Tarih biraz zalim midir ne? Dikiz aynasında sürekli; ayrılmıyor peşimizden. Hayalet gibi takipte. Son kitabım “Geri Gel Ey Osmanlı”da da filozof Derrida’ya atıfla belirttim:
Usulüne uygun olarak defnedilmeyen ölülerin ruhları nasıl ıstıraptan kavrulur ve yakınlarına musallat olursa, Osmanlı’nın mezarı üzerinden yol geçirmekle de onun hakkından gelemeyeceğimizi görelim ve Osmanlı’yı gerçekten ait olduğu yere, içimize gömelim. Onun ruhuyla barışalım.
Atatürk’ün okul arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, Frederick P. Latimer’in kendisiyle yaptığı konuşmada, Atatürk zamanında yazılan tarih kitaplarında Osmanlı’nın çok az ve kronolojik olarak yer almasını şöyle açıklamış:
“Atatürk kasten unutturmak istedi eski cehalet ve taassubu... Osmanlı ananesini takip etseydik biz imkân yok inkılâp yapamazdık. O sağken mekteplerde okunan Osmanlı tarihi mümkün olduğu kadar kısa, kronolojik bir tarihti. Etileri, Sümerleri Osmanlı’nın yerine doldurdu inkılâpları yerleştirsin diye. Ne yaptı yaptı Osmanlıyı durdurdu ve yeniyi kurdu.” (”Askeri ve Siyasi Belgeler”, Temel Yay., 2005, s. 254)
Bu çarpıcı ifadeler, tarihçi Toynbee’nin Osmanlı medeniyetinin çökmüş değil, durdurulmuş bir medeniyet olduğu tezini kuvvetlendiriyor. Evet, durdurulmuş ya da henüz ruhunu teslim etmeden toprağa verilmiş bir medeniyet. Bugün hemen her adımda karşımıza çıkması, hortlaması bundan değil mi?
İşte Kuzey Irak. İşte adına ister “Güneydoğu Sorunu”, ister “Terör Sorunu” isterse “Kürt Sorunu” diyelim, kekeme dilimizin açılmaya başladığı, küllerinden sıyrılan bir başka gerçekle daha yüzleşiyoruz. Tarih, kendisini unutanları asla affetmiyor çünkü.
Bugün bir pencere daha açalım o unutulmuş yüzümüze ve ilginç bir “Kürt isyanı”yla yüzleşelim. Yalnız bu isyan biraz farklı. Ve ibretlerle dolu.
Sultan II. Abdülhamid’in sıfatlarını biliyorsunuz. Ermeniler “Kızıl Sultan” dediler ona, Nihal Atsız “Gök Hakan” dedi, Necip Fazıl ise “Ulu Hakan”. “Gaddar” diyenler de oldu, Sivas yöresinden derlenen bir türküde olduğu gibi asker öldüren değil, “asker yaşatan Sultan” diyenler de. Ancak az bilinen bir gerçek, Kürtler tarafından da sahiplenilmesi bir yana, “Kürtlerin Babası” olarak baş tacı edilmesi. O, “Bavê Kurdan” olarak anılırdı Kürt aşiretleri arasında.
Wadie Jwaideh’in “Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi” başlıklı doktora tezinden öğrendiğimize göre, daha Meşrutiyet ilan edilir edilmez Süleymaniyeli Şeyh Said Berzenci (bildiğimiz Şeyh Said’le alakası yok elbette) Abdülhamid’i destekleyen ve Jön Türklere açıkça meydan okuyan bir isyanın bayrağını çekmişti. Meclise karşı Padişah’ı destekleyen bu isyan bir süre sonra bastırıldı, Şeyh Said Musul’da gözaltına alındı ve bir yıl sonra çıkan Kürt karşıtı bir ayaklanma sırasında evinin önünde öldürüldü. Ancak bundan sonra bölge, uzun süre dinmeyecek bir anarşinin içine sürüklendi (oğlu Şeyh Mahmud ise Mondros’tan sonra İngilizlere isyan edecekti).
Ancak asıl üzerinde durulması gereken bir isyan vardır ki, tahtından indirilen Abdülhamid’in intikamını almak için başlatılmıştır. 24 Temmuz 1908 tarihli Jön Türk ihtilalinin ardından yeri rejimi, Meşrutiyet’i tanımadığını ilan Millî Konfederasyonu reisi ve Abdülhamid’in en güvendiği Hamidiye alaylarının komutanlarından İbrahim Paşa ayaklandı ve bağımsızlığını ilan etti. Nisan 1909’da tahtından indirilen Abdülhamid’i desteklemek amacıyla 1.500 silahlı adamıyla Şam’a yürüdü.
O sırada Selanik’te Alatini Köşkü’nde dünyadan tecrit edilmiş bulunan Sultan Abdülhamid’in olanlardan haberi yoktur elbette ama Şam’da bir Kürt subayı, onun adına şehri işgal ediyor ve Suriyelileri Jön Türklere karşı Abdülhamid bayrağı etrafında yeniden birleşmeye çağırıyordu. Ne var ki, Jön Türklerin gönderdiği kuvvetler karşısında yenilgiye uğrayan İbrahim Paşa kuvvetleri, Urfa ve Rakka arasındaki Abdülaziz Dağı civarına çekilecek ve oradan aşiretin merkezi olan Viranşehir’e dönerken, kendisini yakalamak için görevlendirilen Şamar aşiretiyle girdiği bir çarpışmada öldürülecekti.
Martin van Bruinessen’in “Ağa, Şeyh, Devlet” adlı çalışmasında da kısa bir bilgi bulabileceğiniz bu ilginç isyan üzerinde tarihçilerimiz nedense yeterince durmuş değildir. Ancak başarısız da olsa bu iki isyan girişimi, Sultan Abdülhamid’in Kürtlerin dünyalarında işgal ettiği yerin ve uyandırdığı bilincin derinliğini göstermesi bakımından dikkate değer göstergelerdir.
Burada bazı tarihçilerin Abdülhamid’in Hamidiye Alayları ile Kürt milliyetçiliği tarihinde bir fetret dönemi, bir geri adım, bir boşluk meydana getirdiği yolundaki tezlerine karşı Robert Olson’un tespitini aktarmak istiyorum. Olson’a göre, tam tersine, Hamidiye dönemi “Sünni Kürtler arasında dayanışma duygularına katkıda bulunmuş ve pek çok Kürt gencine önderlik fırsatları sunmuştur. Dahası, Hamidiye Alayları, pek çok Kürt’e askeri teknoloji ile donanım bilgisi ve bunları kullanabilmek kabiliyeti sağlamıştır.”
Bu satırlar ona neden “Kürtlerin Babası” denildiğini yeterince gösteriyor olmalıdır. Ancak en ziyade konuşma hakkı kendisinin değil midir? Öyleyse Abdülhamid konuşsun, biz dinleyelim:
“Rusya ile harp vukuunda, disiplinli bir şekilde yetiştirilen bu Kürt alayları, bize çok büyük hizmetlerde bulunabilirler. Ayrıca orduda öğrenecekleri “itaat” fikri, kendileri için de faydalı olacaktır... Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını, İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır [bakan] mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir?” (Siyasi Hatıratım, s. 52.)
Mustafa Armağan
Usulüne uygun olarak defnedilmeyen ölülerin ruhları nasıl ıstıraptan kavrulur ve yakınlarına musallat olursa, Osmanlı’nın mezarı üzerinden yol geçirmekle de onun hakkından gelemeyeceğimizi görelim ve Osmanlı’yı gerçekten ait olduğu yere, içimize gömelim. Onun ruhuyla barışalım.
Atatürk’ün okul arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, Frederick P. Latimer’in kendisiyle yaptığı konuşmada, Atatürk zamanında yazılan tarih kitaplarında Osmanlı’nın çok az ve kronolojik olarak yer almasını şöyle açıklamış:
“Atatürk kasten unutturmak istedi eski cehalet ve taassubu... Osmanlı ananesini takip etseydik biz imkân yok inkılâp yapamazdık. O sağken mekteplerde okunan Osmanlı tarihi mümkün olduğu kadar kısa, kronolojik bir tarihti. Etileri, Sümerleri Osmanlı’nın yerine doldurdu inkılâpları yerleştirsin diye. Ne yaptı yaptı Osmanlıyı durdurdu ve yeniyi kurdu.” (”Askeri ve Siyasi Belgeler”, Temel Yay., 2005, s. 254)
Bu çarpıcı ifadeler, tarihçi Toynbee’nin Osmanlı medeniyetinin çökmüş değil, durdurulmuş bir medeniyet olduğu tezini kuvvetlendiriyor. Evet, durdurulmuş ya da henüz ruhunu teslim etmeden toprağa verilmiş bir medeniyet. Bugün hemen her adımda karşımıza çıkması, hortlaması bundan değil mi?
İşte Kuzey Irak. İşte adına ister “Güneydoğu Sorunu”, ister “Terör Sorunu” isterse “Kürt Sorunu” diyelim, kekeme dilimizin açılmaya başladığı, küllerinden sıyrılan bir başka gerçekle daha yüzleşiyoruz. Tarih, kendisini unutanları asla affetmiyor çünkü.
Bugün bir pencere daha açalım o unutulmuş yüzümüze ve ilginç bir “Kürt isyanı”yla yüzleşelim. Yalnız bu isyan biraz farklı. Ve ibretlerle dolu.
Sultan II. Abdülhamid’in sıfatlarını biliyorsunuz. Ermeniler “Kızıl Sultan” dediler ona, Nihal Atsız “Gök Hakan” dedi, Necip Fazıl ise “Ulu Hakan”. “Gaddar” diyenler de oldu, Sivas yöresinden derlenen bir türküde olduğu gibi asker öldüren değil, “asker yaşatan Sultan” diyenler de. Ancak az bilinen bir gerçek, Kürtler tarafından da sahiplenilmesi bir yana, “Kürtlerin Babası” olarak baş tacı edilmesi. O, “Bavê Kurdan” olarak anılırdı Kürt aşiretleri arasında.
Wadie Jwaideh’in “Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi” başlıklı doktora tezinden öğrendiğimize göre, daha Meşrutiyet ilan edilir edilmez Süleymaniyeli Şeyh Said Berzenci (bildiğimiz Şeyh Said’le alakası yok elbette) Abdülhamid’i destekleyen ve Jön Türklere açıkça meydan okuyan bir isyanın bayrağını çekmişti. Meclise karşı Padişah’ı destekleyen bu isyan bir süre sonra bastırıldı, Şeyh Said Musul’da gözaltına alındı ve bir yıl sonra çıkan Kürt karşıtı bir ayaklanma sırasında evinin önünde öldürüldü. Ancak bundan sonra bölge, uzun süre dinmeyecek bir anarşinin içine sürüklendi (oğlu Şeyh Mahmud ise Mondros’tan sonra İngilizlere isyan edecekti).
Ancak asıl üzerinde durulması gereken bir isyan vardır ki, tahtından indirilen Abdülhamid’in intikamını almak için başlatılmıştır. 24 Temmuz 1908 tarihli Jön Türk ihtilalinin ardından yeri rejimi, Meşrutiyet’i tanımadığını ilan Millî Konfederasyonu reisi ve Abdülhamid’in en güvendiği Hamidiye alaylarının komutanlarından İbrahim Paşa ayaklandı ve bağımsızlığını ilan etti. Nisan 1909’da tahtından indirilen Abdülhamid’i desteklemek amacıyla 1.500 silahlı adamıyla Şam’a yürüdü.
O sırada Selanik’te Alatini Köşkü’nde dünyadan tecrit edilmiş bulunan Sultan Abdülhamid’in olanlardan haberi yoktur elbette ama Şam’da bir Kürt subayı, onun adına şehri işgal ediyor ve Suriyelileri Jön Türklere karşı Abdülhamid bayrağı etrafında yeniden birleşmeye çağırıyordu. Ne var ki, Jön Türklerin gönderdiği kuvvetler karşısında yenilgiye uğrayan İbrahim Paşa kuvvetleri, Urfa ve Rakka arasındaki Abdülaziz Dağı civarına çekilecek ve oradan aşiretin merkezi olan Viranşehir’e dönerken, kendisini yakalamak için görevlendirilen Şamar aşiretiyle girdiği bir çarpışmada öldürülecekti.
Martin van Bruinessen’in “Ağa, Şeyh, Devlet” adlı çalışmasında da kısa bir bilgi bulabileceğiniz bu ilginç isyan üzerinde tarihçilerimiz nedense yeterince durmuş değildir. Ancak başarısız da olsa bu iki isyan girişimi, Sultan Abdülhamid’in Kürtlerin dünyalarında işgal ettiği yerin ve uyandırdığı bilincin derinliğini göstermesi bakımından dikkate değer göstergelerdir.
Burada bazı tarihçilerin Abdülhamid’in Hamidiye Alayları ile Kürt milliyetçiliği tarihinde bir fetret dönemi, bir geri adım, bir boşluk meydana getirdiği yolundaki tezlerine karşı Robert Olson’un tespitini aktarmak istiyorum. Olson’a göre, tam tersine, Hamidiye dönemi “Sünni Kürtler arasında dayanışma duygularına katkıda bulunmuş ve pek çok Kürt gencine önderlik fırsatları sunmuştur. Dahası, Hamidiye Alayları, pek çok Kürt’e askeri teknoloji ile donanım bilgisi ve bunları kullanabilmek kabiliyeti sağlamıştır.”
Bu satırlar ona neden “Kürtlerin Babası” denildiğini yeterince gösteriyor olmalıdır. Ancak en ziyade konuşma hakkı kendisinin değil midir? Öyleyse Abdülhamid konuşsun, biz dinleyelim:
“Rusya ile harp vukuunda, disiplinli bir şekilde yetiştirilen bu Kürt alayları, bize çok büyük hizmetlerde bulunabilirler. Ayrıca orduda öğrenecekleri “itaat” fikri, kendileri için de faydalı olacaktır... Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını, İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır [bakan] mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir?” (Siyasi Hatıratım, s. 52.)
Mustafa Armağan