nakşibendi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 12 Mar 2006
- Mesajlar
- 1,946
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Hz. Peygamber’in kulluk ve ubudiyet yönünü inceleyeceğimiz bu çalışmaya, bazı hususları nazar-ı dikkate vererek başlamak istiyoruz.
Kulluk ve ubudiyet, hiçbir insanı dışarda bırakmaksızın, bütün insanlığa bir sorumluluk olarak yüklenmiş olup, Kur’an-ı Kerim’in ağırlıklı bir şekilde ele aldığı mevzulardandır. Yüce Rabbimiz, “Ben, cinleri ve insanları, Bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat/56) buyurmaktadır. Âyette belirtildiği üzere, kulluk ve ubudiyet, insanların ve cinlerin yaratılış gayesi olarak açıklanmaktadır. Bu âyetten ve Kur’an-ı Kerim’in genelinden çıkarılabilecek sonuçlara göre, bütün mahlukatı var eden bir yaratıcı vardır ve yaratılan varlıklarla bu yaratıcı arasındaki ilişki, yaratılanların O’nu tanıması (marifet), O’na, ibâdetetmesi, O’na kulluk yapması şeklinde ortaya konulmaktadır. Peygamberler de insan olmaları hasebiyle ve ayrıca kulluk ve ubudiyet hususunda seçilen, örnek kimseler olmaları sebebiyle, bu gerçeğin dışında değerlendirilemezler. Zaten bütün peygamberler, Allah’a kulluk ve taatte son derece titiz davranmışlar ve tebliğ ettikleri hususları önce bizzat kendileri uygulayarak, ümmetlerine örnek olmuşlardır.
Öte yandan peygamberlerin gönderiliş amaçları arasında zikredilenlerden biri de kulluk ve ubudiyettir. Nitekim Kur’an’da; “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, Benden başka ilâh yoktur, o halde Bana kulluk edin diye vahyetmiş olmayalım” (21/Enbiyâ, 25) buyurularak, peygamberlerin temel misyonuna işaret edilmektedir.
Diğer bir âyette de “Gerçek şu ki, Biz, her toplumun içinden ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının (mesajıyla gönderdiğimiz) bir elçi çıkardık. Allah, o geçmiş nesillerden bir kısmını hidâyetiyle doğru yola yöneltti; bir kısmı da sapıklık içinde bırakılmaya müstehak oldu. O halde, şimdi, yeryüzünde dolaşın ve hakkı yalan sayanların sonunun nasıl olduğunu görün!” (16/Nahl, 36) buyurulmuş, bütün peygamberlerin “Allah’a ibâdetve tağuttan ictinab” esası çerçevesinde vazifeli oldukları vurgulanmıştır.
Yukarıdaki âyetlerde ifâde edilenlere, peygamberler hem birer kul olmaları yönüyle muhatap olmuş, hem de bu gerçekleri tebliğ ederek, hayata geçirilmesine örneklik etme sorumluluğunu üstlenmişlerdir.
Hz. Peygamber’e hitap eden şu âyetler de peygamberlerin konumunu, Kur’an perspektifinden çok net bir şekilde ortaya koymaktadır: “De ki (ey Peygamber) Ben size Allah’ın hazineleri bendedir, demiyorum; ne insan idrakini aşan şeyleri bildiğimi söylüyorum ve ne de size Ben bir meleğim, diyorum. Ben sadece bana vahyedileni yerine getiriyorum. De ki, hiç gören ile görmeyen bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?” (6/En’âm, 50); “(Ey peygamber) De ki : Allah dilemedikçe, kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı uzaklaştırmak benim elimde değil. Eğer insan kavrayışının ötesinde olanı bilseydim, muhakkak ki, bahtiyarlık adına ne varsa ondan payıma daha çoğu düşerdi ve kötülük asla yaklaşamazdı bana. (Ama) ben sadece bir uyarıcıyım ve inanan bir topluma iyi haberler getiren bir müjdeci.” (7/A’râf, 188); “De ki: Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Tanrınızın Bir ve Tek Tanrı olduğu vahyolundu bana. Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine özgü kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi (O’na) ortak koşmasın.” (18/Kehf, 110)
Peygamberlerin insan olmaları yönüne işaret eden bu âyetlerin yanısıra, onların kulluk yönünü vurgulayan âyetler de vardır.
