Bir Dolmuş Dolusu İnsan
‘Var’ı yoktan var eden Yüce Allah, her var olanı bir eşiyle, bir zıddıyla birlikte yaratmıştır. Güzeli, çirkinle; doğruyu, eğriyle; sevabı, günahla… birlikte yaratmıştır. Hâl böyle olunca da her bir olgunun bir eşi; zıddı olacağından yola çıkarak hayatı ve var olanı tahlil etmek kolaylaşmakta hatta bu sayede insan ile ilgili değerlendirmeler yalın (objektif)) gözle yapılabilmektedir. Üstat Necip Fazıl'ın da dediği gibi, oluklar çift yaratılmış malum... Bizler de bir dolmuşu doldurmaya çalışan insanlar olmaya çalışıyoruz sonuçta. Şöyle ki, üstada soruyorlar: 'gerçek dava adamı ne kadardır' diye... O da ‘bir dolmuş dolusu kadardır’ diyor. Yani demek istiyor ki bakmayın siz şakşakçıların on binleri, yüz binleri bulduğuna… Zoru görünce tırsmayacak adamı bulmaktır mesele… Adam gibi adam olmak zordur cancağızlar. Üstat, taşı gediğine koyuyor kısacası…
‘Dava nedir; dava ne olmalıdır; bir davaya gönül verilmeli midir’ türünden soruların yanıtları da türlü türlü olacaktır hâliyle. Çünkü elmas ile kömürün bile maddesi aynı iken kıymet-i harbiyeleri (gerçek değer) arasında uçurumlar vardır. Bu durum insanlar için de geçerlidir. Söz gelimi aynı ana-babadan olan karındaşlar (kardeş) bile tamamen zıt karakterli olabilirler. Zira insan cüzî irade sahibi bir mahlûktur. Cüzi irade demek ise akıl, duygu, vicdan, nefis… diye giden donanımlara sahip olmak demektir. Takdir edersiniz ki, insanın bu donanımları kullanmasından daha doğal birşey olamaz. O hâlde her insanın bir davası, bir dava tanımı mutlaka olacaktır. Bize göre olmalıdır da… Öyle ya insanoğlu çayırda otlayıp, ahırda rahatlayan bir mahlûktan farklı olmalı, farklı yaşamalıdır. Millî, dinî ve insanî birtakım değerlere sahip olmalıdır ki insan olduğu anlaşılabilsin. Aksi takdirde insan değil, insan müsveddesi olur. Dahası iki âlemi (dünya) de ziyân olur. Yazık olur vesselam…
Bildiğiniz gibi insan yeryüzünün halifesidir. Yaratılmasından, doğdurulmasına; öldürülmesinden, diriltilmesine kadar birçok merhale (aşama), birçok meşgale (uğraş, iş), müşkül (engel) onu sınamak için sıraya dizilmiş, bekleşip durmaktadır. Hâl böyle olunca davanın ne olacağı; tanımı, muhtevası (içerik) önem arz etmektedir. Bireysel anlamda mesele bu minval (üslûp, yol) üzere olabilir. Peki, ya ‘toplum söz konusu olunca ne olacak’ sorusu gündeme gelince nasıl bir cevap vereceksiniz? Öyle ya, nefis denen azmana galebe çalmak, çalmaya çalışmak bireysel olarak bir gaye olabilir. Dahası Âdemoğlunun gütmesi gereken bir dava olması, güdülmesi gereken tek dava olması doğal (normal) da sayılmalıdır. Zira mihengin doğru tartılması nefis murakabesinden geçmektedir. Bu noktada tekrar soruyoruz: Bireylerden oluşan toplumu hangi kefeye koyacağız? Toplum, kendisine verilen mirası yani İlahî içerikli yetki kullanımını nerelerde harcamalıdır? Âleme (dünya) nizam (düzen) vermek için; Allah’ın kelâmını, kitabını, kurallarını… yüceltmek için harcamalıdır elbette.
