Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Bir doktorun en kötü günü (gerçek bir hikaye) (1 Kullanıcı)

mescere

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Ocak 2007
Mesajlar
70
Tepki puanı
0
Puanları
0
a_10028.jpg


Bu olay Mart ayının sonlarında Ankara’nın –belki de- en büyük ve en yoğun hastanesinde meydana gelmiştir.
Olayı bana anlatan kişinin ismi Gül Hanım olarak değiştirilmiştir.

I
Dr. Gül Hanım o gün hayatının en iğrenç ve en berbat nöbetini tutmaktadır.
Aslında daha önceden çok sayıda nöbeti için de bu tür ifadeler kullanmıştır.
Sabaha kadar uykusuz kaldığı olmuştur önceden.
Ya da 3-5 tane hastasının öldüğü – kendi tabiriyle ex olduğu –
Yakınlarda büyük bir kaza olmuştu vaktin birinde.
Çok sayıda kolu bacağı parçalanmış, kafası ezilmiş yaralı gelmişti.
Sabaha kadar oturamamıştı yerine, su içmeyi bile unutmuştu.
Bir seferinde de mafya babası gelmişti oraya.
Terör estirmişti adamları.
İlk defa ölümü o kadar yakın hissetmişti kendine.
O günlerde de demişti “en berbat nöbetim buydu” diye.

Ama bugünkü nöbet öncekilerin hepsinden farklıydı.
İğrenç nöbet denen şey bu olsa gerekti.
Öncekilerin hepsi gölgede kalmıştı.
Hâlbuki ortada ne çok sayıda ölüm vardı, ne mafya babası, ne kaza ne de başhekimden torpilli –aslında doğru dürüst hasta bile olmayan – ukala birinin aşağılamaları ve hakaretleri.
Neydi o zaman bugüne çok açıdan “en” sıfatını kazandıran?

Yazılım değişimi.
Bu çok büyük hastanede doktorların, hemşirelerin daha doğrusu tüm personelin kullandığı bir yazılım vardı her hastanede olduğu gibi.
Tüm sevkler, reçeteler, tedaviler, hasta tanıtımları… buradan yapılıyordu.
Görülen bazı eksiklikler üzerine yenilenmesine karar verilmişti.
Bundan daha doğal ne olabilirdi ki?
Ama kazın ayağı öyle değildi.

(Bu paragrafı “Elektronik Mühendisi” sıfatımla yazıyorum)
Şayet böyle bir işin sorumluluğu bende olsa, yeni sistemi önce kendi mantığıma göre tamamlardım.
Sonra her kademeden çok ayıda personele denetir, olumlu ve olumsuz buldukları yerleri düzeltirdim.
En son olarak da defalarca kontrolünü yapardım tam devreye almadan önce.
Tam devreye –yoğunluğun en az olması beklenen – gece yarısı verirdim.
Başında tüm teknik ekip bulunur ve oluşabilecek hataları sabaha kadar gidermeye çalışırdım.
Tüm aşamalarda her şey yedekli olurdu.
Sistemde bir şekilde problem olursa tek tuşla eskisine dönmek mümkün olacak şekilde ayarlamaya çalışırdım.
Yani iki sistemi aynı anda çalıştırırdım.
Bunu da programlamak zordur.
Çünkü zamanında sadece 2 bilinmeyenli 2 denklemin çözümüyle ilgili bir program yazmıştım ilköğretim 8. sınıf problemleri ayarında.
O basit programın bile teknik olarak “kesinlikle” hata yapmaması için 72 ön kontrolden geçiriyordum girilen bilgileri.
Her bir olasılık için de ayrı bir çözüm yolu.

II
Neyse!
Orada da bu değişimler hafta sonuna bırakılmış mantıklı olarak.
Ancak tam bir fiyasko.
Sistem çalışmamıştı istenen tarzda.
Web tabanlı olduğu için yani yerel internet ağı üzerinden çalıştığından sık sık tıkanıyormuş.
Yazılanlar yarım kalıyormuş.
Sonra tekrar baştan, bir daha baştan.
Aslında her programın yerel ağı kullanması gerekir ama demek ki sunucu (server) cihazda problem vardı muhtemelen.
Üstelik programın “ara yüzü” de eskisi kadar kullanışlı değilmiş.
Belki de kullanıcılar alışkın olmadığından öyle gelmiştir.
Çok da önemli değil zaten bu kısım.

Normal aslında bu.
Nihayetinde teknik sistemler kurulurken ilk başta hatalar olur.
En başta “collusion” olarak adlandırılan kazalar olur.
Yani kablolar üzerinde gidip gelen dijital en küçük bilgi olan “bit”ler bazen yolda çarpışabilirler.
Bu da hem sayıca çok azdır, hem ciddi bir olumsuzluk değildir hem de birkaç günde mimimum değere iner.

Nedir o zaman Dr. Gül Hanımı bu kadar sıkıntıya sokan?
Birkaç güne nasıl olsa otururdu sistem.
Birinci konu niyetti.
Çünkü yazılımın değiştirilmesinin esas nedeni eskisinde zorluk olmasından ya da teknik bir hatadan değildi.
Hastane çalışanlarının payına düşen “döner”i artırmaktı asıl amaç.
Her şey kayıt altında olacak ve bu yeni sistemle daha çok hareket görünecek ve bu da dönerden aldıkları payın artmasına sebep olacaktı.
Gerçi mütevazi bir yapısı olan Gül Hanım için bu çok da önemli değildi ama maaşının artması onun da işine gelirdi.
Hepimiz için de aynı olurdu sanırım.

III
Gül Hanım Tıp Fakültesi’nde okurken hep hastalarının kendisine gülümseyeceğini düşünürdü.
Onlarla dost olacaktı.
Tebessümünü asla eksik etmeyecekti.
Moral iyi olursa hastası da çabuk iyileşirdi hem.
Ayrıca peygamberimiz “gülümsemek sadakadır” buyurmamış mıydı?
Tüm öğrencilik hayatı boyunca gülümseyen kedi resmi odasının bir yerinde mutlaka olmuştu.
Altında da “gülümsemek sadakadır” yazardı.
Unutmamalıydı çünkü bunu.

Ancak öğrencilik bittikten sonra TUS sınavında o kadar yoğun bir çalışma temposuna girmişti ki, tarifsiz.
Tam bir kamp hayatı.
Cep telefonu yok.
Bir gün içerisinde yemek ve lavabo için ayrılacak toplam süre belli.
Bu süreçte, geleceğe dair hesapları ve günlük çetelesi eksilerle dolmaya başlamıştı.
Ancak bunun geçici olacağına inanıyordu.

Sonradan mütehassıslık sınavında da çok güzel bir başarı yakalamış ve tam istediği bölümü kazanmıştı.
Ancak buradaki yoğunluk ve başörtüsünü çıkarma zorunluluğu onu sıkıntıya sokuyordu manen.
Kendi kendisiyle çelişiyordu.
Hesabını nasıl verirlerdi acaba Allah’a, bu yasağı koyanlar ya da savunanlar?

Artık namazlar da aksamaya başlamıştı.
Bunun ızdırabını içinde daima hissediyordu.
Seviyordu içindeki sıkıntıyı ama.
Çünkü o sıkıntıydı içindeki saklı Gül’ü hayatta tutan.
Artık hatalarından içinde bir boşluk oluşmaz ve kalbi cız etmezse bittiği günün resmiydi.
Bunun da farkındaydı.

IV
Neyse biz geçelim geçen haftaya.
Gül’ün “en berbat” gününe.
Çok sayıda hastası vardı.
Bir tetkik yapılması gerekiyordu mesela ama “istek formu” hazırlayamıyordu sistem hatasından.
Kan nakli yapılması gerekiyordu hastasına ama gene alamıyordu.
Ultrason çektirmesi lazımdı, ilgili birime havale edemiyordu dosyayı.
Hastayı taburcu etmesi lazımdı ama bilgi girişi yapamıyordu sisteme, tıkanıyordu çünkü.
Liste uzadıkça uzuyordu.
Yazılımı yapan firmanın elemanlarıyla tartışmaktı belki yaptığı tek iş o gün.
Diğer doktor ve hemşireler gibi.
Belki de hastanenin tarihindeki en gergin gündü.

Hastaların tedavileri aksadı.
Meslektaşlarından rica etti.
Sistem üzerinden gönderemesek de yapılsın tetkikler, sonra tamamlarız resmi kısmı dedi.
Sağlık önemliydi ona göre.
Daha doğrusu can.
Ama her gün yüz yüze baktığı arkadaşları sistem üzerinden gelmeyen işlere bakamayacaklarını söylediler.
Mevzuat hazretlerine aykırıydı çünkü.
“Hay böyle doktorluğun” diye ağzını bozdu kaç kere.
Hâlbuki argo kelime kullanan insanları hiç sevmez, direk çizerdi üstünü.

Aslında onlara da çok kızamıyordu.
Çünkü kendisi de bazen hastalara bir “dosya” olarak bakıyordu.
Bir an önce taburcu olup gitse de, ya da ex olsa da (ölse) bir dosya önümden azalsa diye.
Tabi bu kalıcı hali değildi Gül’ün.
O anki psikolojisi öyle düşündürse de hemen Rabbinden utanır, haya duyar ve tövbe ederdi.
Kesin bildiği bir şey vardı ki, okul dönemlerindeki tertemiz Gül’ü özlemişti.
Bozulmamış, idealleri olan, sevgi dolu, hayatın gerçekleriyle tanışmamış!

V
Bir hastası vardı 45 yaşında.
Yoğun bakım şartları gerekiyordu.
Ancak görev yaptığı birimdeki yoğun bakım birimi kapalıydı hafta sonu olduğundan.
Ama o birimi açık olan bir ünite vardı.
Oraya sevk etti hemen diye yazmak isterdim ama edemedi.
Sistem izin vermedi çünkü.
Yazılım hatası.
Adam gençti ve ölmek üzereydi.
Rahatsızlığı öldürücü değildi, sadece birkaç saat yoğun bakım görmesi durumunda iyileşecekti.
Kaza gibi bir şeydi yani.
Vücut dengesi sağlanınca yürüyerek çıkıp gidecekti.
Kalp masajı gerekiyordu.
Orada eliyle yapmak zorunda olduğu çok sayıda işi yoğun bakımda cihazlar yapıyordu.
Zaten bünyesi zayıf olan Gül’ün enerjisi gitgide tükeniyordu.

İşini sistemden halledemeyince hemen yoğun bakım ünitesi olan birimi aradı.
Önce yer var mı diye sordu, yarı yarıya boş olduğu cevabını aldı, rahatladı.
Durumu anlattı, aciliyeti vurguladı.
Sevk edin alalım dediler, yoksa unutun.
Tartışmak istemedi.
Tekrar tekrar denedi sistemden ama nafile.
Baktı gördü ki olmayacak, hemen çalıştığı birimin kıdemlisine, yani o günkü sorumlusuna anlattı son durumu.
Bu sefer de o aradı.
Ne konuştular bilinmez ama Gül’ün gördüğü şey netti kıdemlisinde:
Sinir, bağırma, hakaret, restleşmeler…
Olmadı yani gene.

Gül 45 yaşındaki hastasına müdahale etmeye devam etti.
Zaten gergin olan ruhi yapısı enerjisini daha da tüketti.
İlgili birimi tekrar aradı.
Lakayt birisi açtı.
Durum acil dedi tekrar nazikçe, hiçbir şey olmamış gibi.
Nezaket sonuç vermeyince konuşmanın yönü değişti ister istemez.
“Sistem üzerinden size aktaramadık diye hasta ölsün mü göz göre göre” dedi?
“Dışarıda sabırsızlıkla bekleyen sevenleri onu bize emanet etmiş.
Nefes bile almadan bizden gelecek olumlu bir haber bekliyorlar.
Dua edip duruyorlar.
Bizim burada tartıştığımız konuya bakın…”
Aldığı cevap kısa ve netti:
“Duygu yapma bana, duygu yapma!”
Ve telefon suratına kapandı.

VI
Bildiği bütün küfürler geçti aklından nazik konuşmasıyla meşhur Gül’ün.
Dışarıdan pek bir şey duyulmasa da içinden geçenleri bir kendi bilir bir de Rabbi.
Tekrar hastaya döndü müdahale etmek için.
Mecburen ve çaresizlik içinde.
Varlık içinde yokluk çekiyordu.

Ancak kendisi bir makine değildi.
Gerek başka işler için ve gerekse de telefonla görüşmek, lavabo gitmek gibi sebeplerle hastanın başından ayrılması gerekiyordu.
Bu da zaten bir makineye ihtiyacı olan hastayı daha da kötüleştiriyordu.
Normal şartlarda iki güne kalmadan ayağa kalkabilecek hasta gözü önünde ölüyordu.

Küçük elleri titredi.
Kendini aynada gördü.
Saçları darmadağın olmuştu yoğunluktan ve yorgunluktan.
Önlüğü o kadar çok kirlenmişti ki.
Temizlik işçisi gibiydi görünüşü.
Yüzü solmuştu.
Hastanın yakınlarının yerine koydu kendini.
Son bir gayretle tekrar kendini toparladı, kollarına can geldi.

Ama baktı gördü ki olmayacak, hasta kötüye gidiyor.
Hemen çağırdı hasta bakıcıları.
Sedyeye koydurdu.
Kendisi de başında makine gibi çalışa çalışa yoğun bakım birime doğru hareket etti.
Biz geliyoruz diye aramadı bile.
Asansörlerde bile devam etti çabasına.
Zorla girmekten başka çaresi kalmamıştı yoğun bakım birimine.
Kendine zarar gelecek olsa bile prosedür ihlalinden, razıydı.
Bir candan kıymetli miydi ki?
Ne diye okumuştu o zaman yıllarca?
Niye dirsek çürütmüştü?
Onun Rabbine verilmiş sözü vardı, Hipokrat yemininden önce.

VII
Vardılar yoğun bakımın kapısına ve açıp girdiler sormadan.
Bir sedye.
Sedyenin üzerinde ha öldü ha ölecek genç bir hasta.
Yanında da üzerindeki elbiseden doktor olduğu anlaşılan heyecanlı, endişeli ve panik içinde bir bayan.
Masaj yapmaya çalışıyor bir yandan da ama hem fiziken hem de ruhen bitmiş gibi gözüküyor.
Yoğun bakım ünitesinde onları iki çift sert bakış karşıladı.
“Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz
Dingonun ahırımı mı burası?”

Gözlerini hastadan ayıran Gül taşmıştı artık?
“Bu hastanın hayatının hiç önemi yok mu?” dedi.
“Siz yemin etmediniz mi mezun olurken?
Üç beş kuruş dönerimiz artmayacak diye bu insan ölmeli mi?”

Bir söyledi iki işitti Gül.
Karşısındakiler hem suçlu hem güçlüydü.
Ama mevzuat olarak kimse onları suçlayamazdı.
Hasta oraya sevk edilmiş de almamışlar mıydı?
Her yerin bir kuralı vardı değil mi canım?

Gül de söyledi o sinirle ağzına geleni.
En son şunu duyduğunu hatırlıyordu:
“Bana duygu yapma tamam mı?
Şayet hastaya çok önem veriyor olsaydın, kendi biriminde iyileşinceye kadar sen ambu yapardın”
Yani makinenin yapacağı işi sen yapardın.

Gül’ün verecek cevabı vardı ama hastayı unuttuğunu fark etti.
Hemen döndü, hastaya müdahaleye başladı ama beklenen son gelmişti.
İyileşmeme ihtimali olmayan hasta birkaç saat içinde gözünün önünde ölüp gitmişti.
Bu sırada yoğun bakımdakiler de hastanın başına gelmiş ve ölen hastaya masaj yapmaya başlamışlardı asık suratlarla.
Dostlar alışverişte görsün misali.
Kimse “müdahale etmediler” diyemesindi amaçları.
Yüzlerinden okunan buydu, içlerini Allah bilir.
Geçmiş yağmura kepenek tutmanın kime faydası olmuştu ki?

VIII
Yere yığıldı Gül ve ağlamaya başladı.
Hüngür hüngür hem de.
Ne doktorluğunun önemi vardı şimdi, ne de “çevredekiler ne der” anlayışının.
Bir can gitmişti.
Var mıydı bunun daha ötesi?
Hem de üç kuruş fazla kazanalım diye değiştirilen sistem yüzünden.
Kendi meslektaşlarına zaten azalmış olan güveni yer ile yeksan olmuştu.
Öylesine çökmüştü ki, hala kendisine laf söyleyen yoğun bakım yetkilisinin dediklerini duymadı bile.
Hasta bakıcılar hastayı tekrar geri götürürken, Gül de onların yanında ruh gibi geri döndü.
Gözleri şişmişti ağlamaktan.
Kıpkırmızı olmuştu göz çevresi.

İşin bir kötü yanı da durumu hastanın ailesine haber verme görevi ona verilmişti.
Onun hastasıydı çünkü.
Ne diyecekti şimdi?
“Sizin hastanızın ciddi bir durumu yoktu.
Biz sistem değiştiriyorduk daha fazla kazanalım diye.
Hata verdi sistem, uygun çalışmadı.
Hastanızı yoğun bakıma sevk edemedim.
Oraya gitse yarın akşam size teslim edecektik.
Ama size bir gün önceden cenazesini teslim ediyoruz.” mu diyecekti?
İçi burkuldu, tekrar ağlamaya başladı.
Her şeyin maddiyat olmasına bu derece yakından şahit olmak onu bitirmişti kelimenin tam anlamıyla.
Hayatın gerçeği dedikleri şey bu muydu acaba?

Biraz sakinleşince yüzünü yıkadı, saçlarını taradı, elbisesini değiştirdi.
Kendini biraz toparladığı kanaatine varınca sabırla iyi haberler bekleyen yakınlarının olduğu yere gitti tek başına.
Hastanın eşi, çocukları, annesi, babası… Gül’e bakıyorlardı nefes bile almadan.
Bekliyorlardı ki Gül onlara şöyle diyecek:
“Hastanızın kanamasını durdurduk.
Kan verdik.
Şimdi dinleniyor.
3-4 saat sonra ziyaret edebilirsiniz.
Yarın da gözlem altında tutar, öbür gün taburcu ederiz.”
Hastanın durumuna göre beklenen buydu.
Ama gül başını öne eğdi ve şöyle dedi:
“Tüm çabalarımıza rağmen hastayı kaybettik.
Başınız sağ olsun.
Metanetinizi kaybetmeyin.
Allah Cennet’te kavuştursun.”

25 yıllık hayat arkadaşını kaybeden kadın hemen bayıldı zaten.
Çocuklar sinir krizi geçirmeye başladı.
Ağıtlar da yükselmeye başlayınca Gül hemen geri döndü.
Ailenin göremeyeceği bir yere gelince bulduğu ilk merdiven basamağına oturdu.
Daha doğrusu çöktü kaldı.
Başını ellerinin arasına alarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Halbuki çevresindeki herkes onu tanıyordu, hemşiresinden güvenlikçisine.
Ama hiçbiri umurunda değildi o an.
Merdivenden inip çıkanlara engel olduğunun bile farkında değildi.

IX
İnsan hayatı bu kadar ucuz muydu?
Sayısı on binleri bulan Latince kelimeyi bunun için mi ezberlemişti?
Gençliğinin en güzel yıllarını masa başında geçirmesine neden olan Tıp eğitimini bunun için mi almıştı?
“Ben hem kendisi hem de hayalleri temiz olan eski Gül’ü özledim” diye bağırmak istedi orada.
Çığlık atmak hatta.
Hasretle andı üniversite yıllarını.
Yaklaşık ayda bir hatim ederdi Kur’an’ı.
Cevşen’ini okur, Ashab-ı Bedir’ini de aksatmazdı.
Ama en çok çetelesini severdi, üzerinde titrerdi.
Arkadaşlarına da tavsiye ederdi.
Çantasında daima birkaç tane boş çetele bulundururdu.
Heveslenen arkadaşı olursa hemen oracıkta tutuşturuverirdi eline.

Aylık olurdu çetelesi.
Üst kısmında birden otuza kadar günler yazardı sütun halinde.
Her bir satırda ise bir gün içinde yapması ya da yapmaması gerekenler.
Gerçekleşmişse + işareti koyardı.
Olmamışsa da -.

Neler yoktu ki listesinde?
Sabah namazı +
Öğle namazı +
İkindi namazı +
Akşam namazı +
Yatsı namazı +
Malayani konuşma –
Kitap okuma +
Boşa vakit geçire –
Uzayıp gidiyordu.

Belki de o eski hayatından uzaklaştığı için Allah O’na ikaz göndermişti.
Bundan sonra yaşantısına daha çok dikkat edecekti.
Her olumsuzluktan sonra hayırlı bir adım atarak zararı telafi etmeyi severdi.

Gözlerini avuçlarının arasından çıkarıp çevresine baktığında herkesin garip garip kendisine bakmakta olduğunu gördü.
Kendini topladı.
Lavaboya gitti.
Yüzünü yıkadı.
Yeni bir hayata başlama kararlılığıyla görev yapmakta olduğu birime doğru yol aldı…

mescere
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt