ALTIN HALKA - 5 - 7
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri "kuddise sirruh" yağmurlu bir havada Cum’a namâzına gitmek için evinden çıktı. Sağanak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi. Çok üzüldü. Onunla halâlleşmeden nasıl Cum’a namâzı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlâ’nın huzûrunda durursun, diye düşündü. Geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî; buyurun, bir arzûnuz mu var, diye sordu. Sizden özr dilemeye geldim, dedi. Mecûsî hayretle; ne özrü, diye sordu. O da; biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu, dedi. Mecûsî hayretle; peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veyâ kabalık meydâna getirmez, dedi. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; Doğru ama, bu bir haktır ve sahibinin rızâsını almak lâzımdır, dedi. Mecûsî; Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti, diye sorunca; Evet dînimiz ve bu dînin Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti, dedi. Mecûsî; O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz, diyerek kelime-i şehâdet getirip, Müslümân oldu.
Bir gün Yûsüf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine; Bâyezîd-i Bistâmî’nin "kuddise sirruh" yanına gideyim. Eğer, açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim. Böylece onu imtihân etmiş olayım, diye düşündü. Bu düşünce ile, Bâyezîd-i Bistâmî’nin bulunduğu yere geldi. Hazret-i Bâyezîd-i Bistâmî onu görünce buyurdu ki: ”Biz kerâmetlerimizi, talebelerimizden Ebû Sa’îd Râîye havâle ettik. Sen ona git. Bu kimse gidip, Ebû Sa’îd Râîyi sahrâda buldu. Kendisi namâz kılıyor, koyunlarına da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namâz bitince, gelen kimse kendisinden tâze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamânı da değildi. Ebû Sa’îd Râî, asâsını ikiye bölüp, bir parçasını gelen kimsenin tarafına, diğer kısmını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlâ’nın izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve tâze üzüm verdi. Fakat, Ebû Sa’îd tarafında bulunan üzümler beyâz, gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyâh idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu. Ebû Sa’îd Râî; Ben, Allahü teâlâ’dan, yakîn yolu ile istedim. Sen ise imtihân yolu ile istedin. Dolayısıyla, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydâna geldi, buyurdu ve o kimseye bir kilim hediye edip, kaybetmemesini tembih etti. O kimse kilmi alıp, hacca gitti. Fakat, kilmi, Arafat da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hac dönüşünde, Bistâma, Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği kilim, Bâyezîd-i Bistâmî’nin "kuddise sirruh" önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhit olduktan sonra, böyle yüce bir zâtdan, kerâmet istediğine çok pişmân oldu. Tövbe ve istiğfâr edip, Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin talebeleri arasına katıldı.
Hazret-i Bâyezîd-i Bistâmî’nin yakınlarından biri seyâhate çıkarken, huzûra gelip, “Bana tavsiyede bulunur musunuz” dedi. O da; “Üç şey ile sana tavsiyede bulunurum: Yolculukta kötü huylunun biri sana arkadaşlık ederse, onun kötülüğünü kendi güzel ahlâk potana sok da şekillendirmeye çalış. Böylece işin ve yolculuğun selâmetle netîcelensin. Biri sana iyilikte bulunursa, devâmlı sûretde Allahü teâlâ’ya şükr et. Çünkü o adamın kalbini sana çeviren Cenabı-ı Hak’tır. Bir belâ sana dokunacak olursa, o belânın üzerinden kalkması için süratle Allahü teâlâ’ya dön ve netîceyi sabırla bekle. Ümîdin kırılmasın, itimâdın sarsılmasın. Çünkü gelen belânın altında ne gibi hayırların yattığını o ânda idrâk edemezsin.
---
Bâyezîd-i Bistâmî "kuddise sirruh" hazretleri buyurdular ki;
Gözlerini harâma bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru.
Bir gece karanlığında odamda otururken, ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultânla oturan edebini gözetmelidir, diyordu. Hemen toparlandım.
Allahü teâlâ’nın kendileri sebebiyle nefsimi cezâlandırdığı bütün şeyler üzerinde düşündüm. Onların en şiddetlisi olarak gafleti buldum. Allahü teâlâ’dan bir an gâfil olmak (bir an Onu unutmak) Cehennem ateşinden dahâ şiddetlidir.
"Ey Allahım! Ey kusûrlardan uzak olan sonsuz kudret sahibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın. Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki, Cehennemi ağzına kadar doldursun. Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım." Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” da böyle duâ ederlerdi.
Siz havada uçan birisini gördüğünüz zamân, hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sahibi birisi olduğuna hükm vermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakîkaten fazîlet ve kerâmet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyyetin emirlerine uymaktaki hassâsiyetine, Peygamber efendimizin "aleyhissalâtü vesselâm" ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve za’îflik bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet sahibidir, demek mümkün olmaz.
Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?” diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, “Nefsini üç talakla boşa” diyordu.
Bu kadar zahmet ve meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım.
Günâhlara bir defa, tâ’atlere ise bin defa tövbe etmek lâzımdır. Yani yaptığı ibâdet ve tâ’atlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günâhından bin kat dahâ fenâdır.
İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Bunun, gaflet olduğunu anladım. Gafletin insana yaptığı zararı, Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabûl eyle.
Bir kimsenin, Allahü teâlâ’ya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti; kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu’ gibi üç hasletin bulunmasıdır.
Allahü teâlâ’nın nimetleri, her an herkese gelmektedir. O hâlde her zamân Ona şükür etmek lâzımdır.
Bizim sözlerimiz Kitâp ve sünnettendir. Bu iki kaynaktan gücünü ve manâsını almayan bir sözde değer yoktur.
Ârifin alâmeti nedir, diye sorulduğunda; Allahü teâlâ’yı anmakta gevşeklik göstermemektir, buyurdu.
KAYNAK: Huzurpınarı
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri "kuddise sirruh" yağmurlu bir havada Cum’a namâzına gitmek için evinden çıktı. Sağanak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi. Çok üzüldü. Onunla halâlleşmeden nasıl Cum’a namâzı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlâ’nın huzûrunda durursun, diye düşündü. Geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî; buyurun, bir arzûnuz mu var, diye sordu. Sizden özr dilemeye geldim, dedi. Mecûsî hayretle; ne özrü, diye sordu. O da; biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu, dedi. Mecûsî hayretle; peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veyâ kabalık meydâna getirmez, dedi. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; Doğru ama, bu bir haktır ve sahibinin rızâsını almak lâzımdır, dedi. Mecûsî; Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti, diye sorunca; Evet dînimiz ve bu dînin Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti, dedi. Mecûsî; O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz, diyerek kelime-i şehâdet getirip, Müslümân oldu.
Bir gün Yûsüf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine; Bâyezîd-i Bistâmî’nin "kuddise sirruh" yanına gideyim. Eğer, açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim. Böylece onu imtihân etmiş olayım, diye düşündü. Bu düşünce ile, Bâyezîd-i Bistâmî’nin bulunduğu yere geldi. Hazret-i Bâyezîd-i Bistâmî onu görünce buyurdu ki: ”Biz kerâmetlerimizi, talebelerimizden Ebû Sa’îd Râîye havâle ettik. Sen ona git. Bu kimse gidip, Ebû Sa’îd Râîyi sahrâda buldu. Kendisi namâz kılıyor, koyunlarına da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namâz bitince, gelen kimse kendisinden tâze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamânı da değildi. Ebû Sa’îd Râî, asâsını ikiye bölüp, bir parçasını gelen kimsenin tarafına, diğer kısmını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlâ’nın izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve tâze üzüm verdi. Fakat, Ebû Sa’îd tarafında bulunan üzümler beyâz, gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyâh idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu. Ebû Sa’îd Râî; Ben, Allahü teâlâ’dan, yakîn yolu ile istedim. Sen ise imtihân yolu ile istedin. Dolayısıyla, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydâna geldi, buyurdu ve o kimseye bir kilim hediye edip, kaybetmemesini tembih etti. O kimse kilmi alıp, hacca gitti. Fakat, kilmi, Arafat da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hac dönüşünde, Bistâma, Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği kilim, Bâyezîd-i Bistâmî’nin "kuddise sirruh" önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhit olduktan sonra, böyle yüce bir zâtdan, kerâmet istediğine çok pişmân oldu. Tövbe ve istiğfâr edip, Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin talebeleri arasına katıldı.
