“Bir ben vardır bende benden içeri”
Yunus Emre
Sırtımızda sanki ağır bir yükle dünyaya geliyoruz. Sanki adımlarımızı köstekleyen bir zincir var. Yolumuzun üstünde bir biri ardı sıra sıralanan hedeflere doğru içimizden itilirken belirsiz şüphelerimiz, korkularımız da var. İşte bu sırtımızdaki yük, ayaklarımızdaki zincir, bu şüpheler!. korkular, bizi dünyada karşılayan yaşamak korkusudur.
Bütün bu engellere rağmen bunların hepsine göğüs veren “var olmak iradesi” hayata söz veriyor. Bütün tehlikeleri göze alarak “ben varım” diyor. Benliğin aleme kendini bu ihbarı bir ihtar gibidir. Bunda “işte ben geliyorum, sen benim istediğim gibi olacaksın” diyen bir şiddet şeklidir. İnsan, var olmak iradesini henüz hayatı hücrenin için de yaşarken, hürriyetini kazanmıştır. Benlik, kendi kendisini idrak ettiği anda bu idraki sade kendini bilmekten ibaret değildir. Onda hem bilmek hem de istediği gibi olabilmek kudreti vardır. Yani hem kendini bilir, hem de kendinin hür olduğunu bilir. Ancak bu hürriyet, var olmak iradesinin şuur halinde gözükmesidir.
İşte bu var olmak iradesidir ki zaruri olarak içerisine atıldığı bir dünyada çeşit çeşit engelleri yenerek ilerler. Ve varlıkları kendine mâl etmek ister, yani o, her adımında daha fazla var olmak ister. Benliğimiz büyür, sessiz bir ırmakken bir çağlayan, bir şelâle, coşkun bir nehir olur. Önce sadece var olma isterken, sonunda her şeye sahip olmak ister.
Bizde ilk olan bu hayati benlik. Kendini başka benliklere karşı koyar, yaşamak için başkasını yaşatmamak hırsındadır. Sade eşyayı ve varlıkları değil, hatta kâinatı kendi benliğine katmak ister ve bu, kendisi için derece derece zaruret haline gelir. İnsanın içinde doymaz bir canavar peyda olur. Bu canavar, zekâyı peşine takınca zaptolunmaz bir kuvvettir. Harp ediyor, teknik yaratıyor, serveti kazanıyor, fetihler yapıyor, insanları esir ediyor.
Benliğin en büyük zafer alâmeti ve bayrağı gururdur. İnsan gururu, sade büyük ve beyinsiz saadet sahiplerinde bulunan bir nesne değildir. Hepimizde bulunan, mesleğimizde, aile hayatımızda, otoritemizde, bilgimizde ve dehamızda bile dalgalanan, bu kubbenin altında tüten, neşeli tebessümlere kadar sinmiş bulunan zehirli bir iksirdir. O, var olmak iradesinin çocuğudur. insan onunla mesut yaşar ve onunla zehirlenir.
Gençlik gururludur, benliği geçiş ümit ufuklarına yayıldığı için kavi olan, hakim olan gururudur. Benlikleri çiğnemeye muktedir bir benliğin sahibi olduğu için en büyük mağrurlar, hükümdarlar, hakimler, zalimler ve fahişeler değil midir? Bunların hepsinde benlik, başka benlikleri imha kudretini kendinde bulduğu için kendine inanıyor var olmak iradesi sonunda insanda başkalarına imha kuvveti oluyor. Böylelikle insan acayip bir dilem karşısında bulunuyor: Yaşama için var olmak iradesini kullandı, var olunca da başkalarının varlığına musallat oluyor. Başka bir deyişle: Hakkımızdı, varlığı istedik, varlığı elde edince başka varlıkları yok etmek istiyoruz.
İkisinden birini fedaya imkân yok. Ne yapacağız? Şüphe yok ki insanın saadet sandığı sarhoşluğu benliğindeki azametten taştığı gibi mezara kadar kendisi ile beraber götürdüğü bedbahtlığı da bu benlik yüzündendir. Her hadise de varlıkla yokluk arasındaki mesafenin hiçliği, bize sefaletimizin ihtarı oluyor. İnsan sefaleti ile çarpıştıracak yerde sefaletini yalnızca alarak onu terennüm etmesini bilmelidir. Böylelikle elde edilen sabır, en güzel ve kurtarıcı sanattır. Kuvvet olan, parti olan, kin ve hile olan, desise ve riya olan gururun hayranlığı ile mest olan insan, sefaletinin son basamağındadır. Artık ona saadet yoktur. Ve bu yüzden benliği canavarlaştırmıştır.
Düşmanlık iki canavar benliğinin çarpışmasıdır. Cinsi iştihaya bağlı kıskançlık, yine benliğin canavarlaşmasıdır. Servet hırsı da esasında aynı cinstendir. Muvaffakiyet müsabaka, harp hep saadet ümidini kaybeden benliklerin canavarlaşıp şahlanmasıdır.
İnsan olan benlik sayesinde, yani şuur ve hürriyetimizin birlikte çalışmaları ile bir büyük kapının ta eşiğine ulaşıyoruz. Bu kapıyı açabilen orada bir başka benlik buluyor. Sonsuzluktan bize sunulan bu ilahi emanet sayesinde azaptan kurtulmak, murada ermek, varlığı sevmek kabil oluyor. Sonu yolan varlıkların aleminde sonsuzluğun muradına erdiren bu ilahi emanet elde edildikten sonra, insanın sanatı eski hayati benliğini teşkil eden hırsların, tahakküm zevklerinin heveslerin ve iştihaların birer birer terk oluyor. Var olmak iradesi ile kucakladığı aleme ve bu alemin varlıklarını terk eden insanın bu sanatı, zamanla kedinde tabii hal oluyor. Bu oluğunluk halinde kıskançlıkları ve hevesleri tahakkümleri ve hasetleri terk ediyoruz.
Lüksten ve iştihalardan uzaklaşıyoruz. Neşeyi ve kederi unutuyoruz. Yalnız ilahi neşeden haz duyuyoruz. Bize ben dedirten ne varsa, şehvet, şöhret diye ne varsa hepsini terk ediyoruz. Sade göğsümüzdeki kalbin çarpıntısına minnetle ve varlık karşısında duyduğumuz hayretle baş başa kalıyoruz. Benlik dediğimiz var olmayacak olan bir şeyin fazla varlığından minnettar ve bütün varlıklara hizmetkâr olarak yaşamak bizde şevk oluyor. Kalbimize sık sık soruyoruz: daha ben de ne varsa söyle terk edeyim?
Varlık canavar benlikten tamamen boşalınca her şeyi sevebiliyor. Kendinin olmayan bir şeyi kullanır gibi varlığa minnettar oluyor. Kendine bir fenalık yapanı affetmek, ona doyulmaz bir sevdanın tadını getiriyor. Bir musibete uğradığında sabretmek, onda hayati dalganın akışı kadar tabii oluyor. Gerçek saadet yolundaki insanın her adımı, yeni bir ülke kazanma hareketi değildir, belki kendi ülkelerinden bir kısmını daha terk edip çekilme hareketidir. Bunda zafer, elinde kendinin olan ne varsa terk edebilmektedir. Bir makaradan çekilen iplik gibi bütün dünya emellerini, aleme ait bütün istekleri kendinden ayırıp koşarak terk edebilen insan mesuttur.
Varlığının son huzmesi olan hayatı bile sırası geldiği anda “al emanetini” diyerek sahibine neşe içinde teslim etmesini bilen, ancak yaşanmaya değer bir hayatın sahibi sayılır. Emelsiz insan zayıftır diyeceksiniz? Asla, bedbaht mıdır dersiniz? Hayır. Asıl o gönlünü ve bütün varlığını sonsuzluğa bağladığı, ilahi vaadin sonsuzluğunda mesut yaşadığı için hepimizden ziyade mesuttur ve sonu olan mahdut alemin kuvvetlerini bırakarak sonsuzluğun kuvvetine bağlandığı için hepimizden daha kuvvetlidir. Ondaki yeis ve hüsran bitmeyen kuvvetin adı imandır.
Bizden bir şey istemediği için kini ile hasedi yoktur. Bizim hırslarımızla iştihalarımızın bağlandığı fani ve sefil unsurlara, bizdeki aczin ifadesi olan huzur ile istirahata bile ihtiyacı olmadığından bizimle paylaşacak, onu bize rakip yapacak ortada hiçbir şey yoktur. Onun varlığı en büyük kuvvet, duası en büyük kuvvet, hareketi ise sonsuzluğa denk manevi bir tahakküm oluyor. Filozof Bergson, bu kuvvetin sahibi olan Velilerden bahsederken şöyle söylüyor: “Onlar, arkalarından gitmek için bizi zorlamıyorlar. Bizden bir şey istemiyorlar. Öyle iken halk onları takip ediyor. zira onların bizzat varlığı bir çağırıştır.”
İptidai insanlık beden sporları ile gençliğini yetiştiriyordu. Daha sonra sirklerle arenaların vahşi kahkahaları arasında gladyatörler veya vahşi kaplanlar alkışlandı. Hıristiyan ve İslam terbiyesi genç nesilleri, iptidai benlikten kurtarıp ilahi benliğe kavuşturduktan sonra yine benliğine irca etti. Tribünlerde kol ve bacak maharetleri alkışlamaktan kollar kopuyor.
Her yerde benliklerden taşan naralar beyinleri ürpertiyor. Beden sporları ile beden zevkleri ruh sporları ile ruh hayatlarına sanki son vermek istiyor. İnsanlık sarhoştur. Kolay kolay kendine gelmeyecek kadar sarhoş. Onu kendine getirecek hareket, temenni edelim ki insanlığın tarihinde daima görüldüğü gibi, bir büyük bela, büyük bir musibet olmasın.
Nurettin Topçu
Yunus Emre
Sırtımızda sanki ağır bir yükle dünyaya geliyoruz. Sanki adımlarımızı köstekleyen bir zincir var. Yolumuzun üstünde bir biri ardı sıra sıralanan hedeflere doğru içimizden itilirken belirsiz şüphelerimiz, korkularımız da var. İşte bu sırtımızdaki yük, ayaklarımızdaki zincir, bu şüpheler!. korkular, bizi dünyada karşılayan yaşamak korkusudur.
Bütün bu engellere rağmen bunların hepsine göğüs veren “var olmak iradesi” hayata söz veriyor. Bütün tehlikeleri göze alarak “ben varım” diyor. Benliğin aleme kendini bu ihbarı bir ihtar gibidir. Bunda “işte ben geliyorum, sen benim istediğim gibi olacaksın” diyen bir şiddet şeklidir. İnsan, var olmak iradesini henüz hayatı hücrenin için de yaşarken, hürriyetini kazanmıştır. Benlik, kendi kendisini idrak ettiği anda bu idraki sade kendini bilmekten ibaret değildir. Onda hem bilmek hem de istediği gibi olabilmek kudreti vardır. Yani hem kendini bilir, hem de kendinin hür olduğunu bilir. Ancak bu hürriyet, var olmak iradesinin şuur halinde gözükmesidir.
İşte bu var olmak iradesidir ki zaruri olarak içerisine atıldığı bir dünyada çeşit çeşit engelleri yenerek ilerler. Ve varlıkları kendine mâl etmek ister, yani o, her adımında daha fazla var olmak ister. Benliğimiz büyür, sessiz bir ırmakken bir çağlayan, bir şelâle, coşkun bir nehir olur. Önce sadece var olma isterken, sonunda her şeye sahip olmak ister.
Bizde ilk olan bu hayati benlik. Kendini başka benliklere karşı koyar, yaşamak için başkasını yaşatmamak hırsındadır. Sade eşyayı ve varlıkları değil, hatta kâinatı kendi benliğine katmak ister ve bu, kendisi için derece derece zaruret haline gelir. İnsanın içinde doymaz bir canavar peyda olur. Bu canavar, zekâyı peşine takınca zaptolunmaz bir kuvvettir. Harp ediyor, teknik yaratıyor, serveti kazanıyor, fetihler yapıyor, insanları esir ediyor.
Benliğin en büyük zafer alâmeti ve bayrağı gururdur. İnsan gururu, sade büyük ve beyinsiz saadet sahiplerinde bulunan bir nesne değildir. Hepimizde bulunan, mesleğimizde, aile hayatımızda, otoritemizde, bilgimizde ve dehamızda bile dalgalanan, bu kubbenin altında tüten, neşeli tebessümlere kadar sinmiş bulunan zehirli bir iksirdir. O, var olmak iradesinin çocuğudur. insan onunla mesut yaşar ve onunla zehirlenir.
Gençlik gururludur, benliği geçiş ümit ufuklarına yayıldığı için kavi olan, hakim olan gururudur. Benlikleri çiğnemeye muktedir bir benliğin sahibi olduğu için en büyük mağrurlar, hükümdarlar, hakimler, zalimler ve fahişeler değil midir? Bunların hepsinde benlik, başka benlikleri imha kudretini kendinde bulduğu için kendine inanıyor var olmak iradesi sonunda insanda başkalarına imha kuvveti oluyor. Böylelikle insan acayip bir dilem karşısında bulunuyor: Yaşama için var olmak iradesini kullandı, var olunca da başkalarının varlığına musallat oluyor. Başka bir deyişle: Hakkımızdı, varlığı istedik, varlığı elde edince başka varlıkları yok etmek istiyoruz.
İkisinden birini fedaya imkân yok. Ne yapacağız? Şüphe yok ki insanın saadet sandığı sarhoşluğu benliğindeki azametten taştığı gibi mezara kadar kendisi ile beraber götürdüğü bedbahtlığı da bu benlik yüzündendir. Her hadise de varlıkla yokluk arasındaki mesafenin hiçliği, bize sefaletimizin ihtarı oluyor. İnsan sefaleti ile çarpıştıracak yerde sefaletini yalnızca alarak onu terennüm etmesini bilmelidir. Böylelikle elde edilen sabır, en güzel ve kurtarıcı sanattır. Kuvvet olan, parti olan, kin ve hile olan, desise ve riya olan gururun hayranlığı ile mest olan insan, sefaletinin son basamağındadır. Artık ona saadet yoktur. Ve bu yüzden benliği canavarlaştırmıştır.
Düşmanlık iki canavar benliğinin çarpışmasıdır. Cinsi iştihaya bağlı kıskançlık, yine benliğin canavarlaşmasıdır. Servet hırsı da esasında aynı cinstendir. Muvaffakiyet müsabaka, harp hep saadet ümidini kaybeden benliklerin canavarlaşıp şahlanmasıdır.
İnsan olan benlik sayesinde, yani şuur ve hürriyetimizin birlikte çalışmaları ile bir büyük kapının ta eşiğine ulaşıyoruz. Bu kapıyı açabilen orada bir başka benlik buluyor. Sonsuzluktan bize sunulan bu ilahi emanet sayesinde azaptan kurtulmak, murada ermek, varlığı sevmek kabil oluyor. Sonu yolan varlıkların aleminde sonsuzluğun muradına erdiren bu ilahi emanet elde edildikten sonra, insanın sanatı eski hayati benliğini teşkil eden hırsların, tahakküm zevklerinin heveslerin ve iştihaların birer birer terk oluyor. Var olmak iradesi ile kucakladığı aleme ve bu alemin varlıklarını terk eden insanın bu sanatı, zamanla kedinde tabii hal oluyor. Bu oluğunluk halinde kıskançlıkları ve hevesleri tahakkümleri ve hasetleri terk ediyoruz.
Lüksten ve iştihalardan uzaklaşıyoruz. Neşeyi ve kederi unutuyoruz. Yalnız ilahi neşeden haz duyuyoruz. Bize ben dedirten ne varsa, şehvet, şöhret diye ne varsa hepsini terk ediyoruz. Sade göğsümüzdeki kalbin çarpıntısına minnetle ve varlık karşısında duyduğumuz hayretle baş başa kalıyoruz. Benlik dediğimiz var olmayacak olan bir şeyin fazla varlığından minnettar ve bütün varlıklara hizmetkâr olarak yaşamak bizde şevk oluyor. Kalbimize sık sık soruyoruz: daha ben de ne varsa söyle terk edeyim?
Varlık canavar benlikten tamamen boşalınca her şeyi sevebiliyor. Kendinin olmayan bir şeyi kullanır gibi varlığa minnettar oluyor. Kendine bir fenalık yapanı affetmek, ona doyulmaz bir sevdanın tadını getiriyor. Bir musibete uğradığında sabretmek, onda hayati dalganın akışı kadar tabii oluyor. Gerçek saadet yolundaki insanın her adımı, yeni bir ülke kazanma hareketi değildir, belki kendi ülkelerinden bir kısmını daha terk edip çekilme hareketidir. Bunda zafer, elinde kendinin olan ne varsa terk edebilmektedir. Bir makaradan çekilen iplik gibi bütün dünya emellerini, aleme ait bütün istekleri kendinden ayırıp koşarak terk edebilen insan mesuttur.
Varlığının son huzmesi olan hayatı bile sırası geldiği anda “al emanetini” diyerek sahibine neşe içinde teslim etmesini bilen, ancak yaşanmaya değer bir hayatın sahibi sayılır. Emelsiz insan zayıftır diyeceksiniz? Asla, bedbaht mıdır dersiniz? Hayır. Asıl o gönlünü ve bütün varlığını sonsuzluğa bağladığı, ilahi vaadin sonsuzluğunda mesut yaşadığı için hepimizden ziyade mesuttur ve sonu olan mahdut alemin kuvvetlerini bırakarak sonsuzluğun kuvvetine bağlandığı için hepimizden daha kuvvetlidir. Ondaki yeis ve hüsran bitmeyen kuvvetin adı imandır.
Bizden bir şey istemediği için kini ile hasedi yoktur. Bizim hırslarımızla iştihalarımızın bağlandığı fani ve sefil unsurlara, bizdeki aczin ifadesi olan huzur ile istirahata bile ihtiyacı olmadığından bizimle paylaşacak, onu bize rakip yapacak ortada hiçbir şey yoktur. Onun varlığı en büyük kuvvet, duası en büyük kuvvet, hareketi ise sonsuzluğa denk manevi bir tahakküm oluyor. Filozof Bergson, bu kuvvetin sahibi olan Velilerden bahsederken şöyle söylüyor: “Onlar, arkalarından gitmek için bizi zorlamıyorlar. Bizden bir şey istemiyorlar. Öyle iken halk onları takip ediyor. zira onların bizzat varlığı bir çağırıştır.”
İptidai insanlık beden sporları ile gençliğini yetiştiriyordu. Daha sonra sirklerle arenaların vahşi kahkahaları arasında gladyatörler veya vahşi kaplanlar alkışlandı. Hıristiyan ve İslam terbiyesi genç nesilleri, iptidai benlikten kurtarıp ilahi benliğe kavuşturduktan sonra yine benliğine irca etti. Tribünlerde kol ve bacak maharetleri alkışlamaktan kollar kopuyor.
Her yerde benliklerden taşan naralar beyinleri ürpertiyor. Beden sporları ile beden zevkleri ruh sporları ile ruh hayatlarına sanki son vermek istiyor. İnsanlık sarhoştur. Kolay kolay kendine gelmeyecek kadar sarhoş. Onu kendine getirecek hareket, temenni edelim ki insanlığın tarihinde daima görüldüğü gibi, bir büyük bela, büyük bir musibet olmasın.
Nurettin Topçu