Meselâ, 17/İsrâ sûresinin ilk âyetinde, Yüce Allah, peygamberimizi kulluk yönüyle tanıtmakta, kendine nispet ederken “abdihî” ifadesini kullanmaktadır. Yine aynı şekilde Kehf suresinin ilk âyetinde de peygamberimiz kendisine kitabın indirildiği kul olarak tanıtılırken “abduhû” kelimesi kullanılmaktadır.
Diğer peygamberler de kulluk ve ubudiyet açısından farklı bağlamlarda ve çeşitli ifadelerle tanıtılmaktadır. Hz. İsa için “Ne İsa, Allah’ın kulu olmaktan kaçınacak kadar gurura kapıldı, ne de ona yakın olan melekler. O’na kulluk etmeyi gururlarına yediremeyenler ve küstahça böbürlenenler (bilsinler ki Hesap Günü) Allah hepsini kendi katında toplayacaktır” (4/Nisâ, 172) denilmektedir. Yine Hz. İsa’nın ağzından “Ben Allah’ın kuluyum. O, bana ilahi mesajı bahşetti ve beni peygamber yaptı” (19/Meryem, 30) denilerek, Hz. İsa’nın “abdullah” oluşuna dikkat çekilmektedir.
Hz. İsa’nın “onurlandırılan ve İsrailoğulları için örnek kılınan bir kul” (43/Zuhruf, 59)olduğu vurgulanmaktadır. Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarının kıssaları anlatılırken, bu iki peygamber “kullarımızdan iki sâlih kul” (66/Tahrîm, 10) denilmek sûretiyle dile getirilmektedir.
Hz. Nuh, “O, gerçekten de çok şükreden bir kuldu” (17/İsrâ, 3) ifâdesiyle tanıtılmaktadır. Hz. Zekeriya, “Kulu Zekeriya’ya Rabbinin bahşettiği rahmeti dile getiren bir anmadır, bu” (19/Meryem, 2) ifâdesiyle anılmaktadır. Hz. Süleyman’ın “ne güzel bir kul” olduğu ve “her zaman Rabbine yöneldiği” (38/Sâd, 30) anlatılmaktadır. “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla” (38/Sâd, 41) denilerek, yine bir peygamber, Rabbine kul olarak nispet edilmektedir.
Tüm bu âyetlerde ortaya konulduğu üzere, peygamberlerle yaratıcı olan Allah’ın ilişkisi KUL ve RAB düzleminde ifâde edilmektedir.
Aslında Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtildiği üzere tüm mahlukatın Allah karşısındaki konumu kul olmadır. Nitekim “Göklerde ve yerde var olan her şey sınırsız rahmet sahibinin huzuruna ancak ve ancak birer kul olarak çıkmaktadırlar” (19/Meryem, 93) âyeti bu hakikati açıkça ortaya koymaktadır. Kur’an’ın bu âyetinin, Hz. İsa’yı, onun kul oluşunu, onu haşa Allah’ın oğlu olarak gören ve ona uluhiyet isnad edenlerin yanlışlığını zikreden bir bağlamda gelmesi de manidardır.
Dikkatlerden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de peygamberlerin kullukları ile peygamber oluşları hususunda nasıl bir telakki ve tasavvura sahip olunacağı, var olan anlayışlardaki ifrat ve tefrit boyutlarının nasıl değerlendirilmesi gerektiğidir.
Kanaatimize göre, peygamberlerin değerlendirilmesinde önceki dönemlerin (muhtemelen o dönemlerin din ve vahiy anlayışlarına paralel olarak gelişen) yüceltici ve kutsallaştırıcı yaklaşımı ne kadar yanlışsa; modern zamanların pozitivist ve rasyonalist etkileriyle oluşan indirgemeci ve sıradanlaştırıcı yaklaşımları da en az o kadar yanlıştır.
Hz. Peygamber’in bizzat kendi ifadelerinden hareket ederek, onun beşeri yönünü ön plana çıkarmaya ve sıradanlaştırmaya çalışanlar, onun kendisine vahiy gelen bir peygamber olduğunu, bizzat Allah’ın övgüsüne mazhar olan, seçkin bir insan olduğunu düşünmeli; ona insanüstü vasıflar ve özellikler atfederek, onu yücelttiğini zannedenler de yine bizzat onun dikkat çektiği, Hz. İsa’nın Hristiyanlarca yüceltilmesi hatasında olduğu gibi bir hataya düşmemelidir. Vasat ümmet olmanın bir gereği ve sonucu olarak, âdil ve dengeli bir yaklaşımla ve yine Kur’an’da ve onun ifadelerinde geçtiği şekliyle “ALLAH’IN KULU VE RASÛLÜ” olduğuna dikkat edilmelidir. Son derece sorumluluk sahibi, müttaki ve seçkin bir kul; âlemlere rahmet olarak gönderilen mütevazı bir rasûl. İnsanlığı ele alınırken rasüllüğü, vahye muhataplığı ele alınırken tevazuu devreye giren örnek şahsiyet.
Bu hatırlatmalardan sonra Hz. Peygamber’in nasıl bir kul olduğu hususunu ele almaya başlayabiliriz.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), her konuda olduğu gibi kulluk ve ubudiyet konusunda da ümmetine örnek olmuş; peygamberliği onun bir beşer olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi, bir kulun yaratıcısına ibâdetetmesi mükellefiyetinden de azade kılmamıştır. Hz. Peygamber de ümmetin diğer fertleri gibi her türlü emir ve yasağın muhatabı olmuş, hatta bazı durumlarda (mesela gece namazı) bizlere göre ek mükellefiyetlerle daha ağır bir sorumluluk üstlenmiştir.
Peygamber oluşundan dolayı hiçbir zaman ayrıcalıklı biriymişçesine tavır ve davranışlarda bulunmayan Efendimiz, “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede haddi aştıkları gibi beni övmede siz de haddi aşmayın. Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisidir deyin” (Buhârî, Enbiyâ 48) buyurarak kul olma bilincinde de bizlere güzel bir örneklik sergilemiştir.
“Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kulluk konumuna Kur’an perspektifinden bakıldığında şunları söylemek mümkündür : “O, Rabbinden indirilene tâbi olan” , “ona sımsıkı sarılan”, “sırat-ı müstakim üzere olmakla emrolunan” , “ilk müslüman olan” , “kulluğunu yerine getirmek için elinden geldiğince amel eden” , “Allah’ı zikreden” , “muvahhid olarak hak dine yönelen” , “Allah’a tevekkül eden” , “isyan ve şirk durumuna düşüp de Allah’ın azabına uğramaktan korkan” , “Allah’a sığınan” , “eda etmekle emrolunduğu namazı” ve “bütün ibâdetleri, hayatı, ölümü âlemlerin Rabbi olan Allah için olan” , “Allah’a iman eden” , “O’na kulluk eden” , “sıkıntılara sabreden” , “Allah’a şükreden” , “O’na duâeden” , “Allah’ı hamd ile tesbih eden” , “secde yapan” , “Kur’an okuyan” , “Allah’tan bağışlanma dileyen” , “ahirete yönelmiş” ve “şeriata tâbi olmuş” bir kulluk konumu vardır.” [Yasin Pişgin, İnsan ve Peygamber Olarak Hz. Muhammed (s.a.s.), İlâhiyat Y. Ankara 2002, s. 59]
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.s.), hamd, tesbih, secde, ibâdet, sabır gibi emirler; müşriklere itaat etmeme, aceleci olmama gibi nehiylerle muhatap olmuş, bu türden emir ve nehiyler karşısında samimi ve ihlaslı bir kulun nasıl davranması gerekiyorsa Hz. Peygamber de o şekilde davranmış, sorumluluklarını en güzel bir şekilde yerine getirmeye gayret etmiştir.
“Ey örtünüp, bürünen! Birâzı hariç geceleri kalk namaz kıl ...” (73/Müzzemmil, 1-4) âyetleri mü’minlere gece namazını farz kılmış, sonra bu farz nâfileye dönüştürülmüş (73/Müzzemmil, 20), daha sonra da “gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl” (17/İsrâ, 79) âyetiyle bu emir, Hz. Peygamber’e mahsus bir yükümlülük haline getirilmiştir.
Sahâbîler, Hz. Peygamber’in hayatı boyunca gece namazına devam ettiğini rivâyetederler. Hatta gece namazına olan bu itinası dolayısıyla bazı sahabilerin “Allah senin geçmiş ve gelecekteki bütün günahlarını bağışladığı halde bu kadar zahmete niye katlanıyorsun?” diye sorduğu, Hz. Peygamber’in de “Şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdiği rivâyet edilir (Tirmizî, Şemâil 44).
Kulluk ve ubudiyet, hiçbir insanı dışarda bırakmaksızın, bütün insanlığa bir sorumluluk olarak yüklenmiş olup, Kur’an-ı Kerim’in ağırlıklı bir şekilde ele aldığı mevzulardandır. Yüce Rabbimiz, “Ben, cinleri ve insanları, Bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat/56) buyurmaktadır. Âyette belirtildiği üzere, kulluk ve ubudiyet, insanların ve cinlerin yaratılış gayesi olarak açıklanmaktadır. Bu âyetten ve Kur’an-ı Kerim’in genelinden çıkarılabilecek sonuçlara göre, bütün mahlukatı var eden bir yaratıcı vardır ve yaratılan varlıklarla bu yaratıcı arasındaki ilişki, yaratılanların O’nu tanıması (marifet), O’na, ibâdetetmesi, O’na kulluk yapması şeklinde ortaya konulmaktadır. Peygamberler de insan olmaları hasebiyle ve ayrıca kulluk ve ubudiyet hususunda seçilen, örnek kimseler olmaları sebebiyle, bu gerçeğin dışında değerlendirilemezler. Zaten bütün peygamberler, Allah’a kulluk ve taatte son derece titiz davranmışlar ve tebliğ ettikleri hususları önce bizzat kendileri uygulayarak, ümmetlerine örnek olmuşlardır.
Öte yandan peygamberlerin gönderiliş amaçları arasında zikredilenlerden biri de kulluk ve ubudiyettir. Nitekim Kur’an’da; “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, Benden başka ilâh yoktur, o halde Bana kulluk edin diye vahyetmiş olmayalım” (21/Enbiyâ, 25) buyurularak, peygamberlerin temel misyonuna işaret edilmektedir.
Diğer bir âyette de “Gerçek şu ki, Biz, her toplumun içinden ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının (mesajıyla gönderdiğimiz) bir elçi çıkardık. Allah, o geçmiş nesillerden bir kısmını hidâyetiyle doğru yola yöneltti; bir kısmı da sapıklık içinde bırakılmaya müstehak oldu. O halde, şimdi, yeryüzünde dolaşın ve hakkı yalan sayanların sonunun nasıl olduğunu görün!” (16/Nahl, 36) buyurulmuş, bütün peygamberlerin “Allah’a ibâdetve tağuttan ictinab” esası çerçevesinde vazifeli oldukları vurgulanmıştır.
Yukarıdaki âyetlerde ifâde edilenlere, peygamberler hem birer kul olmaları yönüyle muhatap olmuş, hem de bu gerçekleri tebliğ ederek, hayata geçirilmesine örneklik etme sorumluluğunu üstlenmişlerdir.
Hz. Peygamber’e hitap eden şu âyetler de peygamberlerin konumunu, Kur’an perspektifinden çok net bir şekilde ortaya koymaktadır: “De ki (ey Peygamber) Ben size Allah’ın hazineleri bendedir, demiyorum; ne insan idrakini aşan şeyleri bildiğimi söylüyorum ve ne de size Ben bir meleğim, diyorum. Ben sadece bana vahyedileni yerine getiriyorum. De ki, hiç gören ile görmeyen bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?” (6/En’âm, 50); “(Ey peygamber) De ki : Allah dilemedikçe, kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı uzaklaştırmak benim elimde değil. Eğer insan kavrayışının ötesinde olanı bilseydim, muhakkak ki, bahtiyarlık adına ne varsa ondan payıma daha çoğu düşerdi ve kötülük asla yaklaşamazdı bana. (Ama) ben sadece bir uyarıcıyım ve inanan bir topluma iyi haberler getiren bir müjdeci.” (7/A’râf, 188); “De ki: Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Tanrınızın Bir ve Tek Tanrı olduğu vahyolundu bana. Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine özgü kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi (O’na) ortak koşmasın.” (18/Kehf, 110)
Peygamberlerin insan olmaları yönüne işaret eden bu âyetlerin yanısıra, onların kulluk yönünü vurgulayan âyetler de vardır.
Meselâ, 17/İsrâ sûresinin ilk âyetinde, Yüce Allah, peygamberimizi kulluk yönüyle tanıtmakta, kendine nispet ederken “abdihî” ifadesini kullanmaktadır. Yine aynı şekilde Kehf suresinin ilk âyetinde de peygamberimiz kendisine kitabın indirildiği kul olarak tanıtılırken “abduhû” kelimesi kullanılmaktadır.
Diğer peygamberler de kulluk ve ubudiyet açısından farklı bağlamlarda ve çeşitli ifadelerle tanıtılmaktadır. Hz. İsa için “Ne İsa, Allah’ın kulu olmaktan kaçınacak kadar gurura kapıldı, ne de ona yakın olan melekler. O’na kulluk etmeyi gururlarına yediremeyenler ve küstahça böbürlenenler (bilsinler ki Hesap Günü) Allah hepsini kendi katında toplayacaktır” (4/Nisâ, 172) denilmektedir. Yine Hz. İsa’nın ağzından “Ben Allah’ın kuluyum. O, bana ilahi mesajı bahşetti ve beni peygamber yaptı” (19/Meryem, 30) denilerek, Hz. İsa’nın “abdullah” oluşuna dikkat çekilmektedir.
Hz. İsa’nın “onurlandırılan ve İsrailoğulları için örnek kılınan bir kul” (43/Zuhruf, 59)olduğu vurgulanmaktadır. Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarının kıssaları anlatılırken, bu iki peygamber “kullarımızdan iki sâlih kul” (66/Tahrîm, 10) denilmek sûretiyle dile getirilmektedir.
Hz. Nuh, “O, gerçekten de çok şükreden bir kuldu” (17/İsrâ, 3) ifâdesiyle tanıtılmaktadır. Hz. Zekeriya, “Kulu Zekeriya’ya Rabbinin bahşettiği rahmeti dile getiren bir anmadır, bu” (19/Meryem, 2) ifâdesiyle anılmaktadır. Hz. Süleyman’ın “ne güzel bir kul” olduğu ve “her zaman Rabbine yöneldiği” (38/Sâd, 30) anlatılmaktadır. “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla” (38/Sâd, 41) denilerek, yine bir peygamber, Rabbine kul olarak nispet edilmektedir.
Tüm bu âyetlerde ortaya konulduğu üzere, peygamberlerle yaratıcı olan Allah’ın ilişkisi KUL ve RAB düzleminde ifâde edilmektedir.
Aslında Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtildiği üzere tüm mahlukatın Allah karşısındaki konumu kul olmadır. Nitekim “Göklerde ve yerde var olan her şey sınırsız rahmet sahibinin huzuruna ancak ve ancak birer kul olarak çıkmaktadırlar” (19/Meryem, 93) âyeti bu hakikati açıkça ortaya koymaktadır. Kur’an’ın bu âyetinin, Hz. İsa’yı, onun kul oluşunu, onu haşa Allah’ın oğlu olarak gören ve ona uluhiyet isnad edenlerin yanlışlığını zikreden bir bağlamda gelmesi de manidardır.
Dikkatlerden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de peygamberlerin kullukları ile peygamber oluşları hususunda nasıl bir telakki ve tasavvura sahip olunacağı, var olan anlayışlardaki ifrat ve tefrit boyutlarının nasıl değerlendirilmesi gerektiğidir.
Kanaatimize göre, peygamberlerin değerlendirilmesinde önceki dönemlerin (muhtemelen o dönemlerin din ve vahiy anlayışlarına paralel olarak gelişen) yüceltici ve kutsallaştırıcı yaklaşımı ne kadar yanlışsa; modern zamanların pozitivist ve rasyonalist etkileriyle oluşan indirgemeci ve sıradanlaştırıcı yaklaşımları da en az o kadar yanlıştır.
Hz. Peygamber’in bizzat kendi ifadelerinden hareket ederek, onun beşeri yönünü ön plana çıkarmaya ve sıradanlaştırmaya çalışanlar, onun kendisine vahiy gelen bir peygamber olduğunu, bizzat Allah’ın övgüsüne mazhar olan, seçkin bir insan olduğunu düşünmeli; ona insanüstü vasıflar ve özellikler atfederek, onu yücelttiğini zannedenler de yine bizzat onun dikkat çektiği, Hz. İsa’nın Hristiyanlarca yüceltilmesi hatasında olduğu gibi bir hataya düşmemelidir. Vasat ümmet olmanın bir gereği ve sonucu olarak, âdil ve dengeli bir yaklaşımla ve yine Kur’an’da ve onun ifadelerinde geçtiği şekliyle “ALLAH’IN KULU VE RASÛLÜ” olduğuna dikkat edilmelidir. Son derece sorumluluk sahibi, müttaki ve seçkin bir kul; âlemlere rahmet olarak gönderilen mütevazı bir rasûl. İnsanlığı ele alınırken rasüllüğü, vahye muhataplığı ele alınırken tevazuu devreye giren örnek şahsiyet.
Bu hatırlatmalardan sonra Hz. Peygamber’in nasıl bir kul olduğu hususunu ele almaya başlayabiliriz.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), her konuda olduğu gibi kulluk ve ubudiyet konusunda da ümmetine örnek olmuş; peygamberliği onun bir beşer olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi, bir kulun yaratıcısına ibâdetetmesi mükellefiyetinden de azade kılmamıştır. Hz. Peygamber de ümmetin diğer fertleri gibi her türlü emir ve yasağın muhatabı olmuş, hatta bazı durumlarda (mesela gece namazı) bizlere göre ek mükellefiyetlerle daha ağır bir sorumluluk üstlenmiştir.
Peygamber oluşundan dolayı hiçbir zaman ayrıcalıklı biriymişçesine tavır ve davranışlarda bulunmayan Efendimiz, “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede haddi aştıkları gibi beni övmede siz de haddi aşmayın. Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisidir deyin” (Buhârî, Enbiyâ 48) buyurarak kul olma bilincinde de bizlere güzel bir örneklik sergilemiştir.
“Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kulluk konumuna Kur’an perspektifinden bakıldığında şunları söylemek mümkündür : “O, Rabbinden indirilene tâbi olan” , “ona sımsıkı sarılan”, “sırat-ı müstakim üzere olmakla emrolunan” , “ilk müslüman olan” , “kulluğunu yerine getirmek için elinden geldiğince amel eden” , “Allah’ı zikreden” , “muvahhid olarak hak dine yönelen” , “Allah’a tevekkül eden” , “isyan ve şirk durumuna düşüp de Allah’ın azabına uğramaktan korkan” , “Allah’a sığınan” , “eda etmekle emrolunduğu namazı” ve “bütün ibâdetleri, hayatı, ölümü âlemlerin Rabbi olan Allah için olan” , “Allah’a iman eden” , “O’na kulluk eden” , “sıkıntılara sabreden” , “Allah’a şükreden” , “O’na duâeden” , “Allah’ı hamd ile tesbih eden” , “secde yapan” , “Kur’an okuyan” , “Allah’tan bağışlanma dileyen” , “ahirete yönelmiş” ve “şeriata tâbi olmuş” bir kulluk konumu vardır.” [Yasin Pişgin, İnsan ve Peygamber Olarak Hz. Muhammed (s.a.s.), İlâhiyat Y. Ankara 2002, s. 59]
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.s.), hamd, tesbih, secde, ibâdet, sabır gibi emirler; müşriklere itaat etmeme, aceleci olmama gibi nehiylerle muhatap olmuş, bu türden emir ve nehiyler karşısında samimi ve ihlaslı bir kulun nasıl davranması gerekiyorsa Hz. Peygamber de o şekilde davranmış, sorumluluklarını en güzel bir şekilde yerine getirmeye gayret etmiştir.
“Ey örtünüp, bürünen! Birâzı hariç geceleri kalk namaz kıl ...” (73/Müzzemmil, 1-4) âyetleri mü’minlere gece namazını farz kılmış, sonra bu farz nâfileye dönüştürülmüş (73/Müzzemmil, 20), daha sonra da “gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl” (17/İsrâ, 79) âyetiyle bu emir, Hz. Peygamber’e mahsus bir yükümlülük haline getirilmiştir.
Sahâbîler, Hz. Peygamber’in hayatı boyunca gece namazına devam ettiğini rivâyetederler. Hatta gece namazına olan bu itinası dolayısıyla bazı sahabilerin “Allah senin geçmiş ve gelecekteki bütün günahlarını bağışladığı halde bu kadar zahmete niye katlanıyorsun?” diye sorduğu, Hz. Peygamber’in de “Şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdiği rivâyet edilir (Tirmizî, Şemâil 44).