Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Bir Yumurta Hikayesi (1 Kullanıcı)

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
Hz. Ebu Hüreyre r.a. anlatıyor: Rasulullah s.a.v. buyurdular ki:

“Cuma günü gelince mescidin her bir kapısı üzerinde melekler yer alır. İnsanları mertebelerine göre yazarlar. Bu mertebeler mescide önce geliş sırasına göredir. İmam minbere çıkınca defteri kapatırlar, hutbeyi dinlerler. Namaza erken gelen, bir deve tasadduk etmiş gibidir. Ondan sonra gelenler bir sığır tasadduk etmiş gibidir. Onu takiben gelenler bir koyun tasadduk etmiş gibidir.”

Rasulullah s.a.v. saymaya devam ederek tavuğu ve yumurtayı da saydı.

Hadis-i şerifin diğer bir rivayetinde şu ilave de vardır:

“Bundan da sonra gelen kimse, artık yalnız namaz sevabını almak için gelmiş olur.” (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi)

Ankara'daki üniversite öğrenciliği yıllarımız... Öğrencilik arkadaşım ve daha sonra kayın biraderim olan Tuğrul ile birlikte aynı evde kalıyoruz. Çok güzel günlerimiz oldu. “Öğrencilik günlerinizi çok ararsınız” derlerdi de, inanmazdım. Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer, diye boşuna söylememiş şairimiz...

İlahiyat Fakültesi'nde okuyorum ve fakülte çıkışlarından sonra Arapça dersleri alıyorum. O sıra Gıcık Kadın Camii imamı (bu isim yanlış değil, gerçekten Gıcık Kadın, eski Türkçe'de “küçük” anlamında olsa gerek) Ahmet Bayramoğlu Hocaefendi'nin derslerine devam ediyorum.

Ahmet Bayramoğlu Hoca çok anlayışlı ve olgun birisi idi. Meşrebi bana uyduğu için olsa gerek, kendisini müthiş severdim. Vakit ve Cuma namazlarını da mümkün olduğunca onun camiinde kılardım.

Ahmet Hocaefendinin hutbeleri çok canlı, heyecanlı olurdu. O sakin ve melek tabiatlı adam hutbelerde birden değişir, çok etkili konuşmalar yapardı. Bu yüzden Cuma günleri cami hıncahınç dolardı. Biraz geç kalsanız, yer bulmanız mümkün olmazdı.

İşte bir Cuma günü, Tuğrul ile birlikte Ahmet Hoca'nın camiine gideceğiz. Fakat her nasılsa epeyce geç kaldık. Cami çok eski bir cami ve çok büyük bir kapısı var. Kapı her açıldığında hayli yüksek perdeden “ gacııırt ” diye bir ses çıkarıyor ve herkesin dikkatini çekiyor. Epey de rahatsız edici bir ses.

İşte biz aceleyle kapıyı açıp, kapının o malum sesi duyulunca, bir de baktık ki istisnasız bütün cemaat bize dönmüş, merak, hayret ve biraz da alaycı bir tavırla bize bakıyor. Üstüne üstlük Hocaefendi de hutbeyi kesmiş, bizi süzüyor.

Ben baştan bu dehşetli durumun kapı gıcırtısından olduğunu sandım. Hani, “kapıyı daha dikkatli açsanız da, bu kadar cemaati rahatsız etmeseniz” diye düşündüklerini zannettim. Oysa kazın ayağı öyle değilmiş.

Meğer Hocaefendi hutbede yukarıdaki hadis-i şerifin izahını yapıyormuş. “Cumaya önce gelen bir deve, sonra gelen bir sığır, sonra gelen bir koyun, ondan sonra gelen bir tavuk, en son gelen de ancak bir yumurta tasadduk etmiş olur” derken, tam “en son gelen de ancak bir yumurta...” diye sözünü bitirmeden, ilâhi bir tevafuk, o esnada biz girivermişiz. Cemaat da kapı gıcırtısını duyunca, “Hah, işte yumurtacılar da geldi!” gibisinden bize dönüvermiş. Hocaefendi de, “Böyle bir tevafuk, pes doğrusu!” diyerek hayret içinde kalıp, gayri ihtiyari, bir müddet sözünü tamamlayamamış.

Biz zavallı yumurtacılar, Cumadan ancak birer yumurta kazanabilmiş acizler olarak, cemaatin iğneleyici bakışları arasında kendimize bir köşe bulup oturduk. Hocaefendi hutbesine kaldığı yumurta bölümünden devam etti, cemaat da önüne dönerek huşu içinde dinlemeyi sürdürdü. O gün cemaatten ve Hocaefendi'den o kadar utandım ki, mahcubiyetten bir müddet o camiye gidemedim.

Neyse... Mahzun, birer suçlu gibi Cuma namazımızı kılıp dışarı çıktık. Biraz ileride Hemhüm Camii'nin müezzini (bu isim de yanlış değil, gerçekten Hemhüm, ancak manasını bilmiyorum) Selim Hoca ile karşılaştık. Hoca, halimdeki tuhaflığı görüp ne olduğunu sordu. Ben de olanları anlattım. Selim Hoca'nın cevabını duyunca, ikinci bir şaşkınlık daha yaşadım:

- Üzüldüğün şeye bak! Ben müezzinim, camiye her zaman en erken ben gelirim. Dünya kadar devem var. Al, yüz tanesi senin olsun!”

(Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e mensup bazı alimlere göre, bir kişi kendi sevabını başkasına bağışlayabilir.)

- Allah razı olsun, diyerek canla başla develeri kabul ettim.

Ettim ama, bizim mürüvvetimiz yok mu? Elin oğlu gözünü kırpmadan yüz deve bağışlıyor da, ben boş durur muyum? Ben de hemen Allah yolunda kazandığım develeri birer birer Allah rızası için dağıtmaya başladım. Akşam olunca, hem evinde kaldığımız, hem de kendisinden Arapça dersleri aldığımız İsmail Hakkı Ayyıldızlıgil Hocaefendi ile karşılaştım. Bana:

- Ahmet, ne iş? Millete durmadan deve dağıtıyormuşsun, hani bizim devemiz? diye sordu.

Kendileri hocamız olduğu için ona torpil yapıp tam on deve bağışladım.

(Sadece hocamız mı? Ayyıldızlıgil Hoca'nın evini kiralamıştık, ama parasızlıktan tek bir ay kirasını ödeyemedik. Buna rağmen bizden beş kuruş istemediği gibi, her sene odunumuzu-kömürümüzü de aldı. Allah razı olsun. Hâlik biliyor, balık da bilsin...)

Böylece yarına kalmadan, “ Hay'dan gelen ‘ Hu'ya gider” hesabı, elimdeki bütün develeri tükettim. Sonuçta yine bana, alın terimle kazandığım küçük bir yumurta kaldı...


Semerkand Dergisi
2004 Mart​
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt