelim... Gerçekten, modern dillerin hepsine yaygın bir şekilde yerleşen “Tabu” kavramı, onların ilkel lisanlarından alınmıştır. Bu kavramın yaygınlaşması, özellikle Freud’un -Mustafa Saka’nın pek güzel tahlil ettiği- “Totem ve Tabu” kitabı sayesinde olmuştur. Tabu, Maoriler’in “noa-alelâde şey” kavramlarına karşılık, “fevkalâde şey” anlamındadır; saygı uyandıran, mukaddes ve dokunulmaz olan... Gerçi Freud, kavramın tahlilinde “korku” falan lâfı ederse de, o onun “felsefesi”yle ilgilidir daha ziyade...
Maoriler, “Her şeyden önce FİKİR vardı” diyorlar ve bu görüşleriyle, her şeyden önce KAOS olduğunu düşünen büyük medeniyet kurucusu Yunanlılar’ın, Mısırlılar’ın, Çinliler’in vesaire fersah fersah önüne geçiyorlar. İncil yazmasının başına “Her şeyden önce KELÂM vardı” hikmetini iliştiren Yuhanna’nın, hemen yanıbaşına kuruluyorlar. Bilindiği gibi, İslâm HİKEMİYATI, bu hikmeti doğrulamıştır: Kâinat yaratılmadan önce, boşlukta mevce mevce FİKİR helezonları dolaştığını söyler Üstad Necip Fazıl...
Akabinde, Maoriler, “Fikir hatırlanıyordu” diyorlar; “ve fikir ŞUUR’a dönüştü”. İşte bu, yine çarpıcı bir noktadır; fikrin şuura dönüşmesi... Batı felsefesi, bu hakikate ancak yeni zamanlarda ulaşabilmiştir; fikir, kendi üstüne katlanır -reflektif bakış- ve “ben bilgisi-ben şuuru”nu oluşturur. Alelâde, bir şey hakkında fikir değildir bu; fikrin kendisi hakkında fikri, yani ŞUURU’dur. 1996’da, Kültür Davamız’dan mülhem yaptığımız “Bilgi ve Düşünce Faaliyeti Hakkında Mülâkat”mızı hatırlayanlar, bu hususu “hatırlayacaklardır”; yani fikrin hatırlanması, hazırlanması ve şuura dönüşmesi sadedinde...
Buna bağlı olarak, şuurun “VAR ETME ARZUSU” hâline gelmesi... Bu da ancak “Yaratıcı Arzu” şeklinde Niçe’de ortaya çıkan bir kavramdır; daha önce değil... Şuurun; “Var Etme Arzusu” hâline gelmesi, bu gayet tabiîdir; şuura dönüşmüş fikir, adetâ biyolojik bir üreme insiyakiyle, var etme isteğini, var etme arzusunu doğurur. Bu, “fikir hayatı”nda daima geçerli bir ilkedir: “Bir aksiyonun tohumu olmadıkça fikir neye yarar?” der ya İBDA Mimarı; işte bu aksiyonun tohumudur, var etme arzusu...
Ve nihayet, “BOŞLUKTA BİLE OLSA BÜYÜME KUDRETİ” çıkar bundan. Fikrin, “kudret” hâline geçmiş safhasından bahsediyoruz. “Yağmur da büyütür onu, güneş de” hakikatinden bahsediyoruz. Fikir, o “kudret”e denk geldikten sonra, ademe mahkûm edilse bile, yedi kat zındana kapatılsa bile, ihtivâ ettiği canlılıkla canlandırabileceği hücreleri muhakkak arar ve bulur. Daha doğrusu, gayrî onun için âlemde “BOŞLUK” yoktur.
Bu hikmet, İslâm Tasavvufu’nda toplu bir gerçek olmak üzere, aslı ve esasiyle, İslâm HİKEMİYATI’nın malıdır; ve Maoriler gibi en ilkel, belki “ev” fikrine bile sahip olmayan bir topluluktan zuhur etmiş olması da, onun “semavî” ve “İlâhî” olduğuna -Batı felsefesinin verileriyle anlaşılamayacağına- ayrıca delildir.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
-4-
Batı felsefesinin verileriyle anlaşılamaz, çünkü Batı felsefesinin kendisi bir KAOS’tan ibarettir; KAOS’tan gelir ve KAOS’a gider... Gerçi bu felsefenin en idealist yorumlarından biri kabul edilen Hegel, her şeyden önce bir “Ruh” olduğunu söyler; fakat bu “Ruh”, “Fikir-NİZAM”dan ziyade, “KAOS”, “küllî bir KAOS” anlamındadır.
Meselâ Hegel’e göre, mitoloji bir sanattır ve sanat da mitoloji... Mitoloji nasıl eskiye aid bir idrak biçimiyse ve günümüzde taklidi ve tekrarı caiz değilse, sanat da aynı şekilde geçmişe aid bir idrak biçimidir, günümüzde taklid ve tekrar edilemez. Bunlar her ne kadar “ruh”tan doğmuşlarsa da, ruhun tamamen “ruhî” denemeyecek, “hissî” denebilecek ilkel biçimleridirler; ve muhakkak, din de aynı keyfiyettedir. Binaenaleyh, filozof, sanatkârlığı olduğu gibi, dindarlığı da “gerilik” addeder.
Hegel’den hemen sonra, Batı’da sanat alanında meydana gelen büyük gelişme, Hegel’in sanata dair bu görüşlerinin geçersizliğini göstermiştir. Hiç kuşkusuz, onun din ve mitoloji hakkındaki görüşleri de aynı şekilde geçersizdir; fakat henüz bu görüşler Batı’da genel kabul görmektedir. Mitolojinin, geçmişe aid, dolayısiyle ilkel bir idrak biçimi olduğuna itiraz etmesek bile, onun da bir hakikati olması bakımından, Hegelci görüşü reddederiz. Zirâ bu görüşe göre, mitoloji sadece “geçmişin hakikati”dir, bugün için geçerliliği yoktur!
Yalnız Hegel değil, günümüzde bile Batı felsefesi, felsefî idrak biçimi ortaya çıktıktan sonra, mitolojilerin ve dinlerin hakikati kalmadığını savunur. Hâlbuki Batı’da bile, müsbet ilim sahasında kaydedilen gelişmelerle beraber, felsefenin bir hakikati kalmamıştır. Buna göre, sözkonusu görüş, FİKİR’den ziyade KAOS’a delâlet eder ve bu mânâsıyla olanca hakikatini “evrim teorisi”nde bulur. Nasıl ki, evrim teorisine göre, hayat KAOS’tan başlamış ve her canlılık seviyesi, kendisinden üstün bir canlılık seviyesini meydana getirdikten sonra, yine onun tarafından ibtâl edilmiştir. Batı felsefesi de, HAKİKAT’i bu şekilde, sıfırdan sonsuza doğmuş ve gelişmiş sayar.
Öyle görünüyor ki, felsefi idrak biçimi, “Bu Yurdun İnsanları” (Maoriler)in idrak biçiminden bile daha geridir. Zirâ, “Bu Yurdun İnsanları”, her şeyden önce FİKİR’in olduğunu, fikrinden ŞUUR’un doğduğunu, ondan VAR ETME ARZUSU’nun ve ondan da BOŞLUKTA BİLE BÜYÜME GÜCÜ’nün doğduğunu söyleyerek, diyalektik hareketi en güzel şekilde tarif etmişlerdir. Felsefî idrak ise, KAOS’a eş bir külliden bir cüz’înin doğduğunu ve ondan da ferdînin husule geldiğini belirterek, suretâ hakikati andırır bir şey söylüyormuş izlenimi uyandırırken, asliyle hakikate ırak düşmüştür.
KAOS’tan ilk çıkış, “ilk mânâlı hareket” yoluyla olacağından ve KAOS’ta bir “ilk mânâ” bulunduğunu kabul etmek KAOS’a değil, FİKİR’e delil olacağından, her şeyden önce KAOS olduğu söylenemeyecektir. Nasıl ki, Engels, “maymundan insana geçişte emeğin rolü”nden bahseder. Hâlbuki maymunda “emek” diye bir şey olsaydı ve bu emekten “şuur” doğsaydı, ona maymun değil “insan” demek icabederdi. Nihayet şunu anlıyoruz ki, yokluktan kendi kendine veya “tesadüfen” varlık doğmaz!
-5-
Ama yine de, belki bazıları için bu “kaos düşüncesi”nin doğru olabileceğini düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Çünkü bu bazılarında, bir FİKİR’in varlığına şahidlik edemiyoruz; hattâ onlar “evrim teorisi”nin bile tersinden doğrulayıcısı olabilir, onlara “insan” bile diyemiyoruz. Onlar belki kozmostan kaosa, insandan maymuna evrilmişlerdir. Bunun için de kadar “emek” harcadıklarını veya ne türlü bir “mânâsızlık” içine düşmüş olduklarını takdirden âciziz... Şaşkınlık içinde seyrediyoruz ki, varoluşun ilk şartı olan FİKİR, bilinmez bir sebepten, bunlarda sükûta uğramıştır... “Bakın şu lûzumsuzlara!..”
Günümüz dünyasında Maoriler’den veya onlarla aynı coğrafyayı paylaşan daha ilkel insanlardan daha ilkel insanların hüküm sürdüğünü işitirseniz, inanın... Hattâ çevrenize bir bakın: “Bu adam, ilk mânâlı hareketini ne gün yapacak?..” Şu ilâhiyatçı sürüsüne bir bakın: Birçoğu hakikat yolunun üstüne post sermiş, kendilerini “allâme-i cihan” zanneden zavallılar... “Din uzmanı” geçinirlerse de, “iman”dan, dolayısiyle “din”den haberleri yoktur... Şu politikacı esnafına bir bakın: O koltuğa oturuncayadek herbiri eli ayağı düzgün, sakalı yerinde adamlardı. Şimdi bir FİKİR-NİZAM’ın değil, bir KAOS’un kapıkulları, çanak yalayıcıları, “KAVAS”ları oldular!..
Arkasını yasladığı şeyden destek olmadıkça karşısına çıkan bir insan, bir düşünce, bir oluşum hakkında zihninde hiçbir “mânâ” ampulü yanmayan, “iyi” ve “kötü” gibi bir kıymet hükmüne bile sahip olmayan, sadece kelle hesabında birer “aded-sayı” olan daha geniş sürüleri hiç düşünmeyin bile... Bunlarda bir fikir olmadığı için, bir şuur, bir İbdacı arzu ve bir büyüme kudreti de aramayın!.. Çünkü insan FİKİR’le başlar savaşına; FİKİR olmadan İbda ve İBDA olmadan fikir olmaz!
-6-
“Bu Yurdun İnsanları”, bize “İNSAN”ı (İBDA’yı) hatırlattı. İBDA Mimarı’nın “İNSAN” isimli 53’üncü eserine, tarihin en ilkel insanları kabul edilen “Bu Yurdun İnsanları” zaviyesinden bir yaklaşım denemsiydi bu makale... “İNSAN” olsun da, varsın “ilkel-ibtidaî” denilen cinsten olsun; onda bile bir FİKİR bulabilirsiniz ama, zamanımızın “maymun”larında onu da bulamazsınız... O halde “İNSAN”ı, insan olma memuriyetimizin yerine getirilişinin cümle kapısı olarak ve özellikle “psikoloji” üzerine alâka sahibi olanlarımızla okuyalım ve düşünelim:
“Hakk, kendisine ait kemale göre kendisini görmek istemiştir; böylece O’nun hakkında görünmezlik hükmü ortadan kalkar. Bunun için, asla vücut kokusu almamış, mahlûkların ezelî kendi bilgisindeki suretleri demek olan “a’yan-ı sabite”ye bakmış, sadece İnsan-ı Kâmil’in hakikatinin bu zât mertebesi olabileceğini görmüştür. Bunun üzerine bu mertebeyi İnsan-ı Kâmil’in hakikatine göre takdir etmiş ve onun karşısına yerleştirmiştir. Hakk’ın bu mertebesi, İnsan-ı Kâmil’in hakikatinden, onu kendisi -kendisi için!- varetmiş olması bakımından farklıdır; belirten ve belirtilen farkı. Böylece iki suret, bütün yönlerden örtüşmüştür. Bu hakikat, insanın varlığından önce, Halk âleminde yaratılmış her şeyden daha değerli olmuştur... İnsanlık, Allah’a halife olma mertebesidir. Allah’ın halifesi olan herkes, bu mertebeyi ve ismi hak eder... HALİFE, HALİFESİ OLDUĞU KİMSENİN ÖZELLİKLERİYLE GÖZÜKÜR; BU SEBEBLE BEŞER TÜRÜNÜN HER FERDİ HALİFE OLMADIĞI GİBİ, ŞEKİL YÖNÜYLE İNSAN DESEK DE, İNSANLIK MERTEBESİNİ HAK ETMİŞ BİR İNSAN DA DEĞİLDİR. Böyle bir insan, hayvan insandır.” (S. Mirzabeyoğlu, İNSAN -Kadın ve Erkek-, s.26)
Furkan Dergisi, s. 29
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt