Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
başarılı olabilmenin sırrı
İlmin ve âlimin ister fert için olsun, ister toplum için olsun ne kadar lüzumlu ve değerli olduğunu tartışma konusu yapmanın hiçbir anlamı yoktur. Bunun gibi elde edilen faydalı bilgilerin en güzel şekilde uygulamaya konulmasının hem kişi hem de cemiyet için ne ölçüde önemli olduğu da açık bir gerçektir.
İnsanlık tarihi boyunca ilim ve aksiyon adamları genellikle el üstünde tutulmuştur. Aksine hareket edilen toplumlar tarihteki varlık ve etkinliklerini sür’atle kaybetmişlerdir.
Kültür ve medeniyetler ilim ve aksiyonla vücut bulmuş, varlıklarını ve etkilerini büyük ölçüde ilmin ve ilmî gelişmelerin besleyip yönlendirdiği san’at, teknoloji ve endüstriye yönelik faaliyetlerle sürdürebilmiştir.
Maddî ve dünyevî hayatın değişmez kaidesi budur. Dünyada planladığınız hedefe ulaşabilmenin tek yolu bilgili ve çalışkan olmaktır. Bu şartı ön plana alan kişi ve toplumlar, dün olduğu gibi bugün de güçlü ve etkili olmanın gururunu yaşamış ve yaşamaktadırlar.
Hiçbir şey tesadüfî değildir
Yüce Allah dünyada olayların oluşumunu belli sebeplere bağlamıştır. Sebepleri hiç hesaba katmadan onların etki ve tepkilerini tamamen gözardı ederek belli bir olayın gerçekleşmesini beklemek, ilâhî kuralları hiçe saymak olur. İnsan, kendine düşen görev ve sorumluluk neyse onu olabildiği ölçüde yerine getirecek, sebeplere sarılmadan sonuca ulaşabilme gibi ham hayallerle vaktini ve enerjisini boşa harcamayacaktır.
“...dünya hayatının maddî menfaat ve amaçlarına ulaşmak isteyenlere dilediklerine kavuşma imkânı veririz.” (Âl-i İmrân 145) meâlindeki âyet-i kerîme, bu gerçeği çok açık ve net olarak ortaya koyuyor. Dünyada herhangi bir konuda sonuca ulaşabilmenin önemli bir şartı da onu şuurlu ve planlı olarak istemektir. Bu da kaçınılmaz olarak ilmi ve ameli gerektirir. Fakat âyet-i kerîmede çok vecîz ve anlamlı bir telmih ve espri var;
“minhâ” (O dünyadan, dünyevî maksat ve neticeden belli bir kısmını, ilâhî takdîrin tecellî ettiği kadarını) kaydı, beşerî hedef ve kudretin sınırına işaret etmektedir. İnsan sonuca ulaşabilmek için sebeplere yönelecektir. Ama bu onu her yöneldiği sonucu kesinkes gerçekleştirebileceği anlamını taşımaz. Öyle olsaydı insanın benlik ve bencillik zaafları
onu hızla hâşâ yaratıcılık ve tanrılık iddialarına sevk ederdi. İnsanın sebepleri tanıması bilimsel perspektif ve ufkunun genişliği ölçüsündedir. Günümüzün pozitif bilim anlayışı, insanın hiçbir konuda yüzde yüz yanılmazlığının kesinlikle söz konusu edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. İnsanın dünyevî olaylara nüfûz ve te’sîri, büyük ölçüde kendi bilgi ve gücüyle doğru orantılı olduğundan alacağı sonuçlar da kaçınılmaz olarak bu nisbetler çerçevesinde gerçekleşecektir.
Dünya ahiretin tarlasıdır
Bütün bu söylenenler, yapılan işlerin sadece dünyevî boyutunu ilgilendiren gerçeklerdir. İnsanın yaptığı işler, niyet ve amaç olarak sadece dünya menfaatine yönelikse işin aslı, anlatılmaya çalışılan gibidir. Bu konuda inananla inanmayan arasında herhangi bir fark yoktur. Unutmamak gerekir ki Allah’a ve âhıret gününe inanan kimselerin gerçekleştirdikleri dünyevî işlerin bir de âhırete yönelik boyutu vardır.
Böyle insanlar yaptıkları işlerden sadece maddî sonuç almayı düşünmezler. İşlerin ilâhî rıza ve hoşnutluğa uygun olarak yürüyüp yürümediğinin endişe ve kaygısını da yaşarlar. İnsan kalbinde böyle niyet ve düşüncelere yer ayırmamışsa onun işlerine âhırette de ayrı bir karşılık verilmesi elbette ki düşünülemez. Nitekim başka bir âyet-i kerîmede “Âhıret sevabını isteyenin ödülünü fazlasıyla veririz. Dünya menfaati dileyene dünyada istediklerinden belli bir kısmını veririz. Fakat onun âhırette alacağı hiçbir şey yoktur.” (eş-Şûrâ 20) buyrulmuştur.
İnsanın bütün arzu ve hırsının sadece dünya menfaatine yönelmesi, onu bencil, egoist ve menfaatperest hâle getirir. İnsan rûhunun sonsuzluğa yücelmek isteyen tarafını körleştirir. Âhıret inancını kaybetmiş insan ve toplumlarda fedakârlık, dîgerkâmlık, özveri gibi kavramların hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Sosyal dayanışma, beşerî yardımlaşma gibi konuların manevî gerekçelerini böyle toplumların insanlarına gösterme imkânını bulamazsınız. Böyle toplumlarda insanlar birbirine yardımcı olmanın değil, yekdiğerinden daha fazla bir şeyler koparıp daha randımanlı sömürebilmenin plan ve programlarına şartlanırlar.
Hâsılı âhıretten nasibi kesilmiş insanlar arasında ulvî duygu ve düşüncelerin dile getirilmesi bazen cesaretli ve gözüpek olmayı bile gerektirebilir. Rûhî ve manevî asaletini yitirmemiş erdemli insanların maneviyât ve ulvî yüceliklere yabancılaşmış bir toplumda yaşamak mecburiyetinde kalması kadar büyük bir bahtsızlık bilmem düşünülebilir mi?