Hazret-i Bâyezîd-i Bistâmî’nin yakınlarından biri seyâhate çıkarken, huzûra gelip, “Bana tavsiyede bulunur musunuz” dedi. O da; “Üç şey ile sana tavsiyede bulunurum: Yolculukta kötü huylunun biri sana arkadaşlık ederse, onun kötülüğünü kendi güzel ahlâk potana sok da şekillendirmeye çalış. Böylece işin ve yolculuğun selâmetle netîcelensin. Biri sana iyilikte bulunursa, devâmlı sûretde Allahü teâlâ’ya şükr et. Çünkü o adamın kalbini sana çeviren Cenabı-ı Hak’tır. Bir belâ sana dokunacak olursa, o belânın üzerinden kalkması için süratle Allahü teâlâ’ya dön ve netîceyi sabırla bekle. Ümîdin kırılmasın, itimâdın sarsılmasın. Çünkü gelen belânın altında ne gibi hayırların yattığını o ânda idrâk edemezsin.
---
Bâyezîd-i Bistâmî "kuddise sirruh" hazretleri buyurdular ki;
Gözlerini harâma bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru.
Bir gece karanlığında odamda otururken, ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultânla oturan edebini gözetmelidir, diyordu. Hemen toparlandım.
Allahü teâlâ’nın kendileri sebebiyle nefsimi cezâlandırdığı bütün şeyler üzerinde düşündüm. Onların en şiddetlisi olarak gafleti buldum. Allahü teâlâ’dan bir an gâfil olmak (bir an Onu unutmak) Cehennem ateşinden dahâ şiddetlidir.
"Ey Allahım! Ey kusûrlardan uzak olan sonsuz kudret sahibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın. Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki, Cehennemi ağzına kadar doldursun. Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım." Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” da böyle duâ ederlerdi.
Siz havada uçan birisini gördüğünüz zamân, hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sahibi birisi olduğuna hükm vermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakîkaten fazîlet ve kerâmet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyyetin emirlerine uymaktaki hassâsiyetine, Peygamber efendimizin "aleyhissalâtü vesselâm" ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve za’îflik bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet sahibidir, demek mümkün olmaz.
Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?” diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, “Nefsini üç talakla boşa” diyordu.
Bu kadar zahmet ve meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım.
Günâhlara bir defa, tâ’atlere ise bin defa tövbe etmek lâzımdır. Yani yaptığı ibâdet ve tâ’atlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günâhından bin kat dahâ fenâdır.
İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Bunun, gaflet olduğunu anladım. Gafletin insana yaptığı zararı, Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabûl eyle.
Bir kimsenin, Allahü teâlâ’ya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti; kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu’ gibi üç hasletin bulunmasıdır.
Allahü teâlâ’nın nimetleri, her an herkese gelmektedir. O hâlde her zamân Ona şükür etmek lâzımdır.
Bizim sözlerimiz Kitâp ve sünnettendir. Bu iki kaynaktan gücünü ve manâsını almayan bir sözde değer yoktur.
Ârifin alâmeti nedir, diye sorulduğunda; Allahü teâlâ’yı anmakta gevşeklik göstermemektir, buyurdu.
KAYNAK: Huzurpınarı