Üstat Necip Fazıl Cumhuriyet Türkiye’sinde yetişen en büyük şairlerden, düşünürlerden birisi belki de birincisidir. Zira edebiyatın neredeyse her alanında eşsiz eserler verme becerisini, başarısını gösterebilmiş tek şahsiyettir. Ondan başka bu başarıyı sergileyebilmiş bir başka edebiyatçımız yoktur. Şairler sultanı Necip Fazıl’ın, dava adamının nasıl olması gerektiğine dair şahane (super) bir tanımı vardır. “Dışı buram buram Türk, içi alev alev Müslüman; içi dışına hâkim, dışı içine köle…” olmalıdır dava adamının. Hâliyle davanın ne olması gerektiği de böylece ortaya çıkmaktadır. Sonsuzluğun Sahibi’nden, sonsuzluk ödülünü kapma kaygısıdır mesele. Yol da Onundur, varlık da. Bizlere düşen, cüzî iradeyi idareli kullanmaktır. Bu yapıldığı takdirde mesele kendiliğinden hallolacaktır. Denemesi bedava. Neyse cancağızlar, sonsuzluğun sahibine giden dolmuşta bir koltuk bulmak ümidi ile... Baki selam, vesselam... Serik–05.01.2009
Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com
‘Var’ı yoktan var eden Yüce Allah, her var olanı bir eşiyle, bir zıddıyla birlikte yaratmıştır. Güzeli, çirkinle; doğruyu, eğriyle; sevabı, günahla… birlikte yaratmıştır. Hâl böyle olunca da her bir olgunun bir eşi; zıddı olacağından yola çıkarak hayatı ve var olanı tahlil etmek kolaylaşmakta hatta bu sayede insan ile ilgili değerlendirmeler yalın (objektif)) gözle yapılabilmektedir. Üstat Necip Fazıl'ın da dediği gibi, oluklar çift yaratılmış malum... Bizler de bir dolmuşu doldurmaya çalışan insanlar olmaya çalışıyoruz sonuçta. Şöyle ki, üstada soruyorlar: 'gerçek dava adamı ne kadardır' diye... O da ‘bir dolmuş dolusu kadardır’ diyor. Yani demek istiyor ki bakmayın siz şakşakçıların on binleri, yüz binleri bulduğuna… Zoru görünce tırsmayacak adamı bulmaktır mesele… Adam gibi adam olmak zordur cancağızlar. Üstat, taşı gediğine koyuyor kısacası…
‘Dava nedir; dava ne olmalıdır; bir davaya gönül verilmeli midir’ türünden soruların yanıtları da türlü türlü olacaktır hâliyle. Çünkü elmas ile kömürün bile maddesi aynı iken kıymet-i harbiyeleri (gerçek değer) arasında uçurumlar vardır. Bu durum insanlar için de geçerlidir. Söz gelimi aynı ana-babadan olan karındaşlar (kardeş) bile tamamen zıt karakterli olabilirler. Zira insan cüzî irade sahibi bir mahlûktur. Cüzi irade demek ise akıl, duygu, vicdan, nefis… diye giden donanımlara sahip olmak demektir. Takdir edersiniz ki, insanın bu donanımları kullanmasından daha doğal birşey olamaz. O hâlde her insanın bir davası, bir dava tanımı mutlaka olacaktır. Bize göre olmalıdır da… Öyle ya insanoğlu çayırda otlayıp, ahırda rahatlayan bir mahlûktan farklı olmalı, farklı yaşamalıdır. Millî, dinî ve insanî birtakım değerlere sahip olmalıdır ki insan olduğu anlaşılabilsin. Aksi takdirde insan değil, insan müsveddesi olur. Dahası iki âlemi (dünya) de ziyân olur. Yazık olur vesselam…
Bildiğiniz gibi insan yeryüzünün halifesidir. Yaratılmasından, doğdurulmasına; öldürülmesinden, diriltilmesine kadar birçok merhale (aşama), birçok meşgale (uğraş, iş), müşkül (engel) onu sınamak için sıraya dizilmiş, bekleşip durmaktadır. Hâl böyle olunca davanın ne olacağı; tanımı, muhtevası (içerik) önem arz etmektedir. Bireysel anlamda mesele bu minval (üslûp, yol) üzere olabilir. Peki, ya ‘toplum söz konusu olunca ne olacak’ sorusu gündeme gelince nasıl bir cevap vereceksiniz? Öyle ya, nefis denen azmana galebe çalmak, çalmaya çalışmak bireysel olarak bir gaye olabilir. Dahası Âdemoğlunun gütmesi gereken bir dava olması, güdülmesi gereken tek dava olması doğal (normal) da sayılmalıdır. Zira mihengin doğru tartılması nefis murakabesinden geçmektedir. Bu noktada tekrar soruyoruz: Bireylerden oluşan toplumu hangi kefeye koyacağız? Toplum, kendisine verilen mirası yani İlahî içerikli yetki kullanımını nerelerde harcamalıdır? Âleme (dünya) nizam (düzen) vermek için; Allah’ın kelâmını, kitabını, kurallarını… yüceltmek için harcamalıdır elbette.
Üstat Necip Fazıl Cumhuriyet Türkiye’sinde yetişen en büyük şairlerden, düşünürlerden birisi belki de birincisidir. Zira edebiyatın neredeyse her alanında eşsiz eserler verme becerisini, başarısını gösterebilmiş tek şahsiyettir. Ondan başka bu başarıyı sergileyebilmiş bir başka edebiyatçımız yoktur. Şairler sultanı Necip Fazıl’ın, dava adamının nasıl olması gerektiğine dair şahane (super) bir tanımı vardır. “Dışı buram buram Türk, içi alev alev Müslüman; içi dışına hâkim, dışı içine köle…” olmalıdır dava adamının. Hâliyle davanın ne olması gerektiği de böylece ortaya çıkmaktadır. Sonsuzluğun Sahibi’nden, sonsuzluk ödülünü kapma kaygısıdır mesele. Yol da Onundur, varlık da. Bizlere düşen, cüzî iradeyi idareli kullanmaktır. Bu yapıldığı takdirde mesele kendiliğinden hallolacaktır. Denemesi bedava. Neyse cancağızlar, sonsuzluğun sahibine giden dolmuşta bir koltuk bulmak ümidi ile... Baki selam, vesselam... Serik–05.01.2009
Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com