Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Bilimsel veriler ışığında kur’an-ı kerim’de nuh tufanı-1 (1 Kullanıcı)

tarikaral

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2009
Mesajlar
7
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Her toplumun, geçmişte yaşamış her medeniyetin bir tufan söylencesi vardır. Bu söylenceler toplumdan topluma farklılık gösterse de büyük benzerlikler içerir. Hak dini tebliğ eden peygamberlerin ağzından hemen her kavme duyurulmuş olan Tufan, zamanla çeşitli dejenerasyon ve eklemelerle karıştırılarak, sözü edilen toplumların efsaneleri haline dönüştürülmüştür. Allah, Nuh Tufanı'nı, insanlara bir ibret ve ders konusu teşkil etmesi için farklı toplumlara gönderdiği peygamberler ve kitaplar yoluyla aktarmıştır. Ancak her defasında metinler orijinalinden uzaklaştırılmış ve Tufan anlatımlarına mistik, mitolojik öğeler katılmıştır.
Bu mitolojik anlatımlar günümüzde de etkisini sürdürmektedir. Tufanın tüm yeryüzünü kapsadığı, yeryüzündeki tüm insanların yok olduğu ve Hz. Nuh’un “ikinci Adem” (Tufan’dan sonra insanlığın yeniden Hz. Nuh ve çevresinden türemesi) olduğu şeklindeki inanışların kaynağı da bu mitolojik anlatımlardır. Zaman zaman bazı İslam alimleri de mitolojik anlatımların etkisinde kalmış olmalılar ki, Nuh Tufanı’ndan bahseden bazı Kuran ayatlerini yanlış yorumlayarak yanlış sonuca varmışlardır.
Nuh Tufanı’ndan bahseden en somut arkeolojik kanıt Gılgamış Destanıdır. Gılgamış Destanı tarihin en eski yazılı destanı olup, 12 kil tablete Akad çivi yazısı ile kaydedilmiştir. Uruk kralı Gılgamış’ın ölümsüzlüğü arayışının öyküsünün anlatıldığı destan aynı zamanda Nuh Tufanı’nın daha eski versiyonunu da barındırmaktadır. Gılgamış, en yakın dostu Enkidu’nun ölümünün ardından giriştiği ölümsüzlüğe ulaşma çabasının nafile olduğunu ve Tanrı Enlil’in öğütleriyle, insanın ancak büyük bir ad bırakmakla ölümsüzlüğe erişebileceğini kabul etmiştir. Özellikle 11. Tabalet Nuh Tufanı’nın çok daha eski bir versiyonu olduğu için kil tabletlerin bulunması insanlık tarihinin en önemli gelişmelerinden birisi olmuştur. Destanın 11. tabletinde Tufan şöyle anlatılıyor:

“…Bütün soyumu, sopumu ve kavmimi gemiye bindirdim. Yazının yabanıl, yazının evcil hayvanlarını ve bütün ustaları gemiye aldım. Şamaş, bana bir süre verdi: bulutları güden, akşamleyin bir buğday yağmuru yağdıracak diye. O zaman gemiye bin ve kapını (lumbar ağzı) kapa diye. Bu süre yaklaştı: bulutları güden, akşamleyin buğday yağmurunu yağdırıyordu. Ben havanın yüzüne baktım. Hava, bakılmayacak kadar korkunçtu. Ben geminin içine bindim ve kapımı kapadım. Gemici Pusur-Amurri’ye, gemiyi yaptığından dolayı, sarayı her şeyiyle teslim ettim. Artık gökten kara bulutlar yükseldi. Bulutların içinde Adad gürledi. Şullat ve Haniş, tanrıların kafilesini çekiyorlardı. Saray uluları, bunların peşi sıra dağları ve ovaları aşıyorlardı. Büyük İra, bütün bentlerin kazıklarını çekti. Ninurta da ilerleyip büyük havuzun sularını boşandırdı. Anunnaki tanrıları, meşaleleri yukarı kaldırıyorlardı. Tanrıların saçtıkları ışın, ülkeyi kızıla boğuyordu. Fırtına tanrısının saçtığı yalım, gökyüzünü yalıyordu. Bütün güneşin ışıklarını kararttılar. Büyük fırtına, ülkeyi bir çanak gibi parçaladı. Bir gün karayel esip hepsini sildi süpürdü. Sonra birdenbire poyraz esip ülkenin altını üstüne getirdi. Rüzgârlar insanların tepesinde savaş edercesine çarpıştılar.
Kimse kimseyi göremiyordu. Ve gökten bakılınca insanlar tanınmıyordu. Tanrılar bile tufandan korkarak geri çekildiler… “

Sümerlerin yaşadığı bu afet öylesine korkunçtu ki Tufan sonrasında Sümer ülkesinin hali de destanda şöyle anlatılmaktadır:

“…Enlil oraya gelir gelmez, gemiyi görünce öfkelendi. İgigi tanrılarına son derecede kızdı: “Buradan bir can kurtulmuştur. Bu yıkımdan kimse kurtulmamalıydı!”
Ninurta, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e, yiğite dedi:
“Böyle bir şeyi Ea’dan başka kim bulup düşünebilirdi? Her beceriyi, her hileyi yalnızca Ea bilir.” Ea, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e, yiğite dedi:
“Ey tanrıların büyük üstadı, ey yiğit Enlil! Ah, nasıl olur da sen körükörüne tufan yaptın? Onun suçunu suçluya yüklet! Kelepçesini gevşet ki etini kesmesin.
Yine kelepçesini çek ki daha gevşek olmasın .
Senin yaptığın bu tufan yerine, bir aslan kalkıp insanları azaltsa daha iyiydi!
Senin yaptığın bu tufan yerine, bir kurt kalkıp insanları azaltsaydı daha iyiydi!
Senin yaptığın bu tufan yerine, veba tanrısı kalkıp insanlara bulaşsaydı daha iyiydi! ...”

Sümerlere, çağlar boyu iz bırakacak böylesine büyük bir felaket yaşatan Büyük Tufan’dan Kuran-ı Kerim’de şöyle bahsedilmektedir:

Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi. (Ankebut Suresi, 14)
Biz de 'bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı (hükmümüzü gerçekleştirmek üzere) birleşti. (Kamer Suresi, 11-12)

Denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.' Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: 'Uzak olsunlar' denildi. (Hud Suresi, 44)

Kutsal kitaplarda ve mitolojik eserlerde geçen Tufan anlatımı bilimsel çalışmalara ışık tutmuştur. Tufan’ın gerçekleştiği yer ve Tufanın oluş şekli bilim dünyasında her zaman büyük bir merak konusu olmuştur.
Nuh Tufanı'nın gerçekleştiği yer olarak Mezopotamya Ovası gösterilir. Bu bölgede tarihte bilinen en eski ve en gelişmiş uygarlıklar kurulmuştur. Ayrıca bu bölge, Dicle ve Fırat Nehirleri'nin ortasında yer alması sebebiyle, coğrafi olarak büyük bir su baskınına uygun bir zemin teşkil etmektedir. Tufan'ın etkisini artıran sebeplerden birisi, büyük bir ihtimalle, bu iki nehrin yataklarından taşıp bölgeyi etkisi altına almış olmasıdır.
Bu bölgenin Tufan'ın gerçekleştiği yer olarak kabul edilmesinin ikinci bir sebebi de tarihseldir. Bölgedeki birçok medeniyetin kayıtlarında, aynı dönemde yaşanmış bir Tufan'ı anlatan çok sayıda belge ortaya çıkarılmıştır. Büyük Tufan’a tanık olan bu medeniyetler, bu felaketin oluş biçimini ve sonuçlarını tarihsel kayıtlara işleme ihtiyacı hissetmiş olmalıdırlar. Tufan'ı anlatan efsanelerin çoğunluğunun Mezopotamya kökenli olduğu da bilinmektedir. En önemlisi de arkeolojik bulgulardır. Bunlar, bu bölgede gerçekten de büyük bir su baskınının meydana geldiğini göstermektedir. Bu su baskını, ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz gibi, bölgede bulunan uygarlığın bir süre için duraksamasına neden olmuştur. Yapılan kazılarda böylesine büyük bir felaketin açık izleri toprağın altından çıkartılmıştır.
20. yüzyılın başlarında Mezopotamya’daki arkeolojik çalışmaların gelişmesi ile beraber Tufan yeniden fakat farklı bir boyutta bilim dünyasının gündemine girdi. Nineve kazısında ortaya çıkan, Gılgamış Destanı’nı anlatan tabletlerde, Nuh Tufanı'na çok benzeyen, aynı motifleri taşıyan bir anlatıma rastlanması arkeologlar kadar dinbilimcileri de etkiledi. Daha sonra Gılgamış Destanı'nın biraz daha farklı ve daha eski kopyalarına rastlandı ve Tufan öyküsünün Mezopotamya odaklı olduğu anlaşıldı. Hemen hemen aynı yıllarda Güney Mezopotamya'da Sir Leonard Woolley'nin Ur kazıları ve özellikle 1929 yılında Ur Mezarlığı'nı ortaya çıkarırken rasladığı kalın sel dolguları, efsaneler, tabletler ve söylencelerle yoğrulmuş tufanı somutlaştırdı, olayın görsel kanıtlarını sundu. Ne var ki MÖ 2650-2550 yıllarına tarihlenen, Sümer uygarlığına ait Ur mezarları beklenmedik ve herkesi şaşırtan öylesine zengin buluntular verdi ki, tufanın göstergesi kalın çamur tabakası bir anda unutulup geri plana itildi. Bu ancak bölge ile ilgilenen bilim insanlarını ve özellikle o yıllarda gelişen, doğal çevre ortamının değişimi ile kültür tarihi arasındaki ilişkiyi konu edinen jeoarkeologları harekete geçirdi. Ur'da görülen selin dar kapsamlı yerel bir olay olarak mı kaldığı, yoksa Mezopotamya coğrafyasında geniş alanları mı etkilediği sorusu ortaya çıktı.
Klasik anlamı ile Mezopotamya olarak adlandırılan bölge Fırat ve Dicle'nin getirdiği alüvyonlu topraklardan oluşan geniş düzlüklerden oluşur. Bu düzlüklerin büyük bir kısmı, -hemen hemen Bağdat'ın güneyinde kalan kesimi- Neolitik Çağ'ın başlarında, Buzul Çağı'nın bitip günümüz iklim koşullarının oluşmaya yüz tuttuğu MÖ 10000 yıllarına kadar halen Basra Körfezi'nin bir parçasıydı. Okyanus seviyelerinin sabitlenmesi ile bu iki büyük akarsuyun getirdiği dolgular delta oluşturmaya başladı ve delta zaman içinde ilerleyerek MÖ 3. binyıllarda bugünkü Basra'nın olduğu yere kadar geldi. Dolayısı ile Gılgamış Destanı'nda tanımlanan coğrafya bu ardışık deltaların bulunduğu akarsular ve kolları ile akaçlanmış çok sayıda delta gölünün bulunduğu düzlüklerdi.
Bu iki büyük akarsu Mezopotamya düzlüklerine gelmeden önce çok farklı ortamları, iklim kuşaklarını aşar. Doğu Anadolu'nun dağlık kesimlerinden, ortalama yüksekliği bin metreyi aşan dağ arası ovalardan ve bu dağları yaran, esasında fay kırıklarının açtığı derin boğazlardan geçerek güneydeki düzlüklere iner. Bu bakımdan güneyde Mezopotamya bölgesinde gerek Fırat ve Dicle'nin su rejimi, gerekse bunların getirdiği molozun miktarı, Mezopotamya'nın çok dışında, uzaklarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da meydana gelen olaylara bağlıdır.
Örneğin Doğu Anadolu'da çok sert geçen bir kış, yağış buz ve kar olarak tutulduğu için, bu olaydan hiç haberi olmayan Mezopotamya'da suların alçalmasına neden olur ya da iklimin ani ısınması güçlü sel ve taşkınlara yol açar. Güney Mezopotamya'daki su ile bağlantılı olayların anahtarı Doğu Anadolu'dur. Bu kadar geniş bir coğrafyadan su toplayan her nehir için yıllık ya da birkaç yılda bir gerçekleşen seller, taşkınlar sıradan olaylardır. İnsanlar buna daima hazırlıklıdır. Tufan gibi büyük boyutlu bir selin olabilmesi için ise bu iki büyük akarsudan en azından birinin su topladığı bölgede çok önemli bir doğa olayının yaşanmış olması gerekir.
Doğu Anadolu 1968 yıllarında Keban Barajı Kurtarma Kazıları'nın başlamasına kadar arkeolojik bakımdan hemen hemen hiç araştırılmamış bir bölge idi. Araştırılmadığı için hiçbir bilgi, dolayısı ile ilginin olmadığı bir yerdi. Keban kazıları Elazığ ve Tunceli çevresinde, Fırat boyu ve özellikle Fırat'a açılan Heringet Suyu'nun geçtiği Altınova'da yoğunlaşmıştı. Çalışmalar Toros Dağları'nın kuzeyindeki bir dağ arası ovası olan bu bölgede MÖ 3. binyıldan itibaren hızlı bir alüvyon birikimi olduğunu ve dolayısı ile daha eski katmanların bugünkü ova seviyesinin çok altında kaldığını göstermişti. Örneğin Elazığ Tepecik Höyüğü'nde Neolitik dönem katmanları ova seviyesinin 8 metre kadar altında, Tülintepe Höyüğü'nde İlk Kalkolitik Çağ dolguları taban suyunun içinde bulunabilmişti. Yine de bu ilk bulgular Bingöl'den Basra'ya kadar uzanan Fırat'ı bir bütün olarak ele alacak bir bakış açısını değerlendirmeyi tetikleyememişti.
Bu bağlamda ilk somut ve tanımlı veriler 1978 yılında başlayan ve yine Fırat üzerindeki, Malatya Ovası'nı basan Karakaya Baraj Göl Alanı'ndaki kurtarma kazılarından geldi. Malatya Ovası'nın Fırat üzerinde çok önemli bir konumu vardır. Fırat'ın iki ana kolu Karasu ve Murat suları dağ arası ovalardan geçip Malatya'ya geldikten sonra Kömürhan Boğazı olarak bilinen, 100 kilometreyi aşan uzunluğunda, yer yer derinliği bin metreyi bulan boğaza girer. Burası bir huni ağzındaki dar bir boğaz niteliğindedir. Bugün üzerinde Karakaya Barajı'nın yer aldığı bu boğaz Toros Dağları'nı geçen, Doğu Anadolu'yu Güneydoğu Anadolu'dan ayıran tektonik kökenli bir fay yarığıdır. Depremsellik etkinliği çok yüksektir.
Karakaya Baraj Göl Alanı'nda MÖ 4000 yıllarına, Obeyd dönemi olarak da bilinen Kalkolitik döneme inen Değirmentepe kazıları çok kalın ve şiddetli bir selin ilk izlerini vermişti. Bu sel yalnızca diğer sellerde olduğu gibi alüvyonlu, mil ve kilden oluşan toprakları değil, kalınlığı iki metreyi bulan çakılları da Obeyd tabakasının üzerine yığmıştı. Sele ait izler bölgedeki diğer höyüklerin üzerinde de açık olarak izlenebiliyordu. Jeomorfologlar bu kadar etkin ve şiddetli bir selin ancak Kömürhan Boğazı'nın şu ya da bu şekilde tıkanması ile oluşabileceğini öngörüyorlardı. Nitekim bu dar boğaz her zaman şiddetli bir depremin etkisi ile oluşacak geçici bir baraj gibi tıkanma potansiyeline sahipti. MS 16. yüzyılda yaşanan bir depremin anlatımında boğazın düşen kayalar ile tıkandığı ve Fırat'ın bir hafta boyunca ters aktıktan sonra tekrar bu doğal barajı yıkıp yoluna devam ettiğinden söz edilir. Benzer bir olayı MÖ 4. binyıla da taşıyabiliriz. Boğazın bir süre tıkanması, arkasında baraj gölü gibi Fırat'ın göllenmesi, biriken onlarca metre yüksekliğindeki suyun birden güneye, Mezopotamya düzlüklerine bir barajın yıkıldığı zamanki etkiyi yapacak şekilde boşalması... Bu görüşü kanıtlayan izler 1999 yılında Urfa bölgesinde başlayan kazılarda da görüldü.
Yine Fırat üzerinde yapılan Birecik ve Karkamış baraj göl alanlarındaki höyük kesitlerinde yapılan değerlendirmeler İÖ 4. binyıl ile 2. binyıl arasında en az üç büyük selin varlığını gösteriyordu. Bunların hiçbiri sıradan yıllık taşkınlar ile açıklanamayacak kadar yüksek seviyelerden geçen şiddetli sellerdi. En şiddetli olanı ise MÖ 4. bin ile 3. binyıl başları arasına denk gelen özellikle Birecik Zeytinli Bahçe Höyüğü kesitinde görülen sel tabakasıydı. Bu dolgu zaman olarak Malatya Ovası'nda, örneğin Değirmentepe'de izlenen büyük sel ile çağdaş olduğu gibi; bundan çok daha uzaklarda, güneyde, Basra yakınlarına kadar inen alanlardaki seli de açıklıyor. Büyük bir olasılıkla Mezopotamya uygarlıklarının hafızasına kazınan ve Gılgamış Destanı ile anlatılan, daha sonra da Ebla metinleri ile diğer inanç sistemlerine aktarılan 'Büyük Tufan' herhalde arkeolojik kanıtlarını gördüğümüz bu selden kaynaklanmıştı.
Bütün bu arkeolojik çalışmalar farklı ortamlardan geçen, en kurak dönemlerde bile çok büyük bir su kütlesini taşıyan Fırat'ın yaklaşık birkaç yüzyılda bir meydana gelen büyük depremlerin de etkisi ile sık sık tufan denebilecek selleri yapabildiğini göstermiştir. Kuşkusuz burada temel etken depremin şiddeti ve özellikle Kömürhan Boğazı'nda doğal bir baraj oluşturabileceği noktada olmasıdır. Arkeolojik kayıtlar ilk yerleşimlerin olduğu dönemden itibaren Fırat'ın en azından bin yılda iki kere böyle bir sel oluşturduğunun ipuçlarını veriyor. Elimizdeki ana öykü ilk yazılı belgelerin çıktığı dönemden kalmadır. Bundan da eski selleri biliyoruz. Belki bunların hepsi birleşti, kent uygarlıkları ve ona bağlı zenginliğin odağı haline gelen Mezopotamya'nın belleğine kazındı. Çiviyazılı tabletlere bu korkunun birleşimi, Mezopotamya Tanrılarının onlara verdiği bir ceza şeklinde yansıdı.

DEVAM EDECEK...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt