Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Baba yadigarı (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
HİKAYE / DENEME

BABA YADİGARI


dert.jpg

Saat dokuz buçuktu. Bugünde akşam olmuş hala bir iş bulamamıştı.
Bir haftadır, yürüdüğü bu ıslak kaldırımdan her gün en az beş altı defa geçiyordu.
Bir sigara yakmak için durdu. Sigarayı dudağına yerleştirdi, kibriti çaktı ve sağındaki dükkanın camekanında kibrit alevinin aksini gördü.

Sigarasını yaktıktan sonra camekana doğru döndü. Camekanda kendi yüzünü rahatça seçebiliyordu. Yirmi üç yaşında olmasına rağmen, bu camekan, Behçet’i otuz yaşlarında gösteriyordu. Yüzünde bir haftalık kısa, siyah ve seyrek bir sakal ve yine bir haftalık ince bir bıyık. Yağan bu ince yağmurda, düz ve siyah saçları parlıyor ve kaşlarına kadar iniyordu. Kendini camekandan alıp yeniden yürümeye başladı.

Üzerinde, askerlikten dönünce aldığı koyu renkli ve dizlerine kadar uzanan siyah bir parkası vardı. Askerliği biteli bir yılı geçiyordu. Bu serin yağmur ona yürüdüğü kaldırımda geçmişini ve askerliğini hatırlatıyordu.
Farkında olmadan yıllardır ezberinde tuttuğu o kimsesiz şiiri okuyordu.

Bu şiiri çocukken babasından dinlemiş ve babasının o zamanlar aldığı günlük gazetelerin birinde görüp kesmişti. Ve yıllardır babasının armağan ettiği siyah deri cüzdanının bir yerinde saklardı. Çocukken, bu kimsesiz mısralardan bir şey anlamazdı ama ezberlediği bir şeyi de kolay kolay unutmazdı. Oysa şimdi kendisini bu şiirdeki şahsa tıpatıp benzetiyordu.

Boyuna yalnızdı. Tanıdığı birçok insan vardı ama hiç birine yakınlık duymamış. Hiç arkadaş edinmemişti.
Yalnızlık onu bunalımlara sokmuyor; daha çok yalnız kalma isteğini çoğaltıyordu. Yalnızlık Behçet için, insanın bu yalan dünyada yaşarken, içinde yaşattığı gerçek dünyanın, yani, hayal dünyasının kapısıydı.

İnsanlardan uzak olmasının ve içine kapanıklığının nedeni; o kapının arkasında istediği gibi yönlendirdiği o güçlü dünya idi.

Yalnızlık da; işte o dünyanın gerçek hayatla hiçbir zaman yüzleşmeyen o dünyanın, kapısının kırılmaz anahtarıydı…

İşten kovulmasının üzerinden, bir hafta geçtiği halde bir iş bulamamıştı. İki aydır biriken; derme çatma, iki odalı, bekar evinin kirasını ödeyememiş, sonunda o evden de kovulmuştu.
İşten kovulmasına neden olan haksızlığı bu hayata hiç de yabancı görmüyordu. Çünkü bu hayat doğrunun ve gerçeğin sığamayacağı kadar küçüktü.

Kimsesizliği o istememişti, lakin, hayat onu yalnız bırakmıştı. Behçet bu yalnızlığı on iki yaşlarında iken, önce annesinin sonra babasının ani ölümleriyle, çaresiz bir ölünün kabul ettiği gibi kabul etmek zorunda kalmıştı.
Hayatının yarısını yalnız geçirdiği için tek dostu yalnızlığıydı. Yalnızlığa ulaşmasaydı; belki şimdi, incecik yağan bu yağmurda, gecenin böyle ilk saatlerinde, kaldırımda yalnız başına yürümeyecek, en azından bir arkadaşı olacaktı.

İki gecedir sokaktaydı. İki gündür de, hurdacıya sattığı yatak ve somyanın parasıyla idare etmeye çalışıyordu. Bu para onu ancak bir gün daha idare eder ve nihayet biterdi;“Yarın mutlaka bir iş bulmalı” diye düşündü ve karanlığı çerçeveleyen sokağa doğru kıvrıldı.

Yürüdü… yürüdü ve sokaktaki fırının yağmur düşmeyen bir yerinde, duvarın sıcaklığına sırtını dayayıp; önceden orada bulunan bir minderin üstüne oturdu. Yirmi üç yaşının verdiği cesaretle, karanlıkta çıkan çıtırtılardan korkmayarak gözlerini kapayıp hayal dünyasının kapısını açtı. Korkmuyordu, çünkü; geceleri bu tenha yerlerde, bu katran karanlıkta, o çıtırtıları kedi – köpekten başka kim sahiplenirdi…

Kim bilir ne hayaller kuruyordu. Farkında olmadan o hayallerin ninnisiyle uykuya vardı.
Minareden yükselen sabah ezanının, şehri kaplayan ahengiyle uyandı. Uzandığı yerden uyuşmuş vücudunu zorla toparlayarak doğruldu. Alacakaranlıkta sokağı caddeye doğru, yeni yaktığı sigarasını nefesleyerek terk etti.

Kaldırımlarda biraz ilerledikten sonra, iki gündür uğradığı, sabahları diğerlerinden önce ise başlayan sabahçı kahvesine girdi. İçeride yalnızca kırkını geçkin gösteren ve saçının yan tarafları beyazlamış kahveci vardı. Behçet kahveciye selam verdikten sonra bir çay ve yarım ekmek arasında peynir istedi.

Pencere kenarında, alışık olduğu yoksulluğu hatırlatan gacırtılı tahta sandalyelerden birine oturdu. İstedikleri gelene kadar bulabileceği işleri düşündü.

Çayını ve ekmeğini bitirince, güneş çıkıncaya kadar, kafasını kahvenin penceresine yaslayıp dalgınca, kaldırımdan geçen tek tük insanlar seyretti.

İş aramalıydı… Çok geçmeden güneş, ortalığı alacakaranlıktan aydınlığa sıyırdı ve cadde yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başladı. Behçet, kahvecinin parasını ödeyip dışarı çıktı.Cebinde yalnızca bir sigara parası kalmıştı. O parayla da yemekten daha önemli tuttuğu sigaradan başka bir şey alamazdı.

Bir büfeden sigarasını aldı ve “bugün mutlaka iş bulmalı” diye düşündü. Dışından yavaş bir sesle “hem de mutlaka” dedi.
Gezdi, dolaştı, dükkanlara girip çıktı ve nihayet hava kararmış, Behçet hala bir iş bulamamıştı. Gittiği her yerde, girdiği her dükkanda “ne iş olursa yaparım” dediği halde, işçiye ihtiyaç olunmadığı cevabını alıyordu. Hatta bu cevap kimi yerlerde yüzüne bile bakılmadan veriliyordu. Bir çırağın ustasına “usta, kaldırımdan bir kedi geçiyor” dediğinde, ustanın bu söze gösterdiği umursamaz tavır ile, Behçet’in “işçiye ihtiyaç var mı?” sorusuna, iş yeri sahiplerinin gösterdiği tavırlar arasında hiçbir fark yoktu.

Behçet böyle insanlara içten içe kızardı.
Haksızlığa tahammül ediyordu fakat, hakaret edilmemeliydi. Onların bu tavırları hakarete çekilmiş ince bir perdeden farksızdı.
Behçet en son olarak düşündüğü yorucu ve yıpratıcı bir iş olan ameleliği yapmak istemiyordu. Ne çare ki başka bir iş imkanı da ümitsizdi.

Ya bugünü nasıl atlatmalıydı. Satacak bir şeyi de kalmamıştı ki; parasıyla bir gün daha geçinebilsin. Bugünü atlatsa, yarın amele pazarında iş bulması muhakkaktı.
Aklına birden; arka cebindeki, çocukken babasının armağan ettiği ve “baba yadigarı” dediği, siyah renkli, deri cüzdanı geldi: “hayır bunu satamam” dedi. Lakin; bu sözüyle yaşayacağı sıkıntıyı mukayese edince satmaya mecbur olduğunu anladı.

Hızlı adımlarla deri esnaflarının olduğu yere doğru yürümeye başladı. Hızlıydı çünkü; bu saatle, bu, akşamın alacakaranlık saatleri, o esnafların, kapanma vaktiydi.

Behçet dericilerin olduğu sokağa girdiğinde, sadece bir dükkanın ışıklarının yandığını gördü. Oraya doğru yürüdü. Açık kapıdan içeri bir adım attı ve toparlanmakta olan elli yaşlarındaki kısa boylu adama:

-Selamün aleyküm, dedi ve birkaç adım daha attı. Adam biraz yorgun bir sesle hafifçe gülümseyerek
-Buyur delikanlı, dedi ve bekledi.
Behçet,çekingen bir tavırla:
-Amca ben şu cüzdanı satmak istiyorum, dedi ve cüzdanı, ağır bir hareketle adama doğru uzattı. Adam cüzdanı eline alıp, katını açtı, önünü arkasını çevirdi, derinin değerini tespit için parmağını cüzdana sürttü ve:
-Kenarları yıpranmış olmasa sekizyüz kağıt verirdim,
-Peki şimdi ne kadar veriyorsun amca?
-Beşyüz kağıt eder...

Adam cebinden çıkardığı paralar arasından Behçet’e bir beşyüzlük uzattı. Behçet parayı aldı ve “hayırlı akşamlar” dileyip dükkandan yavaşça dışarı çıktı. Çıkar çıkmaz önceden mevcut olan ağır hüznü bir kat daha çoğaldı.

20 - 25 adım gitmişti ki, arkasından cüzdanı sattığı adamın sesini duydu:
-Delikanlı! Bunları unuttun!

Behçet şaşkınca geri döndü ve adama doğru yürüdü. Yaklaşınca adamın elindekileri fark etti.
-Bunlardan biri, çocukken, babasının okuduğu gazetelerin birinden kestiği şiir, diğer iki şey ise, hüviyeti ve üç kişilik siyah – beyaz bir aile fotoğrafıydı.

-Af edersin amca, dalgınlık işte, deyip aldı ve parkasının iç cebine koydu.

Caddeye çıktığında hava kararmıştı.

Biraz yürüdükten sonra cadde kenarında ucuz bir lokantaya girdi ve yine ucuz bir şeyler yedi. Lokantadan çıktı ve bir büfeden sigara aldı. Artık geceye hazırdı, kaldırımlarda yürüdü, yürüdü… Gireceği sokağa yaklaşınca yine, o şiiri okumak istedi. Fakat yıllardan beri ezberinde tuttuğu şiiri şimdi hatırlayamıyordu. Katlayıp cebine koyduğu gazete parçasını çıkardı. Gazetedeki şiiri kendisinin duyabileceği kadar yavaş bir sesle okumaya başladı;

Bana düşmez can vermek yumuşak bir kucakta,
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum,
Aman sabah olmasın bu karanlık sokakta,
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum.

“Necip Fazıl”


Deyip bitirdi. Gözlerine iki – üç damla yaş birikmişti, kağıdı kaplayıp cebine koydu. Çiseleyen bu ince yağmurda, bir sigara yaktı ve yine o, karanlığı çerçeveleyen sokağa doğru yürüdü, yürüdü…

Ucuz sigaranın küçücük ateşiyle birlikte sokaktaki yoğun karanlığın içine dalıp, az sonra gözden kayboldu.



ÖZOCAK
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt