Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

‘Aşkı seç, aşkı ki, sende seçilmiş bir insan olasın… (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Fatih Turplu

VESİLE KİMDİR ?
1. BÖLÜM
ZİNCİR
Her şey nasıl başlamıştı? Ha, evet! Tarihini bile tam olarak hatırlıyorum. Doğrusu, bunu bana böyle hatırlatan günlüklerim oldu. 1 Aralık 2005… Dokuz gün sonra gördüğüm rüya, hala harfi harfine hatırımda:
“ Bir kağıtta üç tane telefon numarası yazılı… “Canan” yazıyor ve Canan’ın iki numarası… “Vesile” yazıyor ve bir telefon numarası daha ! ”
Onu, 1 Aralık’ta gördüğümü - ki rüyalara, ruhlarımızın bilinmezden bir şeyler devşirdiği “Aralık” olarak da bakabiliriz sanırım- 10 Aralık’ta fark ediyorum.
İsmi Vesile!
BİR NOT…
“Senin ismin ne?”
“…” Ya senin ki?”
“Canan!”
“Canan ne manaya geliyor?
“ ‘Sevgili’ demek, bir de Allah’ın bir ismi”
“Burcun ne?” falan filan. Onun şirin ve cana yakın tarafları içinde, en beğendiğim yanı girişkenliğiydi. Bu tip insanları seviyorum. Ben Onun ‘. ….’ ağabeyi, o benim ‘prenses kardeşim Canan’ım’. Vesile’nin yanında belki de ‘sevgili’ diye işaret Canan’ın ismi?
Canan-sevgili, sevgili-Vesile! “Sevgili” Vesiledir de!
MUCİZE
“Et le miracle ca complire- Ve harika meydana geldi!” Böyle olmadı. En azından ben böyle zannetmiştim. Şimdi düşünüyorum da, en başından beri onun etkisiyle savrulup duruyormuşum. Çoğu vakit böyle olur, fark etmeyiz!
Çocukluğumdan beridir –ki yirmisekizimdeyim - hep bir mucize bekledim… İşte şimdi kapı açılacak ve …
Bilmiyorum?
Bir şey! Şöyle her şeyi baştan ayağa terse döndüren, insanların akıllarını kullanamaz hale getiren- sanki kullanan varmış gibi! - bir şey…
Bir hareket, bir hayal kadar berrak bir şey ; ne bileyim, hayatımızı alt-üst edecek, kaldığımız yerden devam edemeyeceğimiz, bizi apıştıran, elimizi kolumuzu bağlayan, dillerimizi lal eden …
Aslında neyi beklediğimi bilmediğimden, karşılaşıp karşılaşmadığımı da bilmiyormuşum. Ümidimi yitirmedim. Zamanla öğrendim ki, o ‘mucize’ denen harikalar üstü harika şey gelir sizi bulur da, siz onu fark etmezsiniz.
(Arşimed) ’ in “Evreka! -Buldum! ” deyişinde neyi bulduğunun izahı, belirli kurallarla açıklanabilir olarak kafasında bir ‘var’ dır herhalde? Aynısını (Kolomb) için söyleyebilir miyiz? Vardığı yerin “orası” olduğunu o vakit biliyor muydu acaba?
Bir akşam masamın üzerindeki kitabın sayfalarından bir sayfayı rastgele açıp gözüme görünen ilk satırları okumaya koyuldum;
“Dedi ki; ‘Aşkı seç, aşkı ki, sende seçilmiş bir insan olasın… Sana en sağlam fikri aşk verir!’’
Gerçekten aşkı seçip seçmediğimi bilmiyorum; bir aşık olmayı becerebildiğimi de? Ama onu seçtim; Vesile’yi. Ondan başka bir şey düşünemediğimi gördüğüm zaman (Tarkowsky) gibi mırıldandım:
“Aşkı bilmiyorum, Aşkın ne olduğunu değil, onu nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum.”
KARŞILAŞMA - 1 ARALIK 2005 PERŞEMBE -
“Mim… 40 … Sonradan dönmek üzere bırakmak… Mim koymak …Cennet ?”
Böyle yazmışım bu tarihli günlüğüme. Nereden bilebilirdim ki mim koyduğum bu noktaya geri döndüğümde ona ait bir sürü hatıranın başımda dönüp duracağını?
Filanca hatırlı tanıdığın vasıtasıyla gittiğim için iş başvurum hemencecik kabul edildi. Ne de olsa şef Kemal bey yollamıştı; hem de ‘akrabam’ kaydıyla …
Bendeniz , ne biliyorsam , ne öğrendiysem - Şairin “Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhava!” deyişini anlayamamanın kibri içinde- siyah montumun iç cebine boca edip ‘işbaşı’ yaptım.
İçimde fırtınalar kopuyordu, bilmem yüzümden okunuyor muydu?
Yetiş ey hayal dünyası, yetiş düşüncenin kudreti !..
( Prust )’un, düşünme gücünü bir nevi zırha benzetmesi ne kadar şahanedir; hayal dünyasının bir fanusa benzer o iklimi, fildişinden dünyaların düşünce kudreti tam da, konfeksiyon atölyelerinde ihtiyaç duyacağınız, sığınacağınız yerlerdir. Aksi halde, ‘ Gog ’ un kendini kaptırdığı anaforun içinde kaybolabilirsiniz.
“Çay paydosu!”
Nihayet . İşte kalabalıklar her zamanki bildik hareketleriyle ilerliyorlar gidecekleri yere. ‘Tek yalpalayan ben miydim? ’ Beş dakika sonra kendimi yemekhanede çay ve sigara içerken buluyorum. Bir de arkadaş edinmişim; Ne çabuk? Karşımdaki çocuk bir şeyler anlatıyor ya farkında değilim. Her nasılsa dalmışım, ama mümkün mü dalmamak?
Sağ çaprazımdaki masada “ Bir melek!”
BİR MELEK
Bir misaldir o!
Onu çoğu geceler uğraştıran bir çok yüzün içinde, apayrı bir tabloda sakladığı, deyimi yerindeyse bakmaktan çekindiği bir yüz; bir nişan… Nişane…
V, bir çok yüzün artık seyredile seyredile kendisi olduğu, bakanın o olduğunu gördüğü vakit kaçırdığı, kaçırıp ta yandığı…
Yandığı, yanamadığı, kanamadığı, kaçamadığı… Sonra? Van Gogh’ un dediği gibi“Sonrası ne kim bilir?” Bakamadığı! Bir örümcek… ona öyle musallat olmuş ki, Roma’nın yolları nasıl her yolu kendine çıkartıyorsa -Nizam!- o da öyle!
Hangi mutluluğa erse yahut pişmanlığa hep V ’ye çatıyor. İncecik ağlarını öyle atmış ki, ne vakit bir karabasan görse, bir umacı masalı dinlese, geceleyin belli belirsiz bir endişe duysa, penceresine bir canavar dadansa, sevinse, saadetten korksa, velhasıl, yani ne olursa olsun, hep bu ince ağların içinde buluyor kendini…
(Bodler) ’in ‘Bense hükmedeceğim dehşetle!’ deyişi gibi bu ağın hiçbir zaman bırakmayacağını vehmediyor. -Kurtulmak isteyen kim?-
Ve vehimleri sırasında -içinde bile- bu ağın kendisini çekip çevirdiğini görmesiyle bir başka kuruntuya kapılıyor;
“Yoksa baştan aşağı hepsi birer vehim mi?”
Bir hayal! Ama nasıl bir hayal?
‘Gerçek’ zannettiklerimizin bir kuruntu olduğunu ‘eşyanın biz ona ‘var’ gözüyle baktığımız için ‘var’ olduğunu düşünürsek, bu hakikatten azıcık bir pay kapabilirsek bu hayal anlaşılabilir belki?
Ama yok. Şair’in dediğiyle o ‘Kaskatı bir Vakıa-Realite!’
Bir gün, (V)’ nin bir hatırasında kurduğu hayali, kendimin hayal ettiği üzerinde yakaladım kendimi… Hayalinde böylesi? Kaldı ki -ve kim bilir- asıl hayal-hayal kuvveti, bir başkasının hayali içinde hayal kurabilmektir belki de?
Ne diyordu (Borges)?
“Bir adamın rüyası, herkesin hafızasının bir parçası olur!”
Bana rüyamda söylediği gibi bir sandıktır o! Anahtarı kimde bilinmez? İçinde ne vardır çözülmez?
Kamburumsu kapağı öyle bir yokuştur ki, git git, çık çık bitmez!
İşte bu kapaktan yokuş yahut yokuştan kapak koskoca bir dağdır.
“Kaf”tır adı.
Oysa dağları delmeye Ferhat olmak gerek, Leyla’yı sevmeye delilik, Zühre’yi çözmeye Tahirlik gerek! Aslı’nı bulmaya da Kerem’lik!
Temiz, Büyük, Delilik. Üç şart!
(Jülyet)’tir o! ama nerede (Romeo)?
(V), A la recherce du temps perdu- Geçmiş zamanın peşindedir!
(V) Bir melek midir?
Ah Dostoyevski’nin dediğiyle:
“C’etaut plus gu’un ange pour moi!- Benim için melekten de öte!”
Vesile!
Kime vesiledir, kendi bilmez Vesile!
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÖLÜM - 2
“YANLIŞ BİR ADIM ATMAK”
Fransızca ile içli dışlı olmaya başladığım zamanlardı. Bir ara boş vermişliğimin acısı içimde, bir şey söyleyen herkesi ve kalabalıkların uğultusunu Fransızca duyacak-zannedecek kadar adamıştım öğrenmeye kendimi o vakitler.
Yeni bir dile aşina olmaya çalışmak, yeni bir kimseye, yeni bir işyerine, yeni bir dünyaya, nihayetinde, sizin anlayacağınız aşina olmaya bile aşina olmaya çalışıyordum. Onun bana söylediği birçok şeyi niçin Fransızca duyduğumu ve neden onu anlatmaya çalışırken bazı Fransızca deyim ve kelimelere ihtiyaç duyduğumu şimdi daha iyi anlıyorum. Onun ve Fransız dilinin şuur altıma işleyişi, hemen hemen aynı vakitlere rastlar.
O gün yemekhaneden çıktım ve sanki hiç bir şey olmamış gibi hayatıma devam ettim.
Büyük hata!
Şimdi fark ediyorum da; -şu mucize hakkında söylediklerimi düşünün!- bir şey, herhangi bir şey gelir ve hayatımızın içine, ruhumuza katışır da biz, yine de hiçbir değişiklik yokmuş gibi davranırız.
“Alışkanlıklarımızın esiriyiz” laflarına-bildik tekerlemelere girmeyeyim şimdi. İster sersemlik deyin, ister başka bir isim bulun, bildiğim; bizlerin bir sürü gerçek hakkında malumat sahibi olduğumuz ve bunu umursamadığımızdır. Ne bileyim, bildiklerimizi içselleştiremiyoruz belki? Bir yerlerde bir kopukluk olduğu kesin!
Hiç bulunmamam gereken bir yere doğru gitmek için önümden geçen minibüsü durdurdum. Gelsin di yolculuk. Yarım saatlik mesafeyi buyurun bir buçuk saatte kat edin. İşte boş bir koltuk. Arkada oturan adamın yanındakine söyledikleri;
“Ne olsun işte, koşturup duruyoruz. Hayat!”
Camdan dışarıyı seyrederken düşünmeye dalmışım şu ‘Hayat’ı… Ne düşündüm ne kadar düşündüm hatırlamıyorum… Minibüsçü “Yeter bu kadar felsefe! Kafamız şişti in aşağı!” demedi belki ama ineceğim yere geldiğim için indim. Burası neresi? Şirin evler… Ne demişti babam?
“Dertlerinin bitmesini istiyorsan önce Şirin evler’ e, sonra da Cibali Derunu’na gitmelisin!”
“Rüya işte!” dememeli.
Demedim!
AKŞAM
Babamın sesine uymayıp “Cibali Derunu” yerine’ …… ‘e gittim.
Ah! Sadece bir yanlış yapın siz, gerisi katlanarak gelecektir.
Kardeşim Hasan’la birlikte iki gün önce davet edildiğim eve gittim. ‘Gitmez olaydım!’
“Bienvenu” yü Türkçe olarak söyledi:
“Hoş geldin!”
“Gelmez olaydım”ı “Hoşbulduk”a çevirip de söyledim.

Ocağın ondördüydü. Günlerden cumartesi, milenyumdan altı yıl sonra bir akşam…
Sofraya oturuldu, yemekler yenildi. Kızın annesi tarafından evin reisi, kahvehaneye gönderildi ve zat-ı alileri yatmaya çekildi. Biraz sonra üç kişi kaldık odanın içersinde; ben, kardeşim Hasan ve o! Evin büyük kızı, bendenizden üç ay küçük psikolog Doktor Mine hanım…

HATIRLAMALAR
Hatırlamalar yahut hatıralar..
Aslında ona ait ilk hatırladığım; on yedi – on sekiz yaşlarıma ait bir zaman. Hafızamı zorluyorum ama öncesine ait bir (imaj) a rastlayamıyorum. Şöyle sisler arasındaki bir bayram günü belki?
Ah evet! Bir şeylerin ikram edilişi filan.
İyice düşündüğüm vakit, onun mahcup yüz ifadesini bulanık bir şekilde seçebildim. Bir de onu benzettiğim (aktris) e ait rüyalarım.
Onu hep o (aktris) suretinde görürüm. Topu topu üç – dört rüya! O kadar. Bir de filanca mekanda iken ardından bakışımı hatırlıyorum. Hayret? Ona ait bir hatıramda bile, hatırımda dipdiri duran o değil de, onun ardından bakışım!
Oysa onun bana daha evvel anlattığı bir şey var ki, ta çocukluğumuza ait bir hatıra:
Dondurma yiyecekmişiz. Dondurmacıya “Benim ki sadece beyaz olsun” demişim. Bu söylediğimi ‘seçici biri – şahsiyetli’ filan diye yorumlamış içinden. Nerede, nerelere dikkat!
Sıkıntılı bir haldeyim. Çay ve sigara içiyorum. Onun benden bahsedişini dinliyorum. Bütün dikkatimle onu dinlemekteyim;

“Çamlıca ’daydık. Dondurma yiyecektik ve sen dondurmacıya ‘Benim ki sadece beyaz olsun’ dedin. Ben de kendi kendime ‘seçici birisi’ diye düşündüm” dedi.
Kendimden bahsedilmesinden herkes gibi memnunum.
Sol tarafımıza düşen bir masada ki kıza dikkat ediyorum; Kim acaba? Soruyorum, tanımıyor.

Eski bir tanıdık mı?
“Tanıdıklarım hep eskidi zaten!”
Konuşma sürüyor. Benden bahsediyor. Kendisinden bahsedilmesinin insanın hoşuna gidebileceğini düşünüyorum. Bu düşüncem de hoşuma gidiyor. Firuzköy’de bir kediyi nasıl sevdiğimi anlatıyor ve bu anda, kendini bana yakın gördüğünü..
Bunları söylerken bir an duruyor ve literatürde sözün kuvvetini artırmak için susulması gibi susuyor.
Sonradan bu sahneyi düşündüğümde –hesapta sevinç gözyaşları akıtırken– onun ne kadar yapmacık bir tavra büründüğünü nasıl kavrayamadığımı anlamamanın ezikliğini yaşadım ve ‘sevda işleri’nde Prens Mişkin’in ucuz bir kopyası olduğum, nerdeyse ‘safoş’ denilecek kadar samimi bulunduğum doğrudur.
Konuşuyor. Tam bu esnada bir şeyin farkına varıyor ve onu düşünüyorum. Dinler gibiyim ; fakat farkına vardığım ‘şey’ üzerindeyim. Kadınlar hakkında.. Onların tabiatlarına dair…
GECE
Saat sabahın dördü olmuş. Hasan yanımdaki çekyatta uyuya kaldı- kalmış.
Kim bilir bu saate kadar nelerden bahsettim ve ne kadar saçmaladım? Şimdiki aklım ile o geceyi düşünüyorum da, bir insanın kendini incitmesi için kendine hiç kıymet vermeyen bir kimseye bir sürü zaafını anlatması ve bunu fark etmesiyle duyduğu hisler sarıyor beni.
“Bir kahve yapayım bari!”
Bari. Dilim, damağım kurudu. Şu tv kanalını da değiştirsek artık. Müziğin yavanlığından beynim kamaştı.
Bir yandan güneş doğarken bir yandan kahveler içildi ve sıra fal bakmaya geldi. Kadınca numaralara girecekken, birden karşısındakinin zekâsından(!) ürkmüş olacak ki, fala bakıldı ama bir şey görülemedi.
Zor- şer sabah oldu. Şükür!
Sabahleyin ailecek(!) kahvaltı ve ardından “İstanbul sokakları”. ‘kör olası çöpçülerin hiçbir şey süpürmediği sokaklarımız..
Hasan’ın ‘işim var’ bahanesiyle şaşırıp kaldığı bu beraberliğin berabere olanlarını beraberce bırakıp kayboldu. Nedense, nasılsa aşırı bir hevesle ‘Gülhane’ yolu tutuldu?
Önünden geçtiğimiz bir kırtasiyeden yükselip de kulaklarımızı tırmalayan ses, bana, Candan Erçetin’ in sesiyle seslendi:
“Hata! Büyük hata!”
Yağmur ve fırtınanın altında ben tiril tiril titrer ve yüreğim meçhul bir sebebin ağırlığı altında inlerken martılara baktım. Denizi seyrettim.
Adettendir deyip birkaç kelime savurayım havaya dedim ama “Sus! Sus!” emrivakilerine ram olup susuverdim.
Gördüğüm, o anı hafızasına boylu boyunca sermeye çalışan ve uzun zamandır beklediğine kavuşmuş birisinin tavırlarıyla aynıdır; fakat bu söylediğim benim kuruntumdan öte bir şey de olmayabilir, bilemem?
Dediğim gibi; Ah sadece bir yanlış yapın siz, gerisi katlanarak gelecektir! Geldi de!
Hesabı ödemesi iyi oldu. Param yoktu zaten!
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÖLÜM - 3
BOCALAYIP DURMAK
Her zamanki vakitte evden çıkıyorsunuz. Dikkat ediyorsunuz ki; yeşil hırkasıyla birine her gün otobüs durağında –yani artık her neredeyse?- rastlıyorsunuz. Ara sıra göz göze geliyorsunuz. O sizi tanımaz, siz onu. Hiç konuşmuşluğunuz da yok.
Bu ‘göz göze’ gelişler, aranızda bir bağdır artık; belki de hiç dile getirilmemiş, kimseye söylenmemiş, kendinize bile…

Şimdi bu duruma karşılık, bir başkasıyla aynı göz göze gelişler “Yeşil hırkalı kıza” ihanet midir?
Evet!
Şu uğursuz saydığım günün ardından böyle düşündüm sabahleyin uyanınca.

Sırtımda -görünmez- iki kanat evden çıktım. kime ait olduğunu kestiremediğim bir ses duydum kapıyı kapatırken:
“Ne me quıtte pas!” – “Beni terk etme!”

Neredeyse bütün gün doğru dürüst bir şey düşünemediğim, öğle yemeğinde çok az bir şey yediğim, sigara ve çaya ara vermediğim, o gün ne yazık ki bir rüya görmediğim doğrudur.
Bir şey düşünememenin iyiye mi, kötüye mi olduğunu yormamakla beraber bundan rahatsız olmadığım da yalan değildir.
Akşam, argo bir tabirle ‘piyasa vakti’ biraz çıkıp dolaşayım, zaten karmakarışık ruh halimi dolaştıkça düğüm haline getireyim diye evden çıkacaktım ama ani bir kararla vazgeçip kardeşimle buluştum.
“Haydi, Mustafa ağabeyimlere gidelim!” isteğini bende isteyince iki arzu bir oldu kanatlandık İkitelliye doğru. Kâh bulutlar altında, kâh onların üstünde.
ŞÜPHE
Mustafa ağabeyimlere vardığımızda beni bir beklenmedik olay karşıladı misafir odasının mora çalan koltuk takımları üzerinde:
Psychologue – İnsan ruhunu tanıyan (!) Mine hanım!
Al Capon’un uzun yıllar yakalanamamasının sırrını açıkladığı sözleri geldi hatırıma neredendir – nedendir hala bilmem:
“Tesadüfe inanmam. Sabahleyin hiç tanımadığım birisini muhitimde görürsem yüzüne dikkatle bakarım. Aynı kimseyi öğleden sonra görürsem, müthiş derecede kuşkulanırım. Aynı yüze akşamleyin rastlarsam – tesadüf edersem hiç tereddütsüz silahımı çeker vururum!”
Gayri ihtiyari elimin belime gitmesi ve belimde İtalyan işi bir yedi altmış beş olmamasının hikayeye renk katmak için şimdi uydurulmuş olduğunu kabul etmekle birlikte, içimde bir şüphe duyduğumu da inkar edemem.
Ağabeyimin mütebessim çehresi altında bir kedi edası ile kıvrılıp sobanın arkasına oturdum. ‘Merhaba’lar, ‘Nasılsınızlar vs. vb. falanlar! Hasan imdadıma yetişti ve Tom Waits’in sesi misafir odasının mavi duvarları dahil bütün odayı sardı.
“Little of drop poision” isimli parça, ruhumu mest etmeye yetti. Bu şarkıya bayıldığımı savurdum havaya. Ahmet Kaya vari o ağır sesine kendimi bırakmışken, Mine Hanım İngilizcesi ile kendini beğendirme çabasına girmiş şarkıyı dilimize çeviriyordu:

“Orada benim sevdiğim bir kasaba var. Duvarlarında çok güzel resimler vardır. Falanca evden sola döndüğünüzde sevdiğimin evini görürsünüz.
Benim – şirin – küçük kasabam!”

Müzik setine eğilmiş, elinde kalem, kâğıt not ediyor. Bu şarkının tam bir çevirisini bana getirmek için söz veriyor.
(Söz vermek!)
Ha, bir de (Dayana Roz)’ un bir parçasından bahsetmesi var. (Sonradan bulup dinlediğim, hiç beğenmediğim; bu kadar uyuşmazlık içinde uyuşmuş olmamın normal olduğuna karar verip kendime haksızlıktan vazgeçtiğim bazı anlar da yok değildir hani!).
Sofra kuruluyor. çeşit çeşit güzel yemekler.
Yemek esnasında (Ridik Günlükleri) isimli bir film seyrediliyor. Doktorumuz evdeki herkesin daha önce bu filmi seyrettiğinden habersiz “Daha önce seyrettiğini” savunuyor. Biz de “A! Ne kadar da popüler!” bakışı fırlatıyoruz hep beraber. Lütfen.

Filmde, az sonra kahramanların bulunduğu gezegen yüzyıllar boyu sürecek bir karanlığa gömülecek; tıpkı bizim gezegenimiz gibi!
Evden çıkışta, bir anda onunla başbaşa buluyorum kendimi. Ona daha evvel yazdığım mektuptan bahsediyoruz ve benim bir film üzerine yazdığım yazıdan.. Bir doktor arkadaşının benim yazdıklarıma hayran kaldığını ve mutlaka benimle tanışmak istediğini söylüyor. Mektubumun başına çiziktirdiğim Rimbaud’ nun şiirini beğenmiş. Her şey fikri bir takım alışveriş diye başlamıştı ama şimdi işler biraz karıştı. Meğer Rimbaud’ nun şiirini bir teklif addetmiş – saymış – sanmış – zannetmiş!
“Ne bir şey düşünecek, ne bir laf edeceğim;
Ama sonsuz bir sevgi dolduracak içimi.
Göçebeler gibi uzaklara gideceğim;
Mes’ud , sanki yanımda bir kadın varmış gibi!”

‘Varmış gibi!’ ama olmadan! Bence çok açık bir cümle!
Sizin için özel bir şiir değildi o! Nasıl bir girizgah – başlangıç yaparım diye düşünürken öylesine çiziktirdiğim.
Talihsiz cavalier ben, içimde bir çok şüphe yürüyordum. Açık bir Café’ye rastlayınca içeri girdik. (Herhalde böyle oluyordu bu işler; yani bir usulü varsa bu tip beraberliklerin, bir yere oturulup burçlar filan soruluyordu? Durumumun ‘zorakiliği ’ bir yana, ister istemez yazılı bir nüshası bulunmayan bu kuralların basamaklarını adımlıyordum).
Çaya karşın sıcak şokola! Biraz Dostoyevski’den bahsettik (bahsettim!). Ardından bir zamanlar okuduğum bir kitaptan. John Berger.
“Ben senin zannettiğin gibi biri değilim.” dedi.
Hoş içimden geçene cevap verdiğini kim söyledi ki? Ve ben onu ‘nasıl ve ne’ zannediyorum ki?
Ardından bir şey daha söyledi:
“Senin zannettiğin kadar serbest birisi değilim!”
Saate baktım, yirmi üç otuz!
Onu sevmediğimi biliyorum fakat niçin beraber olduğumun izahını bir türlü kendime yapamıyordum. Bu izahı yaptığım zaman bir daha görüşmeyeceğimi de biliyorum. O sevmediğim ama ‘Fikri-i sabit’ im gibi bir şey oluverdi bir anda. Nasıl olduğunu anlayamadım. Geçmişler olsun…
‘Dönülmez akşamın ufkunda’ mıydım?
Bilmiyorum? Bildiğim, tam da bir meleğe rastlamışken olayların bu şekil ve biçimde gelişmesi elimi kolumu bağlayıvermişti. Bağlı olmadığımdan kopamıyor, bağlı olduğuma varamıyordum! Ah.
Neye yarar?

Artık neye yarardı tesadüf edişim bir meleğe?
‘İstemediğimiz’ lerle yaşamaya alışkın bir millettin ferdiydim. Sevmediğimi istemek, istemediğim gibi göründüğümü sevmek zorunda kalmıştım. İçimde mevsimin derin kasveti ve tarif edemediğim bir keder metro istasyonuna doğru yürürken ardımdan seslendi Edith Piaf:
“Cet air qui m’obséde jour et nuit – Bu hava, kafama takılan gece gündüz.”
Bir doğu’lu hissiyatıyla çeviriyi tercüme ettim:
“Bu hava başıma musallat olan gece – gündüz…”
“Padam. Padam. Padam.” Kalp atışları. Farsça’ da ‘Kuş tuzağı’ demekmiş “Pa – dam!”
FEMME FATALE
“Bilgi” denen mefhumun bu kadar ayağa düşmesi, şöyle güzel candan muhabbetlere izin vermediğinden, kıyıdan, köşeden, şuradan, buradan okumaya koyuldum.
Doğu’daki üstatlar benim gibi iki arada bir derede kalmışlara bir çok şey söylüyorlardı, esasında bu konuları aşmış olduklarından dolayı bir ‘sır’ vermediler bana..
Durmadan ‘bir şey’ den bahsediyorlardı; çoğunu işitmedim, duyduğumu anlamadım.
“Ser” de şark kültürü vardı ama ‘ser’ dediğim sır olmuş, içim bana el olmuş meğer?
Akşamleyin okuduklarımı, sabahleyin mırıldanırken buldum kendimi yatakta. Kül tablasını devirmiş, kitabımı düşürmüş ve ilk gençliğimi kaybetmiş olarak kalktım ayağa.
“Ey birisini seven kimse! Allah’ın sana nasıl bir nimet verdiğini bilseydin keşke?” diye söylene söylene çıktım evden. Mahsus açık bıraktığım radyodan seslendi Candan Erçetin:
“ Tu n’est pas un ange! – Sen bir melek değilsin!”

İşyerinin servis aracını beklerken yalnızlığın o kadar da korkulacak bir şey olmadığını düşündüm; ta ki insan bataklıklara düşmekten kendini koruyabilsin ve sabretmeyi öğrenebilsindi.
İşyerinin servis aracı, varış, işbaşı.
Abartısız iddia ediyorum ki; bu (confection) atölyelerinde çalışan sayısız genç her sabah bir heyecan ile yatağından kalkar ve nerdeyse kahvaltı bile yapmak istemeden hızla kendilerini işyerlerinin yoluna atarlar. Bütün o oflamalar-puflamalar bir gerçeği – sevdikleri kızı – gizlemek içindir.
Ama ne yapsalardı?
Sabahın bilmem kaçından akşamın bilmem kaçına kadar hiç de hak etmedikleri bir ücret karşılığı çalıştıkları işyerlerinin aşkıyla yanıp tutuşmaları beklenemezdi haliyle? Bunun böyle olduğunu birkaç arkadaşımdan dinlemişimdir ve şahsen şimdi yaşıyordum da!
Bir meleğin çekimiyle kalkıyor, aynı cazibenin kuvvetiyle evden çıkıyor ve seve seve, koşa koşa çalışmaya gidiyordum.
Ah! Minel / aşk – Aşk yüzünden
Heyhat!
Siz şu hale bakın ki, beklediğim Le Miracle – mucize öyle tepeden inme değil de, nasıl ifade edeyim bir Le Mirage – serap gibi hayalvari bir şekilde süzülüp önce ruhuma nüfuz etti ve sonra not ettiğim rüyalarımda kendini açık ediverdi bir hediye gibi ötelerden.
‘Gibi’si mi var?
Her şeye rağmen, onun ruhuma bu kadar tesir edebileceğini bilmiyordum? Hoş, nerden bilebilirdi ki benim kıvamını arayan talihli yüreğim bütün bunları? Sanki bir kürek cezasına çarptırıldığını sanan kalbim, bilmem ne zamandır gel–git’ ler arasında çırpınıp durmuştu. Kalbimin devasını arar bu çırpınışları beynimi kemirdikçe kemirdi de, sonunda
“Keşke hiç bir şey bilmeseydim!” dedirtmişti dilime.

“Keşke!”
Fakat hiçbir zaman ümidini yitirmedi ve sonunda beni intihar kapılarından döndürdü. Belki fazlaca büyütülmüş, dramatize edilmiş gibi gözüküyordur size? Bir ‘Tamamlığa ermek’ arzusunda olanlar için basite indirgenebilir bir konu değildir bu!
Nietzsche’nin “Kadınına mı gidiyorsun? Kamçını da almayı unutma!” deyişini, Niçe’yi anladıkları gibi yarım–yamalak anlayanlara güvenemezdim. Güvenmedim de! Kendi başıma onun söylediklerini kavramakta güçlük çektim. “ Çalmışsa miri malı çalmış ‘ bu yanık mizaçlı ağır geldi bir akşamüstü ‘iyi’nin ve ‘kötü’nün ötesinde”

Ve Baudeleaire’e rastladım ama ne rastlayış? Femme fatale – kaçınılmaz kadın’a dair ne varsa çözemeden can vermiş bu talihsiz şair, dehasını, sevgilisinin ayaklarının altına seriyordu. Çözemedikleri bir neticeyi işaretliyorken kendi kendime mırıldandım:
“Ne kadar da boş, yavan bir hayat sürüyorum! Kendimi bir nokta kadar, silik bir nokta kadar görüyorum!”
Fransızların ‘Entelektüellerin entelektüeli” diye adlandırdıkları Andre Suarez’ nin Don Juan hakkında yazdıkları, beni bu konu da her zaman teskin etmiştir. “Bunu fazla büyüttüğümü, dramatize ettiğimi düşünmeyin” derken biraz da Suarez’nin söylediklerinden aldığım ilhamla söylüyorum. Şöyle diyor;
“Hah, mesele yatak ve yavru yapmak meselesi değil, bütün bir dünya inşa etmektir!”
Dilimin ucuna kadar gelip de doğru kelimeleri bulamadığım, bulduğum zaman ‘yanlış anlaşılır’ diye söyleyemediğim cümle işte buydu! Buna rağmen yine söyleyemiyorum, ancak Andre Suarez ile dillendiriyorum;
‘Galiba en çok (Sirano)’ya benziyordu halim; şu farkla ki, ona engel olan uzun burnuydu, bana ise Sirano’nun burnu kadar büyük bir engel olan Mine’ydi.
İşte şimdi, sevdiğimi bulmuşken, onunla aynı mekân içinde bir duvara yaslanmış, onu, şimdi ki gözümle görebilmeme ‘vesile’ olmuş kimseyi düşünüyorum. Bir yerde okuduğum şu cümle ne fevkalade:
“Beni görebilmen için sadece düşünmen yeter!”
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÖLÜM – 4
LA RAİSON - SEBEP
Çalışmaya başlayalı daha bir hafta bile olmamıştı. Şimdi nasıl öğrendiğimi hatırlayamıyorum. Bir prétexte – bahane ile isminin ‘Vesile’ olduğunu öğrendim şu Mona Lisa’ ya benzeyen kızın.
“Vesile!” şimdi telaffuz ediyorum da, “Bıçak” der gibi: “Vesile!”
Etrafımızın bize biçtiği bir şekil, bir mizaç, bir görünüm vardır. Artık bilemiyorum ki biz mi öyle gözükürüz de onlar hakiki ‘biz’ imi görürler yahut görmek istedikleri gibi mi görürler? Belki de herkesin böyle bir sızısı, bir bilinmez, çözülmezi vardır? Herkesi bilmem de benim vardı.
Sanki bir Don Juan – çapkın gibi görülüyordum. Oysa bu taraklar da hiç bezim olmamış, hatta iradeli bir biçimde uzak durmuştum, duruyordum. Bu işyerinde beni evvelden tanıyan hiç kimse olmamasına karşın böyle bir hava oluştu. Raison – sebebine gelince;
Herkesten uzak duruşum, kimseyle pek konuşmamam ve neredeyse bir genç kız gibi gözümü yerden ayırmamam, bir de şef Kemal bey’in akrabası olmam tabi ki…
Tuhaf üstü tuhaf şu olaya bakın. Aksi durumda “Don Juan! – çapkın!” damgası yapıştırılacak birine bu haldeyken revamıydı yapılan?
Her şeye bir kulp takmaya mahir kem gözler ve arsız diller, benim mystériuex – gizemli duruşumdan kendilerine bir senaryo oluşturmuşlar ve etiketi sırtıma yapıştırmışlardı: “Don Juan!”
Yapıştırmışlar?
Anna Karenina’nın giriş cümlesi şöyledir:
“Saadetler birbirlerine benzerler fakat her talihsizliğin ayrı bir görünüşü vardır!”

Herkesin gözü üzerimdeydi. Bu tip durumlara daha evvelden alışıktım. ‘Kendilerinden’ olmayan bu yaratığa bakacaklar ve ‘ne yapıyor?’ diye merak edeceklerdi. Çok görmedim. Normal bir durum olarak karşıladım önceki tecrübelerimden aldığım bilgilerle. Biliyordum ki zamanla çözülecekti düzelecekti bu durum. Düzelmedi, düzelemedi! Orada, La mire (herkesin gözünü diktiği şahıs) olarak kaldım.
Talihsizliğimin ayrı görünüşü içinde talihime de rastlamam ne kadar garipti?
Uzaktan uzağa bakışların içinde, uzaktan uzağa bana bakan, süzen birisini daha hissediyordum. Bir de ne göreyim:
“Vesile!”
Başımı yerden kaldırıp baktığımda kendilerine baktığımı zanneden kimlerdi bilmem ama gözlüklerim olmadan onları göremediğimi bilmiyorlardı. Yine aynı yerde tanıştığım ve bu durumu bilen İsmail bir gün sormuştu:
“Gözlüklerini niçin takmıyorsun?”
“Görülmeye değer ne var ki İsmail?”
Sen misin bunu söyleyen?
İki bin altı Nisanı’nın onsekizinci günü, öğleden sonra çıkaracağım gözlüğümü –tekrardan– işte o sıralar takmıştım.
Şairin “Rezon-Sebep göremiyorum. Rezonu yok madem, kendisi de yok olsun seza!” deyişi gibi bir kenara bıraktığım gözlüğümü yanımda taşımaya başlayışımın hikâyesi böyle bir prétexte – vesileye dayanır.
LA CHAMADE – LA ŞAMAD
Chanson’lardan içim bunalmış bir halde bütün radyo kanallarını alaşağı ettim ya, dinlenecek bir şey bulamadım. Döndüm dolaştım yine TRT’ye attım kapağı. Elimde ki kitaptan okuduğumu radyodan duydum;
“Entarisi mor imiş, yar sevmesi zor imiş!”
Zaten akşamlardan, sevda nöbetlerinden kalma yüreğim, sabah sabah dağlandı tekrardan duyduğumla;
“Entarisi mor imiş, yar sevmesi zor imiş!”
Hiçbir harfe tahammülün kalmadığı bu demde, ılık bir Pazar günü sabahı acelece evden çıkıp kendimi kaldırımlara vurdum. İlk gençliğimden beri ‘Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur’ u hiç kavrayamamakla beraber, kaldırımları bir yar sayıp bayılana kadar peşlerine ram olmak en sevdiğim huyumdur. Öyle yaptım ve onların peşi sıra aynen une ombre – bir gölge gibi yürüdüm, yürüdüm. “Var olmanın dayanılmaz ağırlığı” ensemde, dünyanın en ağır işçileri gibi düşüne düşüne bilmem ne kadar yürüdüm?
Ne kadar yürüdüğümü bilmediğim gibi nereye geldiğimi de bilmiyordum. Kendi semtimi çoktan aştığımı ve sonra daha kaç semti kat ettiğimi, cüzdanımı evde unuttuğumu, kahvaltı yapmadığımı, akşamüzeri bir buluşma sözüm olduğunu bir taksi çevirip eve döndüğümde fark ettim.
Aksi gibi, etrafımda olup biteni anlatacağım ve söyleyeceği teskin yüklü sözleri içip durulacağım- ne olacaksam olacağım- bir kimse yoktu. Sanki bütün ‘yok’ luklar ve ‘var’ oluşlar işte bu demlerde- anlarda sardı beni. İçime düşen Angina Pektoris – kahır yetmiyormuş gibi sosyal meselelere dadanmıştım.
Sait Faik kadar değilse de, inceden inceye süzüp duruyordum etrafımı.
Hoş, kundaktaki çocuğundan en yaşlısına kadar siyaset, spor ( yani ki futbol!) ve ekonomi ile bilmem bizim memleketimizdeki kadar alakalı olan ve bu meseleler üzerine az-çok fikri olan başka bir millet var mıdır?
Kimsenin hakkını da yemeyelim!
Az-biraz tarih okumuş herkes, bunun doğal bir durum olduğunu hemen sezebilir. Kısacık kaba bir bakış bile millet olarak içimize işlemiş bir nosyonun varlığını tüttürecektir bize! Gerçi, artık ‘Ne olacak bu Fenerbahçe’nin hali?’ muhabbetinden öte ‘Bir cacık çıkmaz’ a dönmüştür serdedilen fikirler ama milletimiz, yani şu kalabalıklar alabildiğince siyasidir hala!
Bu süzülüp durmalarımdan öğrendiğime göre, dışarıdaki kalabalıklar- yani biz!- alabildiğince korkak ve olabildiğince merhametsiz de bir haldeydi. Ve tuhaftır, kazandığı bu ‘huy’ların yanında en yürekten bağlı olduğu düstur “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!”dı , hatta binlerce yıl!
“Ne olacak bu milletin hali?” diye içiniz azıcık ‘cız’ etmeye görsün. Kalabalıklar sizi hemen caydırır fikrinizden.
Haberlerde çuval çuval paraları götüren kodamanları ‘Alis harikalar diyarında!’ tadında seyreden-‘seyretmek’ manasına seyreden- bir milletin hazin akşamı!
Kendine, evine, ailesine, alışkanlıklarına, bağlılıklarına, ruhiyatından giydiği kösele ayakkabıya kadar küfredilip dalga geçilen, sonra da, yorganını kafasının üzerine çekip horul horul uyuyan, sabahleyin ‘uyandım!’ zannıyla, ancak sefilce bir hayat sürmesine yetecek kadar bir parayı kazanmak için işyerine giden bir güruh, bir acayip, bir ‘şey’?
Sizin anlayacağınız, başım fena halde dertteydi.
Çünkü başımda esen ‘Kavak yelleri’, yerini sosyal meseleler rüzgârına terk ederken, yüreğim une risette - bir tebessüm’e kapılmış, derdine çare peşindeydi. Ve benim ancak Allah’a inanmaya yetecek kadar olan aklım ‘sosyal meseleler’ ile ‘bir tebessümü’ katıştıracak bir formülü bilmiyor, bilemiyordu.
Daha doğrusu, böyle bir formülün varlığından habersiz olması bir yana, bunun ‘mümkünler âleminde var olabileceğine de inanmıyordu.
Ecinnilerdeki (Şotov) kadar karamsar, (Raskolnikov) kadar pişman ve (Jan Val Jan) kadar tedirgin bir halde kalktım kahvaltı masasından.
Pencereyi azıcık araladığımdan mı yoksa, cüzdanımdaki bütün paranın yarısını sabah sabah bir taksiciye hibe ettiğimden mi bilmem uykunun verdiği mahmurluk kalmamıştı üzerimde?
Etrafı tamamen bulanık bir halde görmeye başladığımda uyandığımı anladım.
Güneş, baldıran zehrine nispet edercesine azar azar pencereden içeriye süzülürken, gözlerimin bozuk olmadığını -esasında- kendi varlığımızı kanıtlayacak bir durumda olamadığımızdan yavaş yavaş kaybolduğumuzu düşünecek bir halde kendimi hissetmediğimden, bu fikri saklayıp – unutup Vesile’yi düşünmeye karar verdim.

Gözümde birkaç fırça vuruşu ile meydana getirilmiş bir resim, O’nu düşündüm.
İsminin telaffuz edilişinin fısıltılarını damarlarımda gezinirken duydum; un poison-bir zehir gibi yayılışını.
Onun geçen gün bir kelime üzerinde konuştuğu anları hatırladım birden. Kürtçe bir kelimenin, Kürtçedeki birkaç karşılığından ve Türkçeye çevrildiğinde nasıl söyleneceğinden bahsediyordu.
‘Ogre – Canavar diyor Fransızlar. Çocukları yiyen dev manasına!’

Canavar! Can’a var, Canan’a var!
Nasılda mahirane-ustaca anlatıyordu. “Aşk”a değen bir kelimenin latifleştiğini öğrendim; her şeye bir şiir tadı kattığını.
Baudeleaire’in dediği gibi mi?
“Canavar bakışlı ruhlar gibi -Yatağına geleceğim tekrar- Süzüleceğim yanına kadar- Dört yanım gecenin gölgeleri”
Nasıl da sarmıştı beni bir anda? Nasıl da kuşattı? ‘Kuşatmak’ mı dedim?
La chamade!
La chamade: Bir savaşta kuşatılanların trompet ve davullar çalarak teslim olduğunu ilan etmesi.
Yüreğim kuş gibi çırpınıyordu o gün. “Dört yanım gecenin gölgeleri” pencereden dışarıya kalabalıkların durmadan aktığı dünyaya baktım: Gözüme buğulu bir resmin çerçevesinden sökülüp de oraya monte edilmiş manzarası değdi. Bütün çırpınışların-çırpınmalarımın gayesinin –belki de?-bir resme gölge vurmak olduğunu düşündüm.
Düşündüğüm gerçekten buydu ama istediğim bambaşka bir şeydi;
Je ne veux que le voir- onu görmekten başka isteğim yok!
“Bütün bir dünya inşa etmek!” sözünün kıyısında sigaramın dumanını seyrediyorum.
Seyr ediyordum…
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÖLÜM - 5
DEĞERSİZİN BİRİ
İstanbul’da olmaması ne kadar iyiydi. Ne kadar da rahattım. ‘Fikri bir takım alışverişler’ gayesiyle başlayan haberleşmeler, mektuplaşmalar.. Sonrasın da telefonlar alınıp verilmişti.
Gayretkeşliğime bakın ki, işyerimden birisinin telefonunu vermiştim. Bir-iki defa aramış ve konuşmuştuk. T… İline gitmeden önce fotoğrafı niyetine bana ehliyetini vermişti. Sonra telefonda “Nasıl verdim?” diye hayıflandı. Hadi o vermeye vermişti, peki ya ben nasıl almağa cüret edebildim? O hasta ise, ben de onun hastalığı gibi bir şey oldum herhalde? ‘Olmaz’ olaydım, ‘doğmaz’ olaydım, böyle bir yanlışa ‘düşmez’ olaydım, keşke!
Şu ‘keşke’leri çıkartmalıydım hayatımdan.

Önce otuz Ocak pazartesi günü öğle yemeğimi yerken aradı. Yemeğin yarıda kalması önemli değildi ama Vesile’nin gözlerini şüphe bulutları ile dolu gördüm. fena!
“Tayinim İstanbul Çapa’ya çıktı!” diye sevinç naraları atıyordu.
Gözleri, Vesile’nin simsiyah gözleri iki ateş parçası ta içine gözlerimin, ta ruhuma veryansın ediyordu:
“Ne yapıyorsun?”
Que dire? – Ne söylemeli?
O piknik yerine hiç gitmemiş, o mektubu hiç yazmamış, cevabını almamış olsaydım. ‘Keşke!’ Bu konuştuğum sevgilim değildir, arkadaşım değildir, kimse değildir, rien- hiç bir şey- dir!
Que rapondre? – Ne cevap vermeli?
Onunla bir sırrımı paylaştığım, ona bir derdimi açtığım, bir hatıramı anlattığım olmamıştır; ondan bir karşılık umduğum, bir hoşluk bulduğum, bir şiir duyduğum yoktur! Görmüşsem unutmak içindir; “Onun yüzü o kadar siliktir ki, hatırlamamak için bir defa görmeniz yeterlidir!”
Ne yazık ki Oscar Wilde’ın bu sözü Vesile’yi teskin etmeye, ona her şeyi anlatan bir cevap olmaya yetmedi.
“Gördüm. Hissettim. Görmemiş gibi yapacağım. Ne kadar defterin varsa kapa ve baştan ayağa aşka bürün de öyle gel!” der gibi ateşten gözlerini yere indirdi. Boğazımda un nodule-bir küçük düğüm kapattım telefonu.

Edith Piaf’ın söyledikleri çalındı durdu kulağıma akşama kadar iş yerinde:
“Un jour cet air me rendra folle- Bu hava bir gün beni delirtecek!”

VESİLE
Çalıştığımız işyerinin başka bir semtte bulunan fabrikasına götürdüler bizi bir sabah. Orada işler yoğun olduğu için ‘takviye kuvvet’ gibi bir şeydik. Bu durum bizimkiler- bizler için bir kaytarma’, bir ‘işi hafife alma’ ya dönüştü. Galiba bu durum en çok da benim işime yaradı.
İsminin manası (7) rakamına denk gelen bir başka confection atölyesi.

Ne olduysa ve nasıl, birden onu yanı başımda buluverdim.
“Quel est votre nom?” diye sordum.
“Vesile!” dedi
“Ne demek?” dedim ondan daha iyi bilirken ne manaya geldiğini.
“Bahane, sebep!” dedi bahanem sebebim.
Bir daha ki çay paydosunda tekrar masamdaydı. Şair’in dediğiyle ‘havadan ve yağan yağmurdan’ konuştuk.. Konuşurken anlaşıldı ki, anladım ki, o gün ablasının olmaması onu öyle rahat kılmıştı. Rüzgâr azıcık hızlı esse tedirgin, düşman bir göz -ki herkes- baksa utancından iki büklüm oluyordu.
“Diyarbakır ama aslen Mardinliyim” dediğinde ne kadar şaşırdım! Şimdi nedenini söyleyemeyeceğim bir hayrete düşürdü.
Diyarbakır… Eski adı Amed.
Sonra ki günlerden bir gün, biz yine oturmuş konuşurken ablası geldi heyecanlı heyecanlı.. Vesile’ye kızgın, bana kızgın oturdu masaya. Bu durum ikide bir daha doğru benzetmesiyle bire-bir tekrarlanmaya başladı. Bir keresinde Vesile’nin kulağına bir şey fısıldadı. Hiç zahmetsiz duymuştum, ben Vesile olmuşum:
“Sakın ben yokken söyleme!”
Bilmem kaçıncı tekrarlardan bir ‘tekrar’dı, bir gün aynı şekilde koşarak geldi ve artık hiçbir şey saklamaksızın şöyle dedi:
“Söyledin mi?”
‘Sır’ dediğin açık edilir miydi hiç? Aramızdaki ‘sır’ rın varlığından hiç bahsetmedik; şimdi buraya yazmamış olsaydım keşke!
İçimde duyduğum pişmanlıkların en acısı, en yakıcısı işte bu isim söylenince hatırıma gelir.
“Cente fois j’ai voulu dire pourguoi- belki yüz yere nedenini söylemek istedim.
Mais il m’a coupe la parole- ama sözümü kesti hep
il parle toujours avant moi- her zaman benden önce konuşan
Et sa voix couvre ma voix- ve sesimi bastıran bu hava!” diye söylenip durdum günlerce..
LA LETTRE
MEKTUP
25-12-2005 PAZAR
Selam … Nasıl bir cevap yazabilirim diye düşündüm. (Gelecek olan mektuba).
Sonra, ‘Dur bakalım, mektup gelsin düşünürüm’ dedim kendi kendime. Mektubunu alınca benim o gece düşündüğüm birçok şeyin yazıldığını gördüm. Daha giriş cümlesini görür görmez şaşırdım, kaldım;
“Tanıdığımızı sandığımız, ama hiç tanımadığımız” diye yazdığın satırlar.
Ve okumaya devam ettikçe ‘nutkum tutuldu’ dersem az bile söylemiş olurum. İnanılmaz güzel bir eser (bildiğimiz tarzda bir mektup olarak adlandırılamaz) veya adına her ne dersek? Ama sıradan bir mektup kelimesi ile tanımlanamaz!
Ben, başka, yerini dolduracak bir kelime bulamadığımdan yer yer ‘mektup’ diyeceğim istemeyerek…
Mektubunun bir yerinde ‘Çok konuşuyorum’ demişsin. İnan ki bu çok konuşma konusunda beni geçemezsin.
…(meselelerden) Konuştuğumuz saatler boyunca inan hiç sıkılmadım. Zaten benim, senin kadar anlatacak derin bilgilerim yoktu ve anlattığın konu (senin deyiminle ‘Mevzu’) ları dinlemek bana farklı düşünme tarzları, farklı bakış açıları kattığı için merakla dinledim. Benim çevremde (yıllardır aradığım ama bulamadığım) herhangi bir konu’dan uzun uzun ve derinlemesine konuşacak bir kimse yok dersem inanır mısın?
Benim devrik ve uzun cümlelerimi anlamakta zorlanacaksın!
Of! Aklıma bir dolu düşünce ve yazacak birçok söz geliyor ki, bir sıraya koymakta zorlanıyorum. Belki de ilk defa böylesi mektup yazdığım için veya yazma konusunda deneyimli olmadığımdandır.
Hiç abartmıyorum (buna gerek duymam) çok güzel yazmışsın; ifadeler, sıralanış, anlattıkların, örneklerin, düşüncelerin…
…Asıl mesele belki de aklıma arka arkaya gelen düşünceler ve bunları bir sıraya dizip ifade etme alışkanlığı kazanamayışım. Bu nedenle asıl meseleye gelemeden o kadar çok konuşmuş oluyorum ki, karşımdaki çoktan sıkılmış oluyor ve asıl konu önemini yitiriyor. Şimdi senin ‘Aman Ya rabbi! Ne renkli hayatım varmış ta farkında değilmişim?’ dediğini duyabiliyorum.
…ben de tutmuş, senden, önce yaşadığım acıların hesabını vermeni istiyorum. Yazarken bile üzüldüm şimdi. Ama bu sayfayı yeniden yazsam, inan diğer yazdıklarıma da birer bahane bulup baştan sona değiştirmeye gideceğim ve sana mektup yazamamanın acısını bir gece daha yaşayıp rüyalarımda dahi bununla ilgili meselelerle uğraşacağım.
…Ben hala mektubunu okumayı sürdürüyorum. Bir kere de hazmedemeyeceğim kadar bilgi var içinde.
…Sende böyle olmadığını düşünüyorum? Sadece bir yorum; çünkü bazı şeyleri öyle tariflemişsin ki boşluk dolduran faaliyetler arayan biri bunları böyle tarifleyemezdi.
…Yine cümleyi bağlayamadım…
…(Tarkowsky)’nin yazısının fotokopi’sini çektim, bir örneği sende yoksa diye. Unutmadan, senin çalışmalarının kritiğini yapmak haddimi aşar. Ben kim, bir çalışmanın üzerine…
…Fakat Rimbaud’un şiirini çok beğendim! Çok! Zaten, ben sadece beğenebilirim. Kritik yapamam.
…Senin eline geçer geçmez ben de İstanbul’a gelmiş olurum gibi geliyor.
Görüşmek umuduyla; (karalanmış), kaldığımız yerden devam eder (karalanmış) iz.
HOŞÇAKAL
MİNE ”
Mektubu katlayıp zarfın içine koydum. Cevap yazmama gerek kalmadığına sevinmeli mi üzülmeli miydim? Güneş kıpkızıl bir renge bürünmüştü; ortalık kararırken gündüzün nereye gittiğinin kimsenin umurunda olmadığını düşündüm.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÖLÜM – 6
ŞİİR
Ruhum bir ‘Vesile’nin kanatları altında kendi varlığını iyiden iyiye- günden güne hissederken, iş yerine gitmediğim -ve gitmek istemediğim zamanlarda- vakitlerin dışında hep şu karamalarımla uğraşıyordum.
‘Karamalarım’ diyorum; çünkü hiçbir zaman şiir niteliğini taşıdıklarını vehmetmedim. Bunu söylemeye dilimin varamaması bir yana, bu durum bir tevazu niteliği taşımıyor. Taşımadı.
Çağımızın ‘cins kafa’ diye adlandırılan bir fikir adamının dediğiyle “Şiir’i kaybettik biz! Yıllarca bulamayabiliriz” tespitini uzun uzun düşünmüşümdür.
Durumun vahametini kavramakla birlikte, onu bulmak ümidini hiç kaybetmedim. İnanıyordum ki -inanıyorum- şiirden ümidini kesmek topyekun hayatı reddetmekti; bir intihardan başka bir şey değildi. Şiiri ‘boş uğraş’ olarak gören kalabalıkların genel fikirleri ve onu ancak La ville de Paris- Paris şehrine ait sananların kaba görünüşleri bile bir an olsun ondan soğutmadı beni.
Şiir’in bir cul-de-sac- çıkmaz sokak başında bizi beklediğine hep inandım; ve onun en güzel misallerini, en yakıcı teşbihlerini- benzetmelerini, aşka dair en üstün fikirlerini İstanbul semasından başka bir yere ait olamayacağına!
Şair’in “Prévoyante- ileriyi sezen” şiirin “Prévoyance- ileriyi seziş” olduğunu hissettiğimden bu yana onu gerçekten bulmayı ve onu okumadan duramamayı benliğimde bir parça saydım.
Çocukluğum ve ilk gençliğimde sağa-sola karaladığım yazıların hepsi bir yana, yirmibir yaşımda bir akşamüstü Balzac’ın bile tasvir edemeyeceği bir mekana varıp, Prust’un bile yakalamakta zorlanacağı bir zamana-ana çatınca yazmağa koyuldum ve o gün bu gündür, şiirden hiç ayrı kalmadım- kalamadım.
Bütün şairlerin neden bu kadar güzel olduklarını Balzac’ı okurken “Bir sırrı, devamlı bir surette saklamak insanı güzelleştirir!” deyişiyle kavradım.
Şiirin ‘sır’rı kurcalamaktan başka bir gayesi ve arzusu olmadığına inanıyorum. Kanaatimce şairler ‘sır’ denen o varılmaz, bilinmez, açıklanamaz’ dan bir kıvılcım kapıyorlar ve ömürleri boyunca o kıvılcımın gözlerine-ruhlarına bıraktığı izin peşinden gidiyorlar.
Bir an’da takılıp kaldığım o gün, ‘Vesile’yi gördüğüm ‘o an’ dan sonraki günlerden bir gün, yine bir akşamüstü, çayımdan tüten buharların ve sigaramdan tüten dumanların, ruhumda depreşip duran girdapların içinde bağırdım:
“Evreka!- Buldum!”
Nerdeyse çocukluğumdan beridir şiirle içli-dışlı olmuş olan ben, o gün – Nasıl söylemeli?- sanki, şiir denen o esrarlarla bürülü üstün söz sanatının ilham perisini görmüş gibi hissettim kendimi.
Sandım ki, bir büyük şair, son şiirini yazamamışta, ruhundan gökyüzüne doğru üfürmüş ve kelamla zarflanamayan şiir bilmem hangi esrarlı âlemde billurlaşıp onun suretine bürünmüş.
Evraka!
“Bu dünyada her şeyin bir vesile” olduğunu duyan benliğim, böyle bir ‘Vesile’ karşısında tuz-buz olup dağılmasında ne yapsın dı? Anlatacaklarımın en başında ‘Her şey nasıl başlamıştı?’ diye sual edasına büründürülmüş cevabı koymamın ‘raison- sebeb’i budur!
Her şeyim ondan sonra başlamıştı; işte o andan sonradır ki, kıyıda köşede yazdığım ne varsa gün yüzüne onunla çıktılar ve derlenip toparlanmaya başladılar. Zamanın o dairevi kıvrılışı içinde ‘önce’den yazdığımın ‘sonra’daki bir gizli sebep- vesile için olduğunu daha yeni anlıyorum.
Bahsetsin dilim, kalbim bahsetsin senden
Zaman ruhumda bir anda toplanmışken.

HANDİKAP
Pazar günü olmasına karşın o gün çalışıyorduk. İşlerin bu kadar yoğun olması çok kötüydü ki fena yoruluyorduk; ama bir diğer yandan onunla aynı çatı altında olmak bana ‘huzur’ gibi, ‘ferahlık’ gibi bir şey, bir nedenini açıklayamadığım neşe veriyordu.
Onun bütün işi-gücü sol çaprazıma geçip bana bakmaktı. ‘Seyredilmek tedirgin eder’di ama seyreden o olduğu için bundan nefsi bir haz duyduğum da yalan değildir.
Benim ne ‘ne yapmaya’ çalıştığımı bir türlü anlayamamasının onu fena halde kızdırdığının farkında olmakla beraber, ne yaptığımın ve ne yapacağımın kararını bir türlü verememiş olmakla bocalayıp duruyordum.
Keşke İspanyolların şu atasözünü daha evvel anlamış olsaydım “Allah pervasızlardan yanadır!”.
İşler öyle tersine dönmüştü ki, kaçanın o, kovalayanın ben olacağım yerde, rollerimizi değişmiş, ben, kaçmaktan beter bir sükûta bürülü, o, bunu bir sebebe bağlayamamanın şaşkınlığına gömülü kalıverdi.
“Adamım!” diye bağırarak yanıma gelen ustabaşı Erol telefonunu uzatıp “Senin ki arıyor!” dedi acayip bir göz kırpmasıyla..
Bilmem hangi marka o uğursuz telefonu elinden alırken “Seninki” yakıştırmasının beni ne kadar kızdırdığını ve şu göz kırpmasının psikolojik temelini düşündüm. Karşımdaki ses ayın onaltısında - onbir gün sonra- İstanbul’da olacağını söyledi. Falan ve filan… Uzatmadan kapattım ve telefonu Erol’a geri verdim.
Şüphesiz seçtiğim Vesile’ydi; fakat bir türlü -nasılsa?- Mine’yi başımdan savmayı beceremiyor ve aksi gibi Mine’de günden güne biz onunla sevgiliymişiz gibi davranmaya çalışıyordu.
Ve Elbette Vesile’nin sabrı bir yere kadardı.

O akşamüzeri -5 Şubat- isyan bayrağını çekmiş bir halde yanımdan hızla geçti. Simsiyah gözleriyle öyle bir baktı ki.
Balzac’ın “Bazen insan başıyla bir işaret yapar ki, bu ceza mahkemesinde yemin etmekten daha tesirlidir” dediğini hatırladım. Ve ardından, bir gün önce yazdığım- karaladığım satırlar gözümün önünde uçuştu:
Beyaz ışığı altında mahpusum
Siyah gözlerinin
“Siyah renkte beyaz mana”
Ne sıcak bakışların ve ne derin
Sade bir bakış değil onlar
Yüreğimi avucunda tutan ellerin.

Van Gogh’un Vıctor Hugo için “Bir cümlesi yeter!” dediği ‘fundalıklarda sessiz duran bir horoz gibi’ oturdum ve gözlerimi gittiği yöne doğru dikip mırıldandım:
esküze mua…esküze mua… Beni bağışla…
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÖLÜM – 7
SİHİR
Paydos saatlerinde herkesin gittiği- sığındığı, kendini rahat hissettiği bir yer vardır. Çalışanların bir çoğu -neredeyse yarısından fazlası- aşağıdaki yemekhaneye iner. Geri kalanlar ise ya içerde otururlar yahut işyeri dışına çıkarlar.
Ben ‘acayip görünüşlü’, ‘diksiyonu düzgün’ ve alttan alta yayılan -saçma- bir dedikodunun kulağıma değen tarafıyla ‘patronun akrabası’ sıfatıyla bu sağa- sola dağılan grupların hiçbirine adapte olamadım.
İlk sıralar çoğunluğun seline kapılıp yemekhaneye iniyorsam da, rahatsız edici nazarlardan kaçmak için bir sığınak aramaya koyuldum. Ve sonunda kendime ‘Fildişinden bir kule’ buldum. Gerçi çok değil, sadece bir ay sonra bizim fildişinden kule Ali Sami Yen’in ‘eski açık’ ına dönecekti.
Dış kapı ile iç kapının arasındaki bu boşluk hala benimle anılıyorsa hiç şaşırmam. Çay paydosları ve yemek paydosları dâhil geriye kalan tüm kaytarmalar ve boş vakitlerde fildişinden kulenin bıkmaz ve usanmaz aşığı oldum. Orası benim için, ‘siyah montumun iç cebine boca ettiklerimi de düşünmeme sebep olduğundan, yazın kavurucu sıcağında ve kışın aman vermez soğuklarında devamsızlık haneme hiçbir rakamın yazılmasına izin vermedim.
Fildişi kuleme sığınmış hamlet gibi, bulutlardan manalar çıkarmaya çalıştığım gelişi güzel geçen günlerden bir gündü; en azından, o an için öyle sanıyordum. Bulutlara bakan gözlerime birden Vesile’nin mavi renkli elbisesi değdi (Ofelya’ mı demeli?).
Ardından sitemlerle dolu gözleri.
Göz açıp kapayıncaya kadar” geçen bu sahne, bana, illetler içinde yatağında kıvranan kimsenin varamadığı sabahların geceleri kadar uzun ve dolaşık geldi.
Yanımdan geçerken hissettim ki, içine işlemiş olan sıkıntısı, beni bir darağacına götürecek kadar ağırdı.
Özlem kolumdan tutmuş ‘Haydi işbaşı!’ diye beni sürüklerken Bodler’in mısraları arasında sürükleniyordum aslında:
“Darağaçları tahayyül eder çubuğunu tüttürerek!”
Herkes yerine geçtiğinde Vesile’nin her zaman ki yerini bırakıp, bana sırtını dönebileceği bir yere geçtiğini gördüm. O günü unutmam mümkün değildir. 9 Şubat! Dokuz Şubat’ı on Şubat’a bağlayan gece..
Sanki kendi doğum gününün Vesile’nin ‘ölüm günü’ olmasını isteyen değersizin biri’, herkesin gözünden uzak evinin çatı katında, umacı masallarından devşirdiği isli kazanlar içinde bin bir kurbağa bacağından bilmem ne otuna kadar kaynattığı iksirinin buharını, sadık dostları baykuş ve karga ile Vesile’nin başına ve sırtına serpiverdi.
Ah ben bir cadının bile, böyle nazenin bir varlığa zarar verebileceğini düşünmedim ki hiç?
Sanırdım ki, büyülerin en katmerlisine de sahip olsa, bir cadı bile ‘sevda işlerinin kanunu’ denilen, yazılmamış fakat herkesçe ezbere bilinen kanunlara riayet eder?
Vesile’nin, jamais- hiçbir zaman, cadıların en cevvali ve büyülerin en sinsisi ile karşılaşabileceğini hesap etmedim; ‘Pamuk prenses’ denilen cins-i latifin güzellikten azıcık yoksun olduğunu, öyle olmasaydı yanındakilerin ‘cüce’ olarak gözükmesinden ziyade, onun güzelliğinden dolayı ‘yok’ olmaları lazım geldiğini; bunun yanında içine baldıran zehrinden daha tesirlisi zerk edilmiş de olsa bir elmanın, böyle ışık saçan gözler, öyle kendinden habersizlik, şöyle hayalinizi bir saç telinin ucunda savurabilen bir güzelliğe zarar verebileceğini düşünmez, bunu bir fantazya sanırdım.
Meğer savaş kanunlarına da riayet etmez, nifaktan daha sinsi, ikiyüzlüden daha çukur, bir yalanı, ‘sevda tebessümü’ diye yüzüne takabilecek kadar aktris, bir hakikati ‘yalan’ diye sunabilecek kadar merhametsiz, ‘mikroba merhamet’ edecek kadar hissiz ve daha bilmem ‘ne’ li ve ‘ne’ siz, uğursuz bir düşmanı varmış Vesile’nin.
Onu daha önce fark etseydim, bildiğim ne kadar dua varsa okurdum. Okuyamadım.
İşte o akşam, saat altı gibi birden bir şey oldu; kimsenin fark edemediği bir kaza! Hiçbir dış tesir olmaksızın(!), tavandan, beton bloklar parça parça dökülmeğe başladılar. Benim tek hatırladığım, çıkış kapısına doğru koşanların aksi istikametinde Vesile’ye doğru gittiğim…
Onu yere çömelmiş ve ne yapacağını şaşırmış bir halde bulduk bir arkadaş ile. Özlemin getirdiği suyu Vesile’ye uzatırken, onun iyi olduğuna kanaat getirip oradan ayrıldım ablasının hıçkırıkları arasında. On dakika sonra başında şişlikler ve sırtında ağrılarla- başımda ve sırtımda mı demeliydim?- kapının önüne geldi.
Tüttürdüğüm sigaram kadar yanık sordum:
“Nasıl oldun? İyi misin?”
Sigaramın dumanı kadar dalgın cevap verdi:
“iyiyim!”
Havanın kararmışlığı içinde bin bir şeyi bir anda düşünmeye çalışıyordum. Benim şu ‘anlaşılmaz’ tavırlarım olmasaydı, Vesile de bana nispet için yerini değiştirmeyecek- ki geçtiği yer, onun hiç geçmek istemediği, geçmediği bir yerdi- neticesinde böyle bir kazaya maruz kalmayacaktı.
Benim yüzümden… Böyle olduğunu sadece ikimiz biliyorduk ama şu olay anındaki soğukkanlılığım ve Vesile’yi yalnız bırakamamam-galiba?- alttan alta fısıltı gazetesinin manşet üstüne taşındı bir zaman sonra.

O Perşembe gününün hala gözümde capcanlı durduğunu görürde şaşırırım. Gecenin karanlığı içinde seçebildiğim kapkara bulutların içime bıraktığı izin ardından hatırıma düşen Hamlet’in Polonyüs’e sorduğunu unutmam mümkün değildir:
“Şu bulut neye benziyor Polonyüs?”
KONFEKSİYON
Memleketimizdeki şu konfeksiyon atölyelerini bir le cage-kafes’e benzetmek ne kadar uygundur bilmem ama bana, daha çok bir tiyatro sahnesi gibi gözükmüştür oralarda ‘sürttüğüm’ zamanlar.. ‘Le cage-(mecazen) hapishane!…
Orada, her şey, aklınıza gelebilecek her şey önceden kurgulanmış-düşünülmüş, roller dağıtılmıştır.
Senaryo, sahneye koyulmaya hazır bir halde sabahleyin kapıda sizi karşılar. Görünmez tekst’ler alınır ve kapıdan girerken şeffaf kostümler -ki herkesin normal hayatı dışında, orada başka bir kimliği vardır, bahsedeceğim- giyilir.
Aktörler, aktrisler ve figüranlar yerini aldığı vakit görünmez perde açılır ve gaipten-bilinmezden bir ses “Aksiyon!” demiş farz edilir, oyun başlar. Herkes rolünü ezbere bilir. Yanılmaz, şaşırmaz, teklemez..
Aynen bir ‘oyun’un tiyatro edilişi gibi, rol arkadaşının vereceği tepkiden tutun, sahne dekorundaki değişikliğe kadar hesap edilmiş ve daha önce prova edilmiştir. Birkaç sıra dışı gelişmeyi de, yılların tecrübeleriyle bezenmiş usta bir aktörün spontané-kendiliğinden kattığı hoş bir şey sayarsanız, alın size Muhsin Ertuğrul elinden çıkma bir (Molyer) uyarlaması… Yahut buyurun seyredin, işte ‘yanlışlıklar komedyası’.
‘Başkası’na ‘çay paydosu’ diye gözüken boşluklara, ‘entracte-perde arası’ tabirini kullarım.
Hoş, bu perde araları bile, aşağı-yukarı aynı diyalog ve koşuşturmalar arasında geçer. Özetle, ‘Balzac’ın baloları “Kestirmeden bir dünya” görmesi gibi, konfeksiyon atölyelerini perdeye uyarlanmış bir oyun gibi seyrederim.
Tabii, (Şekspir) seyrederken duyduğunuz; “Bana bir şey söyle!”-“Ne söyleyeyim Efendimiz!” gibi can alıcı, “Vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz!” kadar üstün bir diyalektik, “Gömdüğün kimdir?”- “Bir ölü!” cevabı kadar saf ve hakiki diyalogları bu dünyada duymayı beklemek çok zordur.
On altı yaşında bir sabah oturduğu dikiş makinesinden, akşamüzeri otuz dört yaşında kalkan ve sadece çalışıp para kazanma amacında olanından, ismi ‘vesikalı’ olup da vesikası olmadan çalışanına kadar yüz çeşit ayrı tipe rastlamanız mümkündür bu âlemde!
İşin bir yönü vardır ki; sahneye benzetişim bu yüzdendir:
Her şey göz önünde olur. En zarif tebessümden en fahiş bakışa kadar bütün olanlardan herkesin haberi vardır. Öyle ki, ‘dedikodu’ denen illet bu dünyaya zor-şer, güç-bela, ara-sıra dadanır ve herkes, herkesin ‘nidüğünü ve nasılını’ ama az, ama çok bilir!
Nasıl bilmesin?
Bu ‘Hisseli harikalar kumpanyası’nın içindeki herkesin kendi isminden başka, bir de (rol)ünde kullandığı ismi vardır; Çünkü evine ancak uyumak için gidebilen bu insanların geri kalan hayatı işte bu acayip dekorun paravanları içinde geçer.
Böyle olunca da, kendi özel isimlerinden ziyade, hal ve hareketlerinden tüten yansımalarının ‘kulp’ları, yansımaları kullanılır.
Birkaç istisnası hariç-ki benim ‘sürttüğüm yerlerde bu ‘ben’ oluyorum- sahnenin bütün oyuncuları Arabesque müziğin tutkunudur yahut kendilerini öyle zannederler.
Yedi yaşındaki bir kız çocuğuna ‘Hastahane önünde incir Ağacı’nı söyletmek ne ise, bizim konfeksiyon ahalisinin bu müziği kana kana içinde duyması, duya duya kendinden geçmesi, yana yana gözlerini bayması odur! Bir ezilmişlik, geride bırakılmışlık, başaramamışlık duygusu..
Bir hal! İçinden çıkılmaz, çıkılsa, yaşayacağı bir şey kalınmaz bir aşağılık psikolocyası..
Hiç kimseyi sevmemiş, sevgilisi olmamış, (platonik)te olsa içinde hiçbir kıpırtının bulunmadığı on yedi yaşındaki bir gencin “Topraktan bedene can veren Allah bana da yaşama ümidi ver” i duyduğunda ütüsünün paskarasına ‘Ya benimsin ya toprağın!” narasını patlatırcasına yumruğunu vurması, bundan gizli bir haz duyması, ‘ağabey’lerine öykünmesi, bunu bir adet bir (ritüel) saymasının psikolojik temeli, esasında bir ‘hiç’in, hiçliğin sembolüdür; bir cul-de-sac-Çıkmaz sokağın!
Müslüm’ü dinlerken kafalarını masalara vuran birçok kimseyi hayret ve dehşet duyguları ile seyretmişimdir. Müslüm, bir arkadaşımın dediği gibi; “Uçurumun kenarına gelmiş bir kimseye son tekmeyi vurandır!”
Müslüm ve diğerleri!
Ağlayan yeğenimi susturmak için “Bak adam nasıl ağlıyor!” diye çocuğunun dikkatini başka bir yere çekmeye çalışan kız kardeşimin, Ferdi Tayfur’u bir cümlede özetlemesinin şiiriyetine bayılmışımdır hep.
Başlar önde, sırtların kamburu çıkmış, yüzler soluk; artık karışmıştır ki, bu müzik mi bunları bu hale getiriyor, yoksa halleri bu müziği mi davet ediyor?
Ama “Orhan’ın sazı başka!” diye onu diğerlerinden ayırmaya çalışanların hali ise komiktir.
“Batsın bu dünya!” Aynen!
“Şaşıran ben miyim?” Ben miydim, yoksa bu alemin insanları mı diye düşünmedim değil ?
Bin türlü keşmekeşi bir tarafa, hemen başınızın üzerindeki koca koca hoparlörlerden akşama kadar, sabaha kadar, içiniz alt-üst olana kadar bir kusmuk deryasında –ölmemek üzere- batıp çıkana kadar, size hiçbir şey düşündürmeyene, kendi kumundan içirene kadar arabesk müzik!
“Gebermeyecek, dinleyeceksin!”
İşte böyle bir dünya-konfeksiyon ve onun can damarı, tetikleyicisi arabesk..
‘Mersin’li İsmail’i tanımadığınız için alay edildiğiniz, Hakkı Bulut’u sevmediğiniz için küçümsendiğiniz, ‘Erol Budan’ denen birisinin varlığından haberdar olmadığınız için garipsendiğiniz, yalnız bırakıldığınız bir alem, bir (klan), bir mezhep, bir örgüt, bir vakıa!
Alev Alatlı’nın rüyasındaki plazaları saran ve bir vakit sonra oraya yerleşenler işte bu âlemin insanlarıdır, ‘varoş’larda yaşayanlar..
Onların Mars’tan gelmediğini, bu memleketin bir yüzü olduğunu kabul etmek ne kadar hazin olsa da, bu böyle.
Sosyolojik temelini azıcık kurcaladığınızda ise, beğenmediğim-beğenmediğimiz bu insanların kendilerinden üst kademede yaşayan –‘kast’mı demeliyim?- kimselere benzemeye çalışırken iki arada- bir derede kalıp, kendisine sunulan neyse onu peşin kabulle içine sindirdiği ve sonunda ortaya böyle karışık bir manzara çıktığı görülür… “Ala!”

“Ne olursa olsun, bari şu Latif Doğan’ı dinlemesek?” diye geçirdim o gün sabahtan öğleye kadar bu düşündüklerim ardından..
Şair’in ‘Bana Marsilya sokakları kadar yabancı!’ dediği gibi, belki birçoğunun ‘kapı komşum’ olan bu insanların bana ne kadar ‘yabancı’ olduklarını içlerine karıştığım bu konfeksiyon sahnesinde sezdim.
Müslüm’le aynı fikirde olacağım ölsem aklıma gelmezdi;
“Bu benim meselem-derin meselem
Ezelden ebede giden meselem!”
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÖLÜM - 8
L’ENTRACTE- PERDE ARASI
Ustabaşı Erol’un ‘Adamım ne haber!’ lerini duyamadığım bir sabah Özlem’i ikaz ettim saatine bakması için. Gözleriyle “D’accort- Tamam!” işaretini verdi ve her zaman ki gibi etrafında 360 derece dönüp “Çay paydosu!” diye bağırdı Ermeni güzeli..
Bilmem kaç desibeldeki o tınılar “entracte- perde arası” diye çalındı kulağıma. Arasıra “Ya sen ol Müslüman, ya ben olam Ermeni!” diye takıldığım Şef Özlem hanım, etrafıma çektiğim görünmez ronce artificielle-dikenli tel’leri aşabilen nadir kimselerdendir. Bana içten içe bir vefa borcu var gibi bir hali vardı yahut ben öyle tasavvur ediyordum; çünkü, ‘kızların başına’ gelmiş olan ‘yeni şef’i ilk başlarda kimse –ama hiç kimse- kabullenemedi.
İki gün önce –benim yüzümden– bir kaza atlatan ve dün işe gelmeyen Vesile, bugün tekrar gelmişti. Yüzünde bir solgunluğu, bir tuhaflığı sezdim ama bunu geçen günün, o kara büyü’nün bir izi saydım..
Yemekten sonra her zaman ki yerimi tutmuş içimden ‘Bodler okumaları’ yapıyordum sigaramı bir hayal kurar gibi tellendirirken.
“Sirozlu bir ihtiyar kadının meşum mirası
Güzel kupa oğlanı ile maça kızı
Konuşuyorlar, tekinsizcesine, aşklarından”

Deyip gözlerimi dış kapıya çevirdiğimde, yüzünde demi jour-zayıf ışık’larla süzgün Vesile’yi buldum. Bir kedi kadar zarif, bir bıçak kadar keskin, bir o kadar da bezgin ve denizler kadar suskun geçip gideceğini sandım ama bir yanına yaslandığım iç kapının diğer yanına esrarlı esrarlı yaslandı.
Benim şaşkın bakışlarım altında iki elini birbirine bağlayıp gözlerini ayakuçlarına indirdi ve öylece durdu. La-bas-orada, öyle mahcup, öyle titrek, öyle kuvvetli görünüyordu ki, dağarcığımdaki bütün kelimeleri alaşağı edip beni bir ‘bilinmez’ e itti.
Düşündüm!
Bir kimsenin – neredeyse- hayatı, böyle bir zaafın ellerindeydi ne garip?
Düşündüm!
Bu nasıl bir kuvvet ki, bütün gücünü bir zafiyetten alıyor?
Düşünemedim sonra, ezberlerimin tekrarına sığındım;
“Ey kent, ağır, karanlık, nezleye tutulmuş sen
İster hala uyuyadur yataklarında sabahın
Akşamın altın perdelerinde gez istersen”

Yüzündeki bir çizgi, bana şairin “Biliyorum ki biricik asalettir ızdırap” deyişini ilham etti. Böyle tuhaf bir ruh haliyle sendelerken birkaç kişi daha geldi oraya. Onların ‘caf cafları’ Vesile’nin suskunken konuşurluğunu bozdu haliyle.
Etrafımızdakiler konuşurken ve biz onlarla meşgul müşüz ‘gibi’ davranıp dururken içlerinden birisi diğerine “Sende nişanlının her dediğini yapıyorsun!” dedi. Ve o anda hiç beklemediğim –kimsenin beklemediği- bir şey oldu. Vesile söz sanki kendisine söylenmiş gibi cevap vermek için öne atıldı. Böyle ani davranması bir yana, sanki o sözü ben söylemişim gibi döndü, simsiyah gözlerini gözlerimin ta içine değdirip ipekten bir ses tonuyla:
“Le fou de l’amour- Aşkın ateşi! İnsan sevdiğinin dediğini yapmaz mı? Benim sevdiğim olsa ona ‘Git kendini tavandan aşağıya at!’ derim” dedi ve işyerinden içeriye doğru süzüldü, gitti.
Edith Piaf’ ın ‘Padam’ isimli şarkısını bir dua gibi dilimden düşürmeyişimin Vesile’nin o gün ki ses tonunu unutmamak içindir; neyi unutmayacağımı unutmamam için!
“Padam. Padam. Padam…
ll arrive en couront derriere moi:
Arkamdan koşarak gelir.
Padam. Padam. Padam.
ll me fait le coup du souviens toi:
Bana zorla hatırlatır..”
BİR MELEK 2
Herkesi, yok yok herkesi değil de, bazı kimseleri öyle kolay tarif edemezsiniz.
Bazı kimseleri bir coğrafya dersindeymişçesine rahat ve çizgilerini olabildiğince hoyratça ifadelere döküp, bazılarını ise geometrik birkaç çizginin yardımıyla anlatırsınız ve çoğu kimseyi de bir başka kimsenin çizgilerine benzeterek…
Öyle kimseler vardır ki; onları tarif için kuracağımız cümleler, ne kadar sanatlı anlatım, bizde, anlatamadığımıza dair bir his bırakır. Buruk bir his.
Böyle ayrıcalıklı yüzleri tarif etmeye çalıştığımda aradığım kelimeleri bir türlü bulamam; bulsam, bulduğum vakit onları harcamağa korkarım. Çünkü zannederim ki, bulduğum kelimeler bir süre sonra -bir çiçek gibi- solacak, kuruyacak ve ifadeye döktüklerimle birlikte “o yüz” ü de sarartacak! Bende böyle bir zorluğu-tarif edememeyi barındırdıkları için mi bilmem, hep bir “his” olarak kalırlar!
His!
Mesela annem! Tek kelimeyle şöyle derim:
“Izdırab!”
Onun yüzünü hatırlarım; gözlerinin karasını, sarı benzini, düzenli uzun beyaz dişlerini, ellerinin titrekliğini, size sükunet hissi veren bakışlarını vs.
Ama bunlar bana tek kelimede, bir hissin, onu gördüğümde yahut düşündüğümde beni istila eden bir hissin yumağı altında tek kelimeye bürünürler ve “Izdırab!” derim. “Geniş ve açık alınlı, hafifçe yuvarlak bir yüz” demem!
V’ de böyle. Onu kendi kendime, kâğıt üstünde kendime şöyle tarif ederim;
“Narin!”
Bu kadar! Yüzünün tüm hatlarından hissin kelimeye dökülmüş halidir bu; “yaralı” bir haldir de diyebiliriz.
V… Mütebessim bir çehre. Bu çehreye kuvvetini, o cezbedici kuvvetini veren esasında ne tebessümü, ne gözlerindeki derinlik, ne de bu dünyaya ait olamayışın hüznü. Sayacağım her şey, her biri, bir bütünün parçaları olsa gerek?
Hiçbir yapmacık eda, gereksiz bir zorlama, o bulunduğu halin dışına çıkma gayreti olmayan bir le visage- yüz!
Benim için böyle!
Her zaman derim; “Bugün ki aklımla dün’de yaşasaydım!” Bu olmaz, olamaz.
Böyle olunca, böyle bir hakikati buz gibi hissedince Marsel prust gibi geçmişin o canlı, o taptaze anlarını yakalamaya çalışırım. Düşünür, kritike ederim, kendi kendime cevaplar verir ‘şöyle söyleseydim nasıl olurdu?’ diye farz edip, evvelden yaşadıklarımı tekrar sahnelerim.
Bu ‘sahneleme’ olayı garip-tuhaf mı demeli?- olduğu kadar enteresan-alaka Çekici’dir de!
Nasıl olmasın?
İşte V!
Benim tasavvur ettiğim (dekor)un içinde durmaktadır ve ondan bana kalan intibalarıyla konuşacaktır birazdan. Söylediği ve yaptığı her şey kendisidir; ama değildir de!
Gerçi yeni bir senaryo katmam çoğu kez . O , ‘ben’ deki hatıralarıyla, yaşadıklarımla var olur; bu yüzden o kendisinin ömrünce söylemediği bir şeyi söylerken ve yapmadığı bir şeyi yaparken kendisidir.
Düşünce ve hayal kuvvetim sadece intibalarımdan beslenir ve onun tüttürdüğü edaya şekil verir ancak. Bu farz edişlerim, sanki şuuraltımın gün yüzüne çıkışı gibi gözükür bana. Nasıl rüyalarda her şey, o âlemin, ‘olurlar ve olabilirleri’ içinde cereyan ederse V’de böyle olur, böyle gözükür.
Sizin anlayacağınız, kanaatimce dünyanın-etrafın bize dayattığı, bizden beklediği her şeyden-zincirlerden- kurtulup asıl kimliğine bürünür. Onu düşünmemle birlikte canlanıverir. İşte şimdi olduğu gibi:
Çalıştığımız işyerinin iç kapısına yaslanmış duruyor, gözlerini gözlerime dikip derinliğine çekiyor ve
“Le fou de l’amour-Aşkın ateşi! İnsan sevdiğinin dediğini yapmaz mı? Benim sevdiğim olsa, ona ‘Git kendini tavandan aşağıya at’ derim” diyor. İçeriye gitmesini bekliyorum ama gitmiyor.
Evet, demek ki uğraştıracak beni!
“Sitemini anlıyorum Vesile ama…”
“Mais, mais, mais! Ne kadar çok ‘ama’ var hayatında ha? Fark etmiyor musun?”
“Vesile!”
“Jamais-Asla ‘ama’ yı kullanmasan?”
“Ben..”
“Sen! O gün ardımdan; “Beni bağışlayın!” diyen; fakat ya sonra? Sonrası La connue-malum!”
“Evet, malum! Madem biliyorsun herşeyi, onun bir ‘hiç’ olduğunu da bil. Biliyorsun da! Biliyorsun ki asıl mesele başka bir şey. Başka bir kişi değil. Sana nasıl eziyet verdiğimi senin acını yaşarken çekerek biliyorum. ‘Siz, sevilen’…

“Non..Non-Hayır! Bu cümlenin sonunu getirme. Hatırla, daha önce hani (7) isimli işyerinde yanına gelip oturduğum günü!

Sonra? Sonra, sanki “Nallons pas plus avant-Daha ileriye gitmeyelim” der gibi durmadan kaçtın. Kaçıyorsun. Şimdi de öyle! İşte şimdi sustuğun gibi. Si fait-Olur, hay hay..”
“Bitmiyor “ki” içine daldığım kuyular”
“Rilke’nin daldığı kuyu o! ‘gece mavisi sular eksilmiyor içimden. Ben de ‘Kuyudayım çok aydınlık”.. La parole-Laf bunlar!
Etrafına bir dikenli tel çekmişsin, bilmezsin kaç gece, kaç vakit düşündüm durdum hep. Hatta bir ara, J’avais fini-bitirmiştim. Ne yazık ki kalplerimize söz geçirmek elimizde değil. Değil mi?”
“Evet!” manasına susunca V’de bir şey söylemedi.
Nasıl da patladı bir yanardağ gibi. Benim bir şey söylemeyeceğime kanaat getirmiş olmalı ki,
- Üzülmeyin! Aşıklar için ölüm yoktur. Ölüm yaşadığımız dünyaya ait bir şeydir; aşk ise ötelere dair. Mettez cela dons votre calepin Bunu unutmayın! Sual edasına büründürülmüş cevaplara bayılırsınız siz! Dinleyin o halde:
Qui est Vesile?-Vesile kimdir?” dedi.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÖLÜM – 9
BULUŞMA
Diderot’nun dediği gibi “Şair ‘ağlıyorum’ der fakat bunu yazarken ağlamaz. Ağlama anı geldiğinde kalem elden düşer.”
Yaşadığımız şeyleri, onlar olurken, biz içinde savrulurken fark edemiyoruz. Ne vakit, ‘Yaşanmış’ olurlar ve biz bir başka halin içine savrulmuş oluruz, işte o an her şey –her görünmeyen şey- sanki bir kör noktanın belirivermesi gibi bize o ‘gerçek’ dediğimiz yüzünü gösteriverir.
Fırtına dinmiş ve savruluşlarımızda fark edemediğimiz birçok ‘gerçek’ yüzündeki peçeyi indirmiştir.

Artık ismini anmak istemediğim değersizin biri, nihayet ‘Bir sengine yekpare acem mülkü fedadır!’ dediğimiz İstanbul’a gelmiş ve geldiği günün ertesi günü için bir buluşma ayarlanmıştı.
O Cuma günü öğleye kadar çalıştım. Vesile’yi sadece iki buçuk aydır tanımama rağmen şairin “Öyle çok ki hatıram, sanki bin yıl yaşadım!” deyişinde hissettiğimi hatırlıyorum o gün.
Nasıl hatırlamam? Öğle üzeri işi bırakıp alelacele işi bırakışımı seyreden gözlerini ve benim yolda ‘Kaçmazlar hiçbir zaman kör talihlerinden ve niçin bilmeksizin daima derler gidelim!’ diye söylenip durduğumu nasıl hatırlamam?
Akşamüzeri saat beşe kadar şurada-burada oyalandım ve beşe on kala sözleşilen yere varıp alelusul bir masa beğenip yılan gibi kıvrılıp oturdum.
‘Gözlerden ırak’ bu yere daha önce birkaç defa gelmiş olduğumdan pek rahatsızlık çekmedim ve sigarama katık diye bir çay söyledim. Hiçbir şey düşünemediğimi ve sadece beklediğimi hatırlıyorum. Ve giriş istikametine ters oturduğum halde onun ayak seslerini tanıyabildiğimi.
Saat sekiz olduğunda ‘meselelerden’ konuşuyorduk hala!

Konuya nasıl başladığımı bilmiyorum ama aniden Vesile’den bahsettiğimi hatırlıyorum.
Onu uzun uzun anlattım. Ona dair birçok şeyden -hatta bazı tokalarının renklerinden bile– bahsettim, onun hiç ses çıkarmadan dinlediği, bunları anlatırken benim bir çocuk kadar heyecanlı olduğum, onun gözlerindeki karanlığın daha bir koyulaştığı, garsonun bana çay getirmekten bıktığı- bu arada adisyon’un dolduğu- saçlarımın uzunluğunun bir başka masadaki kızın dikkatini çektiği ve kuru pasta yediğimiz inanın doğrudur.
Benim onu sevdiğim, onun beni sevdiği, garsonun bizden bıkmadığı, gözlerimin Vesile’den başkasına baktığı, hesabı öderken içimin cız etmediği, oturduğumuz café’nin tenha olduğu yalandır.
“Artık geç oldu kalkmak lazım’ görüntüsüne girdiğimiz demlerde birden şöyle dedi:
“Bu işin adını koyalım!”
“Allah’ın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok!” deyiminin herkesçe anlaşılan manasınca anladığımın uzun uzun izahına girmeyeyim şimdi. Bir ‘gerçekten’ sözünün arkasında ‘mahsuscuktan’ bulacağını nereden bilebilirdi benim her şeye kanmaya hazır aklım?
Anlayamadığım, şimdi, yaşadıklarımı düşündüğümde nasıl bu kadar kör olmayı başarabildiğimdir. Gözümün önündeki bir yalana hakikat diye nasıl tutunmaya çalışmış nasıl bu kadar aptalca bir vaziyetin içine düşmüştüm?
Hala doğru-dürüst bir cevabını bulabilmiş değilimdir; belki bir büyü vardı? Belki kaynatılmış bin bir kurbağa gözünün buharı, derin mahzenlerden daha karanlık bir çatı katında bilmem hangi ayinlerden miras bir havanda dövülüp toz haline getirilmiş ve tanecikleri gözlerime serpilmişti kim bilir?
Serpilmişti de, ‘Vesile’yi görür-görmez bütün büyü bozuluvermiş ve büyücünün kalbini bir anda ‘simsiyah’ edivermişti.
O akşam, ‘Sana bir şey söyleyeceğim’ deyip durdum ama benim söyleyeceğimi başka bir şey zanneden la nullite – değersizin biri “ Hayır, hayır!” deyip iki de bir susturdu beni.
Arkasından bakarken Bodler’in bir şiirini değiştirerek söyledim;
“Sen ey sevmek istemediğim, sen ey bunu bilen!”
“Şirin evler kalmasın!” dedi minibüsçü. Aşağı indik, kalmadı.
SIKINTI
Geçen gün durmadan Camus’yü okuduğumdan mıdır nedir, bir sıkıntı ile uyandım. Şairin sıkıntısını bir kâğıda karalaması gibi zihnimde bir şeyler çiziktirdim kahvaltı bitene dek. Sanki belirli bir saatte işyerinde olmam gerekmiyormuş gibi, ağır -durgun mu demeli?- hareketlerle evden çıktım.
Hoş iki günde bir saat dokuz buçuk - on gibi işyerine varıp on paydosunun ardından çalışmaya başlamayı adet edinmiştim. Kimse bir şey sormuyordu bende söylemiyordum. Bir vakit sonra bu durum normal karşılanmaya başlandı herhalde? Meğer akşamdan kalma âlemcilere benzetilirmişim de haberim yokmuş. Eh serde Don Juan’lıkta vardı ve ancak böyle bir meziyet eklenebilirdi ‘çapkın’ lakabıma.
Pek haksızda sayılmazlardı iş arkadaşlarım. Gerçekten akşamdan kalmaydım ama akşamleyin zannettikleri gibi ‘ağıma’ düşürdüğüm bir kenar mahalle dilberi yerine Alfred de Musset’den birkaç mısra; tek hayali ailesinden ayrılmak olan bir konfeksiyon kızı yerine Yunus Emre’den bir şiir ziyafeti; devamlı ‘ne yapıyor?’ diye beni gözetleyen bir komşu kızı yerine Jan jak Russo’dan ‘itiraflar’; velhasıl ‘nataşalar’ yerine onların memleketlisi Fiyodor Mihayloviç; ‘geyşalar’ yerine ise Akira Kurosava düşüyordu ağıma; olmadı Genç Verter’in acıları!
Ağıma düşenlerin onların umduğu olmadığını, böyle değersiz (!) şeyler ile uğraştığımı bilselerdi, biliyorum ki bütün ‘popülaritem’ bir anda kaybolacaktı.
Aheste adımlarla işyerine vardığımda ‘perde arası’ nda buldum herkesi.
Bankların üzerinde oturmuş dalgın daldın etrafına bakan Vesile’yle bakıştık etrafın bakışlarından sıkılarak. Özlem, Hüseyin ve İsmail’den başka kimse hatırımı sormadı. Benim de pek umurumda olmadı.

Sonrası aynı; ‘Afrikalı Ali’ denilen bir Türk’ün durmadan gevelediği ve benim nedense anlamakta zorlandığım bir şeyler… Lakabının hakkını veriyordu doğrusu; ancak Afrikalı bir yam yam kabilesinin kültür zenginliğine ve konuşma seviyesine sahipti. Üstüne üstlük bu zenginlikten bizlere pay verecek kadar cömertti bu şahıs! Özne, virgül falan filan…
Sonrası da aynı; gelsin di arabesk müzik.

İngilizlerin beş çayını dörtte içtiklerinden haberdarlığımızdan mıdır nedir, biz de dörtte çıkıyorduk çay paydosuna. Erol, Özlem’den önce bağırdı;
“Antrakt!”
Bendeniz her zaman ki yerime doğru ağır ağır kendimi sürüklerken Vesile’nin de ardımdan geldiğini hissettim. Ablası dışarı çıktı o, yanıma geldi. Ağzımdan çıkacak birkaç enteresan kelimeyi sabırsızlıkla bekleyen iki kız daha demir attı bu ‘Yalnızlar Rıhtımı’na. Vesile yanındaki kız arkadaşının sigarasını aldı ve “Kül falına bakalım!” dedi.
Külü avuç içine döküp diğer eliyle üzerini kapadı. Ardından ellerini açıp çıkan şekli ‘yormaya’ çalıştı:
“O harfi çıktı! O! Allah Allah, o, ne manaya geliyor acaba?”
Avucuna doğru eğilip baktım ve hayretler içinde ‘tabir’ in doğruluğunu gördüm. “O!”
BİR MELEK 3
Artık onu bir daha göremeyeceğimdir! Belki görebilirim de?
Ararım hep:
Bir kaza haberi duyayım heyecanlanırım ‘Acaba o mudur?’ Filanca şov programını mı seyrediyorum, ne formatı, ne söyledikleri umurumda olmaz. Mühim olan alkış tutan seyirciler arasında mıdır değil midir? Bıkmam da bundan..
Bir Miting kalabalığından tutun, bir mağazanın açılışında ki defileyi seyretmeye gelenlere kadar herkesin yüzünü tek tek arşınlar, inceler, ararım. İşim- gücüm unefée - bir peri kızının yüzünü aramak, onu görebilmeyi umut etmektir.
Onu görmüş olsam ne olacaktır? Bilmiyorum?
Bildiğim, bir daha görememiş olmakla yaşamanın ne kadar zor olduğu.
‘Artık onu bir daha göremeyeceğimdir!’ ve ‘Belki görebilirim de’
Benlen, durmadan uğraşacaktır-yine-hep o yokuş üzerinde. Büyük kapıya yaslanmış bir şekilde bana bir şey soracaktır.
Ve bu sefer başka bir cevap vereceğimdir. Bazı vakitler bunu unutup hadiseyi olduğu gibi hatırlayacağımdır.
Hep o ‘kapı’nın önünde olacağızdır; bir türlü başka yere gitmeyecek, başka bir mekân tasavvur etmeyeceğizdir. Elle-o bir şey söyleyecek, ben de, sırf sesini duymak için dikkat kesileceğim ve bu sırada yüzünü görmeye çalışacağım.
Ha, bir de, uzaktan uzağa bakışacağızdır. Ne demişti?
“Sual edasına büründürülmüş cevaplara bayılırsınız siz! Dinleyin o halde:
Vesile kim’dir?”
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÖLÜM – 10
LE RICTUS – SIRITMA
Bu başlık her iki manasına, gülmenin bir nevi adileşmesindeki ‘sırıtma’ manasına ve yerinde olmayan, uygun düşmeyen bir şeyin ‘ayrıksı’ gözüktüğünde kullandığımız manasına.
Ha, birde, sürdürülen bir ‘oyun’ un foyasının ortaya çıktığı vakit bizi istihzaya davet eden ‘sırıtışı’ manasına da.
Günlerden bir gün olan Pazar günüydü. O Pazar çalışma olmasına karşın işe gitmemiş Mine’nin acil görüşme isteğini ‘çalışmamaya’ vesile etmiştim.
Onu ilk gördüğümde dişlerini fırçalamadığından psikolojisinin yerinde olmadığını anladım. En az iki gündür fırçalanmayan o dişlerin bana söylediklerini onun duyduğunu-duyacak halde olmadığını biliyordum.
… ’den –gözden!- göz önünden uzak bir semte gitmek için (tramvay)’a bindik.
Cebimde üç-beş kuruş olmasına rağmen “Ben de akbil var!’ı duyduğumda hiç de gocunmadığımı dünya-âlem’e itiraf edeyim.
Aksaray’a kadar ne kadar anlamsız şeylerden bahsettik ki, şimdi bir kelime dahi hatırlamıyorum. Ve bundan çıkardığım ders, bunu böyle yaşamış-yazmış olmaktansa ‘Aksaray’a hiç konuşmadan vardık!’ ı yaşamak gerektiğidir.
Aksaray’dan yukarıya doğru yürüdük, yürüdük. Havadan sudan konuşmalar yapıyordu ama ben, içten içe ‘Acaba ne var? Ne oluyor?’ diye düşünmüyor değildim hani.
Sonra Çorlu’lu olan Ali Paşa’nın, şimdi yazar-çizer eşrafının takıldığı çay ocağı olan medresesine varıp içeriye daldık.
Çaylar gelip giderken ve sigaramın dumanıyla havaya hep ‘V’ harfini çizerken birden öyle bir şey söyledi ki, buraya yazmam mümkün değildir. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki; ömrümde bu kadar bilgisiz-cahil bir kimseye rastlamadığımı hafızamı hiç zorlamadan, dilim hiç burulmadan söyleyebilirim.
Sonrasında Bir daha görüşmememiz gerektiğini söyleyip birden ağlamaya başladı.
Rüzgârsız günündeki İstanbul Boğazı kadar sakin “Tamam, görüşmeyelim!” dediğim de ise ağlamasını kesip aniden o çok şaşırdığım şey oldu. Bir rictus-sırıtma’ya tutuldu.
Şunu söyleyeyim ki karşımdakinin bir psychose-ruh hastalığı içinde olduğunu anladığımdan fazla konuşmadım ve ‘ne yapacak?’ diye merak ederek bekledim.
‘Şu fani hayatında kaç insan hasta bir ruh doktoru ile tanışabilir; tanışsa, hangisi benim bulunduğum bir durumda olabilir?’ diye düşünmedim.
Onun şu fou rire-tutulamayan gülme’lerine bakıp öylece bekledim. Arada ne kadar ağladı ve tekrar ne kadar sırıttı bilmem ama çayımın buz gibi oluşundan en az, bir on dakika geçtiğini söyleyebilirim, söyledim.
Gözyaşlarına sahip olabilen kimselere mel’un denildiğini biliyordum, o benim bunu bildiğimi bilmiyordu. Sonrası daha ilginç;
“Biliyorum ki senin kadar iyisini bulamayacağım!” dedi.
Bu benim de bildiğim bir şeydi. Acaba bilmediğim bir şey söyleyecek mi diye bekledim; söyledi:
“Şu kapıdan çıktıktan sonra ömrüm boyunca pişman olacağımı biliyorum!” falan ve filan.
İlesam’dan dışarıya çıktık ve aşağıya doğru yürüdük.. Arada, şu ‘Cricket’ çakmaklardan aldığımı hatırlıyorum mavi renkli. Başka? Rien-hiçbir şey!
Daha önce benle görüşmek istemeyen hiçbir kimse ile tanışmadığım için, onunla bir daha görüşmemek için nerede ayrılacağımı kestiremedim.
Gideceğimiz semt aynı olduğu için mi bilmem, aynı tramvay’a bindik. Onun bana söylediği bir sürü şeye karşı hep suskunluğumu korudum. Ta ki, beni o dehşete düşüren sözleri söyleyene dek:
“Benim kalbim simsiyah!”
Artık bir laf paralamanın zamanı geldiğini anladım ve bir Romancı edasıyla;
“Senin kalbin nasır tutmuş” dedim.
Arkasından bakarken kalbimi yokladım; açık yürekle, saklamaksızın söylemek isterim ki içimde Allah’a şükretmekten başka hiçbir hissin varlığını duymadım. Şükrettim. Şükür.
L’ETOFFE D’UN ROMANE – BİR ROMANIN KONUSU
“Bir romanın konusu” yahut ‘Etof’un ‘doku’ manasına da geldiğini düşünerek- hesap ederek ‘Romanın içine işleyeni’, onu ‘oluşturan ağ’ı. İçine işlemiş olanı.
Tabi ki ‘Vesile!’
O gün Mine’nin yanından ayrılır ayrılmaz, hemen işyerine gittim. Yolda nasıl heyecanlandığımı, nasıl koşa koşa gittiğimi anlatamam. Anlatırım da anlatacağım her kelime beni inkar eder ifadeye dökemeyeceğimden.
Herkes paydos etmeye yakın gelmemi -hem de Pazar günü- önce tuhaf buldu ama benim zaten ‘tuhaf’ birisi olduğumu hatırlayıp ses etmediler.
Gözlerim ve kalbim Vesile’yi aradı ve bulamadı. ‘Demek oda gelmedi bugün?’ diye bir şüpheye sarılıp kimseye ses etmedim.
Ve ertesi gün öğrendim ki bu işyerinde Vesile isimli birisi hiç bir zaman çalışmamış.
Balzac’ın ‘görünmez bir elin dokuduğu o tezgah’ diye tarif ettiği ‘Kader.’
Herkesin bir anda işlerini bırakıp bana acaib bir gözle baktığı o demde ve arkadaşımın kolumdan çekerek “Beni bırakıp nereye gidiyorsun?” deyişinin şaşkınlığı cebimde işyerinin çalışma kartını masanın üzerine bırakıp kimseye tek kelime edecek mecali kendimde bulamaz bir halin içinde dışarıya çıktım.
O günün tarihini hatırlamaya çalıştığımı hatırlıyorum.
18 Nisan 2006 öğleden sonra.
Gözlüğümü çıkarır ve cebime yerleştirirken Bodler’in söylediklerini yazdığım ve o gün Vesile’ye vermeyi düşündüğüm kâğıdı okumaya koyuldum;
“Sizi unutmak elden gelmez. Bütün bir ömür boyunca, sevgilisinin hayali üzerine gözlerini dikerek yaşayan şairlerin bulunduğunu söylerler.
Sanırım, bağlılık dehadan bir parça sayılır. Siz, sevilen, hayal edilen şeyden çok üstünsünüz bence.
Siz benim inancımsınız. Bir budalalık yapmaya göreyim hemen: ‘Ya o duyarsa?’ derim.
İyi bir şey yapınca da ‘İşte ona yaklaştım!’ derim- tabi ruh bakımından.”

Vesile kimdir !
17 Ocak 2007
Fatih Turplu
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
kardelen.gif

Abdullah b. Zeyd el-Ensarî r.a., Hz. Rasulullah s.a.v. vefat ettiği zaman bahçesinde çalışıyordu. Oğlu gelerek vefat haberini söyleyince ellerini açıp: “ALLAHım benim gözlerimi al da O’ndan sonra hiç kimseyi görmeyeyim.” diye dua etti. O an gözleri kapanıp görmez oldu.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
“Kim ALLAH’a ve Rasulü’ne itaat ederse, işte onlar ahirette ALLAH’ın kendilerine özel ihsanlarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacaktır. Onlar ne güzel arkadaştır! Bu ALLAH’tan bir ihsandır. Her şeyi bilici olarak ALLAH kâfidir.” (Nisa, 70)
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Ölen bedenindir, aşıklar ölmez, dervişler ölmez…
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
omerturbe.jpg



BAK / GÖR


Muhabbet, adab-ı muaşeretten,
Kemmiyet ne, haber ver keyfiyetten
Başımıza gelen hep cehaletten,
Aç kitabı bak, bak neler yazıyor

Haya duyar veli, ol kerametten,
Dem vururlar, merkebi hürriyetten
Cevap vermez cahile nezaketten
Gir içine bak, bak neler görüyor.

Bedenleri pis kokar necasetten,
Mahrumdur idrakleri ferasetten
Alırlar emri şeytan-ı lanetten
Kır kafayı bak, bak neler çıkıyor

Ateşte ten yanar hep hararetten
Tabisin imtihana cesaretten,
Cevapla onları Kısakürek’ten
Çiz fikrini bak, bak neler eriyor

Salahaddin, ayrılma adaletten
Uzak durma asla, hak hareketten
Taarruz edersen can-ı yürekten
Gör atiyi bak, bak neler oluyor!


Salahaddin ŞERİF
-keyfiyet-
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
http://www.mukaddim.com/misal.html

Copyright © Mukaddim



Fatih Turplu

MİSAL

-”Mecaz hakikate köprüdür!”-

Hikâye ve roman yazarları eserlerini ortaya çıkartırlarken, bu hummalı faaliyetleri esnasında zannediyoruz hep bir fikrin baskısı altındadırlar. “Bir yazarın içinde kitap varsa, onu kimse tutamaz!” diyen Faulkner, bize bu halden bir misal verir!

‘Hikâye ve roman yazarları’ demiştik; hele ki romancılar! Onlar, düşündüklerini bazı vakitler bir genç kızın edasına söylettikleri gibi, bunu, bazı vakitlerde ise ölüm döşeğindeki bir adamın çırpınışlarına emanet ederler…

Okuduğumuz, seyrettiğimiz karakterler çoğunlukla bir misaldirler ve bu misaller ehlince dile getirildiğinde pek kuvvetli-gerçekçi olurlar; tabiri yerinde ise bunlar misale bürünmüş fikir yahut fikre bürünmüş misaldirler…

Hayali misaller! Kuvvetini gerçeklikten alan ve hakikate yaklaştığıyla dirilip canlanan bu karakterler, bize, öyle zengin intibalar verirler ki, onlar bizlere, kapı komşumuzdan yahut Balzac’ın dediğiyle “Dünya’ya sırf kalabalık etsin diye getirilmiş adamlar”dan daha gerçekçi görünürler. Ama nasıl öyle saymayalım? Okuyucuyu tenzihen fakat cesurca söylersek, nadiren de olsa bazı sabahlar aynalara tesadüf ettiğimizden kendimizi “var” sayıp “hayatta” addetmiyor muyuz?

Oysa bir Raskolnikov çektiği vicdan azablarıyla -bize nisbetle- ne kadar canlı ve hala dipdiridir!

Bahsettiğimiz misallerin gerçekliği, dikkatimizi içinde bulunduğumuz cemiyete doğru yönelttiğimizde daha da beliriyor:

Hangi intihara kalkışanımız Şotov misali azablar ve çıkış yolları arasında kıvranmış ve savrulmuştur? Müdahale etmemizin kendimiz için tehlikeli olduğu; fakat görmezden geldiğimiz zaman canımızı emniyete almış olacağımız bir hadise ile karşılaşmış olsak Hugo’nun Jan val jan’ı gibi çekinmeden müdahale eder miydik? Balzac’ın Lizbet fişer’i gibi bir kıskançlık abidesine de rastlamayız hiç! Çoğu defa hiç kaale alınmayacak mevzulardan duyulduğunu görürüz bu kötü hissin! Ya bağlılıklarımız? Yine Balzac’ın Ektor Ülo’su kadar olsun, onun yanlış bir iş peşinde gösterdiği dirayete varamıyor ne yazık ki!

Alaya alışlarımız dahi roman dünyasının gerçekliği yanında pek silik kalır… Gog’da rast geldiğimiz ironik yaklaşımların hakikate yakınlığı ile hepimizin aynı tondaki yaklaşımlarını ayrı ayrı kefelere koyup tartalım isterseniz?

Ya ümid edişlerimiz, sabrımız? Dümo’nun Dantes’i, nam-ı diğer Monte Kristo Kontu, sabrı, ümidini hiç kaybetmemesi ve en sonunda intikamını almasıyla ne kadar şahane bir misaldir!

“İcatçı bir hayat taklidi” olan romanın, mevzuunu ve misallerini çoğu zaman içinde bulunduğumuz hayattan alıyor olmasına mukabil öyle bir “taklid” tarafı var ki orijinal ve öyle hayali bir misal ki ideali teklif vasıtası.

Mesela Stanislav Lem’in romanından sinemaya da aktarılmış olan Solaris! Solaris isimli gezegende bulunan kozmonotlar orada geçmişleri ile yüz yüze gelip hesaplaşmak zorunda kalırlar… Bizler, böyle bir durumun ‘o şartlar altında bulunan kimselerin başına geleceği’ rahatlığının esiri miyiz acaba? Sanıyoruz bu karakterler-misaller yaşadığımız cemiyetin keşmekeşinden uzak tutulmak için öyle bir mekânda bu türlü bir hesaplaşmaya itilmişler… Bu aynen Proust’un müfekkire’yi bir nevi zırha benzeterek misal vermesini hatırlatıyor; Tarkovski, karakterlerini, evvela müfekkiremizin devamlı bombardıman altında tutulduğu bir zaman ve mekândan sıyırıp, kendi içlerine- şuurlarına yönelebilecekleri bir başka zaman anlayışının ve mekân sathının içine bırakıyor…

Hülasası halinde söylemeliyiz ki romanlarda geçen karakterlerin hepsi insanoğlunun bin bir türlü hallerinden birer misaldirler ve bizlerden daha kuvvetli canlı gözükmeleri -her ne kadar tamamlığa doğru daha bütün olarak serilmişlerse de!- sırf zihinde tasarlanmış olmalarından ziyade, bizim, kendimizin silik olarak gözükmemizin sebebi, eksikliklerimizin fazlalığından dolayıdır diye düşünüyoruz…

Vudi Elın’ın bir filminde gördüğümüz bir sahneyi aktarmak istiyoruz:

Filmde bir aktörü canlandıran Elın’ın flu gözükmesi nedeniyle yönetmen ve yardımcıları evvela kameraların camlarını silerler… Çok geçmeden Elın’ın kendisinin flu gözüktüğü ortaya çıkar ve film zaman geçtikçe flu- bulanıklaşan bir adamın kendi ile hesaplaşmasını ve durumunun sebebini arayan bir aktörün hikâyesini anlatır devamınca…

Misal bu ya, bazı vakitler “acaba hepimiz flu bir hale gelmişiz de, bu görünüm, “Görüntünün odak noktasına düşmemesinden doğan durum” bizlerce normal olarak algılanmaya mı başlandı?” diye düşünmeden edemiyoruz!
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
KONFEKSİYON
Memleketimizdeki şu konfeksiyon atölyelerini bir le cage-kafes’e benzetmek ne kadar uygundur bilmem ama bana, daha çok bir tiyatro sahnesi gibi gözükmüştür oralarda ‘sürttüğüm’ zamanlar.. ‘Le cage-(mecazen) hapishane!…

Orada, her şey, aklınıza gelebilecek her şey önceden kurgulanmış-düşünülmüş, roller dağıtılmıştır.
Senaryo, sahneye koyulmaya hazır bir halde sabahleyin kapıda sizi karşılar. Görünmez tekst’ler alınır ve kapıdan girerken şeffaf kostümler -ki herkesin normal hayatı dışında, orada başka bir kimliği vardır, bahsedeceğim- giyilir.
Aktörler, aktrisler ve figüranlar yerini aldığı vakit görünmez perde açılır ve gaipten-bilinmezden bir ses “Aksiyon!” demiş farz edilir, oyun başlar. Herkes rolünü ezbere bilir. Yanılmaz, şaşırmaz, teklemez..
Aynen bir ‘oyun’un tiyatro edilişi gibi, rol arkadaşının vereceği tepkiden tutun, sahne dekorundaki değişikliğe kadar hesap edilmiş ve daha önce prova edilmiştir. Birkaç sıra dışı gelişmeyi de, yılların tecrübeleriyle bezenmiş usta bir aktörün spontané-kendiliğinden kattığı hoş bir şey sayarsanız, alın size Muhsin Ertuğrul elinden çıkma bir (Molyer) uyarlaması… Yahut buyurun seyredin, işte ‘yanlışlıklar komedyası’.
‘Başkası’na ‘çay paydosu’ diye gözüken boşluklara, ‘entracte-perde arası’ tabirini kullarım.
Hoş, bu perde araları bile, aşağı-yukarı aynı diyalog ve koşuşturmalar arasında geçer. Özetle, ‘Balzac’ın baloları “Kestirmeden bir dünya” görmesi gibi, konfeksiyon atölyelerini perdeye uyarlanmış bir oyun gibi seyrederim.
Tabii, (Şekspir) seyrederken duyduğunuz; “Bana bir şey söyle!”-“Ne söyleyeyim Efendimiz!” gibi can alıcı, “Vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz!” kadar üstün bir diyalektik, “Gömdüğün kimdir?”- “Bir ölü!” cevabı kadar saf ve hakiki diyalogları bu dünyada duymayı beklemek çok zordur.
On altı yaşında bir sabah oturduğu dikiş makinesinden, akşamüzeri otuz dört yaşında kalkan ve sadece çalışıp para kazanma amacında olanından, ismi ‘vesikalı’ olup da vesikası olmadan çalışanına kadar yüz çeşit ayrı tipe rastlamanız mümkündür bu âlemde!
İşin bir yönü vardır ki; sahneye benzetişim bu yüzdendir:
Her şey göz önünde olur. En zarif tebessümden en fahiş bakışa kadar bütün olanlardan herkesin haberi vardır. Öyle ki, ‘dedikodu’ denen illet bu dünyaya zor-şer, güç-bela, ara-sıra dadanır ve herkes, herkesin ‘nidüğünü ve nasılını’ ama az, ama çok bilir!
Nasıl bilmesin?
Bu ‘Hisseli harikalar kumpanyası’nın içindeki herkesin kendi isminden başka, bir de (rol)ünde kullandığı ismi vardır; Çünkü evine ancak uyumak için gidebilen bu insanların geri kalan hayatı işte bu acayip dekorun paravanları içinde geçer.
Böyle olunca da, kendi özel isimlerinden ziyade, hal ve hareketlerinden tüten yansımalarının ‘kulp’ları, yansımaları kullanılır.
Birkaç istisnası hariç-ki benim ‘sürttüğüm yerlerde bu ‘ben’ oluyorum- sahnenin bütün oyuncuları Arabesque müziğin tutkunudur yahut kendilerini öyle zannederler.
Yedi yaşındaki bir kız çocuğuna ‘Hastahane önünde incir Ağacı’nı söyletmek ne ise, bizim konfeksiyon ahalisinin bu müziği kana kana içinde duyması, duya duya kendinden geçmesi, yana yana gözlerini bayması odur! Bir ezilmişlik, geride bırakılmışlık, başaramamışlık duygusu..
Bir hal! İçinden çıkılmaz, çıkılsa, yaşayacağı bir şey kalınmaz bir aşağılık psikolocyası..
Hiç kimseyi sevmemiş, sevgilisi olmamış, (platonik)te olsa içinde hiçbir kıpırtının bulunmadığı on yedi yaşındaki bir gencin “Topraktan bedene can veren ALLAH bana da yaşama ümidi ver” i duyduğunda ütüsünün paskarasına ‘Ya benimsin ya toprağın!” narasını patlatırcasına yumruğunu vurması, bundan gizli bir haz duyması, ‘ağabey’lerine öykünmesi, bunu bir adet bir (ritüel) saymasının psikolojik temeli, esasında bir ‘hiç’in, hiçliğin sembolüdür; bir cul-de-sac-Çıkmaz sokağın!
Müslüm’ü dinlerken kafalarını masalara vuran birçok kimseyi hayret ve dehşet duyguları ile seyretmişimdir. Müslüm, bir arkadaşımın dediği gibi; “Uçurumun kenarına gelmiş bir kimseye son tekmeyi vurandır!”
Müslüm ve diğerleri!
Ağlayan yeğenimi susturmak için “Bak adam nasıl ağlıyor!” diye çocuğunun dikkatini başka bir yere çekmeye çalışan kız kardeşimin, Ferdi Tayfur’u bir cümlede özetlemesinin şiiriyetine bayılmışımdır hep.
Başlar önde, sırtların kamburu çıkmış, yüzler soluk; artık karışmıştır ki, bu müzik mi bunları bu hale getiriyor, yoksa halleri bu müziği mi davet ediyor?
Ama “Orhan’ın sazı başka!” diye onu diğerlerinden ayırmaya çalışanların hali ise komiktir.
“Batsın bu dünya!” Aynen!
“Şaşıran ben miyim?” Ben miydim, yoksa bu alemin insanları mı diye düşünmedim değil ?
Bin türlü keşmekeşi bir tarafa, hemen başınızın üzerindeki koca koca hoparlörlerden akşama kadar, sabaha kadar, içiniz alt-üst olana kadar bir kusmuk deryasında –ölmemek üzere- batıp çıkana kadar, size hiçbir şey düşündürmeyene, kendi kumundan içirene kadar arabesk müzik!
“Gebermeyecek, dinleyeceksin!”
İşte böyle bir dünya-konfeksiyon ve onun can damarı, tetikleyicisi arabesk..
‘Mersin’li İsmail’i tanımadığınız için alay edildiğiniz, Hakkı Bulut’u sevmediğiniz için küçümsendiğiniz, ‘Erol Budan’ denen birisinin varlığından haberdar olmadığınız için garipsendiğiniz, yalnız bırakıldığınız bir alem, bir (klan), bir mezhep, bir örgüt, bir vakıa!
Alev Alatlı’nın rüyasındaki plazaları saran ve bir vakit sonra oraya yerleşenler işte bu âlemin insanlarıdır, ‘varoş’larda yaşayanlar..
Onların Mars’tan gelmediğini, bu memleketin bir yüzü olduğunu kabul etmek ne kadar hazin olsa da, bu böyle.
Sosyolojik temelini azıcık kurcaladığınızda ise, beğenmediğim-beğenmediğimiz bu insanların kendilerinden üst kademede yaşayan –‘kast’mı demeliyim?- kimselere benzemeye çalışırken iki arada- bir derede kalıp, kendisine sunulan neyse onu peşin kabulle içine sindirdiği ve sonunda ortaya böyle karışık bir manzara çıktığı görülür… “Ala!”

“Ne olursa olsun, bari şu Latif Doğan’ı dinlemesek?” diye geçirdim o gün sabahtan öğleye kadar bu düşündüklerim ardından..
Şair’in ‘Bana Marsilya sokakları kadar yabancı!’ dediği gibi, belki birçoğunun ‘kapı komşum’ olan bu insanların bana ne kadar ‘yabancı’ olduklarını içlerine karıştığım bu konfeksiyon sahnesinde sezdim.
Müslüm’le aynı fikirde olacağım ölsem aklıma gelmezdi;
“Bu benim meselem-derin meselem
Ezelden ebede giden meselem!”
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Haberlerde çuval çuval paraları götüren kodamanları ‘Alis harikalar diyarında!’ tadında seyreden-‘seyretmek’ manasına seyreden- bir milletin hazin akşamı!
Kendine, evine, ailesine, alışkanlıklarına, bağlılıklarına, ruhiyatından giydiği kösele ayakkabıya kadar küfredilip dalga geçilen, sonra da, yorganını kafasının üzerine çekip horul horul uyuyan, sabahleyin ‘uyandım!’ zannıyla, ancak sefilce bir hayat sürmesine yetecek kadar bir parayı kazanmak için işyerine giden bir güruh, bir acayip, bir ‘şey’?

güncelleme...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt