Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ar Damarı Nasıl Çatlar? (1 Kullanıcı)

hafize

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2006
Mesajlar
14,020
Tepki puanı
23
Puanları
36
Yaş
69
Konum
BURSA
Manevi varlığımızın fay hattıdır ar damarı...


Utanmaktan Utanan Bir Nesil Gelecek”

“Utanmıyorsan, dilediğini yap!” ikazını, bütün büyükler tekrarlamışlardır. Çünkü insanın en güzel süsü, utancından dolayı, yüzünün kızarmasıdır.

Efendimiz de (sav); “Hayâ imandandır” buyurmuştur.
İnsan, utanma duygusunu doğuştan getirir ama imanla korur ve geliştirir.

Bütün güzellikler gibi, utanmanın, iffetin, hayânın da kaynağı imandır ve bu sebeple de kadın erkek herkesin asıl değeri, doğru bir biçimde ALLAH’a ve ahirete inanmaktadır.
İslam imanı, bütün mensuplarını iffete ve edebe çağırır.

ALLAH tarafından her an görüldüğünü ve gözetildiğini bilen bir insan, yaptıklarından hesap vereceğini de bildiği için elbette ki kendisi için çizilmiş sınırlara uyar; nerede durması gerektiğini, nerede serbest olduğunu hep hesaba katar. Çünkü dünya hayatının sonunda kurulacak olan en büyük mahkemede, her halinden dolayı sorgulanacak ve en küçük iyiliğinin de, en küçük kötülüğünün de karşılığını mutlaka görecektir.

“O, ALLAH’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?” (Alak; 14)
“Şüphesiz ALLAH, sizin üzerinizde her şeyi görüp gözetendir.” (Nisa; 1)
“Nerede olursanız, O sizinle beraberdir.” (Hadid; 4)

Görürcesine bir ALLAH imanı ve ALLAH tarafından görüldüğüne kesin olarak inanmak, iffetli olmayı doğurur. Böyle bir mü’min, sürekli Cenab-ı Hakk’ın nazarına muhatap olması itibariyle hayâda, iffette, edepte derinleşir, kesintisiz bir temkin üzere yaşar.

Güzeller Güzeli (sav) şöyle buyurur: “ALLAH’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! ALLAH’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına alsın. Ölüm ve çürümeyi de hatırından uzak tutmasın. Ahireti dileyen, dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır… İşte, kim böyle davranırsa, o ALLAH’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.”

Ayıplanan şeye düşme korkusuyla, insanda hâsıl olan değişim, durum ve tavır, hayâdır.
İnsan bu duygusuyla, kötülüklerden ve çirkinliklerden uzak durur.

Tabii ki hayâ, kadın erkek her mümin içindir. Ancak yapı ve yaratılışları gereği, kadınlara daha da yakışan bir güzelliktir. Ebu Said el-Hudri der ki: “Resulullah (sav) çadırdaki bakire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoş olmayan bir şey görmüşse, biz bunu yüzünden hemen anlardık.” (Kütüb-i Sitte, c.17, s.609–611)

Efendimiz, hayâyı ahlakımızın özü olarak tarif etmiştir: “Her dinin kendine has bir ahlakı vardır. İslam’ın ahlakı ise hayâdır.”

Hayâ, sadece kadınlara mahsus değildir. Mesela Hz. Osman (ra), hayâ timsali olarak tanınmış bir mübarek zat idi.

Hayânın en önemli sonucu, fevkalade iffetli, edepli ve namuslu olmaktır.

Kutsal’ın olmadığı yerde, utanmak; utanmanın olmadığı yerde de, iffet, edep, hayâ barınamıyor. Yasak.çi bir bakış açısından, sağlam bir ahlak, edep, hayâ, iffet anlayışı doğmuyor.

İşte bu yüzden, ülkemizdeki din eğitiminin perişanlığına bakarak, Rahmetli Necip Fazıl, bundan yarım asır önce, “Bu gidişle, utanmaktan utanan bir nesil gelecek!” demişti.

“Kur’an’ı Kapatın, Kadınları Açın!”

Tabii ki, insanın yaratılıştan getirdiği duygular, kolay kalkmıyor ortadan. Hele de arkasında onu desteklemiş, derinleştirmiş bir altyapı ve asırlara dayanan köklü ve benimsenmiş bir birikim varsa…

Bu sebeple, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, sinsice geliştirilmiş çabalar gerekiyor. Önce iffet, hayâ, edep duyguları zayıflatılıyor. Bu duygular öylesine zayıflatılıyor ki, onları ifade eden kelimeler bile dilimizden alınıyor ve unutturuluyor.

Bu insani duyguların, aslında gericilik, ilkellik ve gelişmemişlik olduğu vurgulanıyor. “Ayıp!” duygusu ayıplanıyor. “Günah” inancına saldırılıyor. ”Utanmak da neymiş!” deniliyor. Sonra da bu duyguların dışa yansıyan görüntüleri, fazlalık ve gereksizlik gibi gösteriliyor.

Mesela başörtüsü, uzun etek, karşı cinsler arasındaki iletişimde mesafeli, dikkatli, tedbirli olmak gibi hususlar yerden yere vuruluyor. Mesela, “Kılık kıyafetle namus mu olur?”, “Karşı cinsten bir arkadaşı olmak neden kötü olsun!”, “Bu yaşta bu tesettür, neden ki!” gibi yaklaşımlarla kafalar karıştırılıyor. Açık saçıklık ise medeniyet, ilericilik, modernlik olarak dayatılıyor. Kısacası, o meşhur ve meş’um kural uygulanıyor: “Kur’an’ı kapatın, kadınları açın!”

Aslında, olumsuzlukların sökün etmesi için sadece Kur’an-ı Kerim’i kapatmak yetiyor.
Zira Kur’an kapatılınca, ne kadar açık olması gereken varsa, kapanıyor; kapalı olması gereken her şey de, sonuna kadar açılıyor.

Bu yüzden, iman ve bilgi temeline oturmayan tavır, tutum ve semboller, sağlıklı ve uzun ömürlü olmuyor. Mesela, başını örten bir kızımız asıl örtmesi gereken yerlerini açıyor. Ya da, tesettür aracı olan başörtüsünü dikkat çekme vesilesi yapıyor.

İffet, edep, hayâ bir duruştur, tavırdır. Bu asil duruşun dışa yansıyan ahlakı ve halleri vardır. Deruni dünyaları örtülmüş olan erkek ve kadınlar, dışlarına ve bedenlerine de bu güzelliği yansıtırlar. Dolayısıyla, içi örtülmemiş olanın dışındaki örtü, anlamsızdır, iğretidir ve kendisinden beklenen tavrı göstermekten çok uzaktır ve varken bile yok gibidir. Çünkü maddesiyle var oluşu, manası ve ahlakıyla da var olmasını gerektirmiyor.

Bedenin örtüsü, iç dünyanın örtüsü olan hayânın, iffetin ve edebin dış dünyada görülen sembolüdür. Tesettürün kökü içeridedir; önce içerideki başlar örtünmeli.

Örtünmeyi Bilmeyenlere Karşı Tavrımız Ne Olmalı?

Peki, örtünmeyi bilmeyenlere karşı tavrımız ne olmalı?

Bir mübarek ALLAH dostu olan, Bandırmalı Ali Efendi, (ALLAH selamet versin, şimdi 98 yaşındadır), bir ziyaretimizde anlatmıştı: Bir gurup delikanlı kendisini ziyarete gelmiş ve Bandırma sahillerinde gördükleri açık saçıklıklardan şikâyet etmişler. O mübarek zat da şu ibretli cevabı vermiş: “Evlatlarım, madem o kardeşleriniz, kılık kıyafet hususunda ölçüyü bilememişler, haddi aşmışlar, açılıp saçılmışlar. Öyleyse neden sizler, bakışlarınızla onları örtmediniz?”

Demek ki ne imiş efendim?...
Açılmayı marifet bilenlere karşı, haddini ve hesabını bilenlere düşen görev, bakışlarıyla onları kapatmakmış.

Özellikle de cins-i latif olan hanımlar, şefkat kahramanları, daha hassas ruhların temsilcileri, fıtratları icabı daha çok örtünmek isterler. Çünkü kem nazarlar, hain bakışlar, onları daha fazla rahatsız eder, yaralar.

Çalıkuşu’nda Reşat Nuri, bu gerçeği çok etkili açıklar. Roman kahramanı olan Feride, kötü niyetli bakışları yüreğine saplanmış oklar gibi hisseder.

Bu acıyı, Batılı kadınlar da, zaman zaman yüreklerinde hissedip seslerini yükseltirler. Mesela, metroda, kendileri için ayrı bir vagon olmasını isterler. Bu konuda yapılan bir gösteriye, ben de 20 yıl önce Berlin’de şahit olmuştum. Daha sonra Berlin’de, kadınlar için ayrı kahvehane, ayrı otel ve bütün çalışanları ve sürücüleri kadın olan ve sadece kadın müşteri kabul eden bir taksi şirketi kurulmuştu.

Berlin’de, “Hain bakışlardan” şikâyet eden kadınlar Müslüman değillerdi. Acaba Türkiye’de Müslüman kadınlar, benzeri bir çıkış yapsalar, bizim malum basının yaygarası ne şiddette olur dersiniz?...

Açık saçıklığı önlemenin çok önemli bir yoludur gözü korumak… Rabbimiz de öyle buyurur: “İnanmış erkek ve kadınlar, gözlerini harama bakmaktan kapasınlar.” (Nur; 29–30)



İmam Şibli, bu ayeti şöyle yorumlamış: “Sadece kafa gözlerini kapamakla kalmasınlar; kalp gözlerini de kapalı tutsunlar, haramları hayallerine bile almasınlar!”

Her günah, bir bakışla başlar.
Görüldüğünde neyi hatırlatmak ister insanlar, erkekler, kadınlar? Günahı, azdırmayı, saptırmayı, yoldan ve baştan çıkarmayı mı? Yoksa hakiki bir mü’min olurlar da, onları gören kulluğu mu hatırlar sadece?

Evet, bazen bir bakış günahın yolunu açar… Bazen de bir nazar, Hakk’a kul eder…

Güzeller Güzeli, aniden ve iradi olmadan hâsıl olan ilk bakışı mahzurlu görmez. Günah olan, bu bakışın isteyerek tekrarlanmasıdır.

“Bir Kere Saldık, Şimdi İçeri Alamıyoruz!”

İffetsizlik söz konusu oldu mu, hemen ve öncelikle kadınlar suçlanır. Ancak, onları sadece birer cinsel obje olarak gören ve böyle olmaya da teşvik eden erkekler de suçlu değil mi? Hatta suçun büyüğü onlarda değil mi?

Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti Ağabeyim öyle derdi: “Kadınları kafes arkasından, evde hapsolmaktan kurtardık” deyip, sokağa salanlar, onları sokakta kafeslemek isteyenlerdir.”

Rahmetli Mehmed Akif dedemize Berlin’de bir Alman hanımefendi sormuş: “Siz, kadınlarınızı hiç sokağa salmazmışsınız, doğru mu?” Akif merhum demiş ki: “Hanımefendi, biz de sizin gibi acıyıp bir kere saldık dışarıya hanımları, şimdi de içeriye alamıyoruz.”

Rahmetli Akif dedemiz, daha sonra, dışarıyı mekân seçenlerin akıbetini ne hazin anlatır:

Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde,
Meğer ne yüzler örtermiş bir incecik perde!

Başkasının Günahına Ağlayan Adam ünvanıyla andığımız Bediüzzaman Hazretleri, 50’li yılların başında İstanbul’a gelmiş. Tek başına çıktığı bir şehir gezisinden sonra, talebesi Abdülmuhsin el-Konavi’ye demiş ki:

“Kadınların açılıp saçılmasında, asıl suç erkeklere aittir. Baktım, tramvaya açık saçık bir kadın binince, erkekler eskiden Osmanlı paşalarına yapılan hürmeti o kadına gösteriyorlar. Bu suretle, onları daha çok açılmaya ve süslenmeye teşvik ediyorlar.”

Evet, “Sebep olan, yapan gibidir.”

“Geçmişten kalma bir sözdür ki, ‘Eğer hayâ etmezsen, dilediğini yapmakta serbestsin!’
Göz yasağını ve ona bağlı edep ve hayâ duygusunu anlayabilmek, derin bir terbiye ve irfan işidir…”

Şimdi göz önüne serilen mahremiyetler, nasıl da dertlendirir Şairler Sultanı Üstad Necip Fazıl’ı:

Burnunu göstermekten sakınırdı sütninem
Kızımın gösterdiği kefen bezine mahrem.

Mü’min, ne bakışların odağı olacak şekilde giyinip çıkar sokağa, ne de öyle dışarı uğramış olanlara diker gözlerini…

Aman! Ar Damarımız Çatlamasın…

Eğer bu yanlışı yapan biri varsa, kendi nefsi, ya da bir yakını, mü’min onu da kibarca uyarır, kırmadan, dökmeden… Tıpkı Efendimiz (sav) gibi…

Peygamberimiz’in amcası Abbas’ın oğlu Hazreti Fadl anlatır: “Veda Haccı’nda Efendimiz’le aynı deveye binmek şerefine ermiştim. O sırada, genç ve güzel bir hanım yanımıza gelip ALLAH Resul’üne bazı sorular sordu. Peygamberimiz (sav) o hanıma bakmadan, sorularını cevaplıyordu. Fakat kadının güzelliği benim dikkatimi çekti. Bir delikanlı olarak, dikkatli bir şekilde kadına baktığımı gören Efendimiz, bu davranışımı hiç beğenmedi. Ben kadına bakmayayım diye, başımı eliyle kibarca öbür tarafa çevirdi. Bu dikkatsiz davranışımla Efendimiz’i üzdüğüm için çok pişman olmuştum.”

Efendiler Efendisi’nin mübarek elleri, hala bizim günaha dönmüş başlarımızı, şefkat ve merhametle tutup, bakması gereken yöne çevirmektedir. Hep hayra davet eden Güzeller Güzeli’nin mesajları, hala ter-ü taze olarak, asırlar ötesinden sürekli gelmekte… Ancak, o mesajları alacak derecede aydınlık mı yüreklerimiz, tertemiz mi?

Günahlara bata bata, ar damarı çatlamış ve ruh bekâretini kaybetmiş olanlar için hiçbir mesaj yoktur. Zira, gönül evini iffetsizliklerle karartmış olanlar, ancak şeytani mesajlara açılmış olurlar.

Bu sebeple, bilhassa da bu yaz mevsiminde, gözümüze, kulağımıza filtreler takmalı, sokağa üryan çıkanlara akıl ve iz’an duasında bulunmalı, kalbimizi, aklımızı ve hatta hayalimizi temiz tutmaya çalışmalı, ekranları karartıp kalplerimizi aydınlatmalıyız.

Aman, ar damarı çatlamasın. Manevi varlığımızın fay hattıdır ar damarı. Çatladı mı, tahribatı yaman olur. Yüreğimizin manevi varlığında taş üstünde taş kalmaz. Tedavisi ve telafisi de çok zor olur.




VEHBİ VAKKASOĞLU
 

huzur8

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 Şub 2008
Mesajlar
323
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
40
Paylaşım için saolun..
çok güzel yazmış..
Çok dogru çok dogru...
 

hafize

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2006
Mesajlar
14,020
Tepki puanı
23
Puanları
36
Yaş
69
Konum
BURSA
Paylaşım için saolun..
çok güzel yazmış..
Çok dogru çok dogru...

İmam Şibli, bu ayeti şöyle yorumlamış: “Sadece kafa gözlerini kapamakla kalmasınlar; kalp gözlerini de kapalı tutsunlar, haramları hayallerine bile almasınlar!”
 

hafize

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2006
Mesajlar
14,020
Tepki puanı
23
Puanları
36
Yaş
69
Konum
BURSA
Uzunca ama belki bir okuyan olur..
smiley1.gif



Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde, “ASHÂBIM yıldızlar gibidir” buyurmuştur. Onun her biri yıldızlar gibi’ ışık saçan sahabileri içinde Hz. Osman’ın misali, deyim yerindeyse, başka yıldızların ışıltısı arasında kendini pek belli etmeyen bir yıldız, meselâ kutupyıldızı misalidir. Kutupyıldızı gibi… Çünkü, tıpkı onun gibi, Hz. Osman da, ilk bakışta kendini göze farkettiren bir ışık yaymaz. Ama nisbeten zayıf ışığıyla birlikte kutupyıldızı çağlar boyu insanlara yön ve yol gösteren bir yıldız olageldiği gibi, Hz. Osman da bindörtyüz yıldan beri bir yol, bir iz sunmuştur Allah’ın hak yolunun yolcularına.
Oysa, bir kez daha belirtelim, Asr-ı Saadetin büyük olayları içerisinde, Hz. Osman’ın ismi pek önlerde gözükmez. Hz. Peygamber’in hayatını yahut İslâm’ın ilk asrına dair kitapları okuyan herkes, bu örnek asrın hadiseleri içinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Talha gibi parlayıp ışık saçan simaları görür de, bu simalar arasında Hz. Osman bir derece geride durur.
Zira, onun, bu yıldızlar kümesi içinde özellikle seçilip ayırt edilmesini temin edecek olan, özellikle öne çıktığı belli bir olay, bir gazve yoktur. O ne Hz. Ebu Bekir misali, Mirac vesilesiyle söylediği söz veya Resûl-i Ekrem’e hicrette arkadaşlık veyahut hastalığında ona vekaleten ümmete namaz kıldırma gibi bir sebeple temayüz eder; ne Hz. Ömer gibi putperestliğin en keskin müdafii olarak nam salmışken bir iman kahramanına dönüşme gibi bir hadiseyle öne çıkar; ne de, Bedir’de Hamza’nın, Uhud’da Talha’nın, Hayber’de Ali’nin durumuna benzer bir kahramanlığı söz konusudur. Asr-ı Saadet’e dair kitaplarda Hz. Osman hep vardır; ama hep bir derece gizlidir, saklıdır, gerilerdedir, pek öne çıkmamaktadır.
Hz. Osman, Aşere-i Mübeşşere’dendir. Hem de, onlar arasında, üçüncüleridir. Diğer bir deyişle, cennetle müjdelenen sahabilerini ziyaret ettiği gün, kapısı Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam tarafından bu müjde ile çalınan üçüncü sahabidir. Hz. Peygamber’e halifelikle şereflenenler arasında da, tarihçe, üçüncü sırada yer almaktadır.
Bu durumda, aklıma takılan soruyu ve muammayı çözme çabası içinde, her biri ‘yıldızlar gibi’ olan sair sahabilerin öne çıkan vasıflarını göz ardı etmeden, zahiren bir parça geride duran Hz. Osman’ı öne çıkan vasıflarıyla tanıma imkânı buldum ve bu vasıfların her birinin, esasen bizler için de birer hayat rehberi olarak karşımızda durduğunu gördüm.
Ki, Hz. Osman denildiğinde akla gelen vasıflardan ilkini,‘hayâ’ teşkil ediyor. Hadis külliyatlarından, bizatihî Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) onu hayâsı ve edebi ile övdüğünü okuyoruz. Keza, yine Hz. Peygamberin, hayâsından dolayı ona karşı hususî bir ihtiramda bulunduğunu bildiren hadisler de çıkıyor karşımıza.
Hz. Osman’da temayüz eden bir vasıf olarak hayânın onun nice büyük ve parlak yıldızı dahi geride bırakacak şekilde faziletçe o derece yükselmesine nasıl vesile olduğunu ise, en başta, yine Resûl-i Ekrem’in hayâya dair hadisleri sayesinde anlıyor insan. Nitekim, her iki Sahîh’te ve Kütüb-i Sitte’nin altı kitabından beşinde mevcut bir hadisinde Hayâ imandandır”buyuruyor sevgili Peygamberimiz. Onun, yine her iki Sahîh’te yer alan, ve Kütüb-i Sitte’nin hepsinde bulunan bir başka hadisi ise, Hayâ imandan bir şubedir” diye bildiriyor. Yine Hz. Peygamber’in öğrettiği üzere, Hayânın hepsi hayırdır” ve “Hayâ ancak hayır kazandırır.”
İşte, hayânın niye ‘imandan’ ve de imanın bir şubesi’ olduğunu anlayabildiği ölçüde, hayâsı karşısında ‘meleklerin dahi kendisinden utandığı’ Hz. Osman’ın neden bu derece yükselebildiğini de anlıyor insan.
Bunu anlamak için ise, önce şu iki sorunun izini sürmesi gerekiyor: İnsan nasıl hayâ duyar? Yahut, hangi durumlarda daha hayâlı davranır?
Kendi hayatlarımız dahilinde tecrübe ettiğimiz üzere, hayâyı, yani utanma duygusunu en yoğun biçimde yaşadığımız haller,görüldüğümüzü’ve ‘izlendiğimizi’ bildiğimiz hallerdir. Yalnız kaldığımızda yapabildiğimiz birçok şeyi, birisi tarafından izlendiğimizi biliyor isek, yapamayız. Ki bu hal, fıtratın kerih gördüğü, insana fıtraten sevdirilmemiş olan bazı şeyleri uluorta yapmaktan bizi alıkoyduğu gibi, günahtan da sakındırır. Kişi hayâsı ölçüsünde açıkça günah işlemekten çekinir, ve hayâsızlığı ölçüsünde alenî günah işler. Bizi tanıyan birinin bizi o halde görmesi endişesiyle gelen psikolojik utanç, çoğu kez, nefsin günaha davetine rağmen, insanı günahtan alıkoyar. Ancak, yine bu yüzden, tanındığı ortamlarda utanılası fiillerden uzak duran insanlar tanınmadığı ortamlarda günaha daha rahat düşebilirler.

(Ki, bundan dolayı, yanında bir tanıdığı olmadan tek başına yolculuktan insanı sakındıran, böyle bir durumda şeytanın insana yol arkadaşı olacağını bildiren hadisler vardır. Yine bu bâbdaki hadislere binaen, refakatinde bir başka mü’minin olduğu halde yolculuk, sünnet-i seniyyedendir.)

Günahtan sakınma noktasında hayânın yanımızda başka insanların olduğu durumlar ile yalnız başına kaldığımız durumlar arasında nasıl bir fark husule getirdiğini kendi hayat tecrübemizle biliyoruz açıkçası.
Peki, insan yanında başka bir insan yokken, yani yalnız başına iken gerçekten yalnız mıdır?
Hayır. Yanında bir insan yokken de yalnız değildir insan. O’nun Semi’, Basîr, Latîf, Habîr, Alîm bir Rabbi vardır. O’nun Rabbi, Semi’, yani işitendir. Basîr, yani görendir. Latîf’tir, her yere nüfuz eder; Habîr’dir, herşeyden haberdardır; Alîm’dir, herşeyi bilir. Sem’, basar ve kudret, yani görmek, bilmek ve işitmek, O’nun sıfatları arasındadır. Dahası, Semîu’l-Basîr ve Alîmu’l-Habîr olan Rabbimizin, her işe müekkel melekleri olduğu gibi, insanın fillerini kaydeden melâikesi de vardır.
Yani, insan her an Rabbinin huzurundadır ve melekler her an yanı başındadır. Allahu Teâlâ ve vazifeli melekleri, insanla her an beraberdir.
İnsan, bu gerçeği kavradığı ölçüde ‘yalnız’ iken de yalnız olmadığını bilir; ve bu gerçek aklında kaldığı müddetçe insanların yanında işlemeye utandığı günahtan yalnız iken de sakınır. Zira, bilir ki, etrafında insanlar yoksa bile, Semî ve Basîr olan Rabbinin huzurundadır ve melekler de yanı başındadır.
Bu açıdan baktığımızda, hayâ imandandır ve imandan bir şubedir gerçekten. Zira, hayâ duygusunun varlığı ve inkişafı, Allah’ı Basîr (herşeyi gören) , Semi’ (herşeyi işiten), Alîm (herşeyi bilen), Latîf (herşeye nüfuz eden) , Habîr (herşeyden haberdar olan) gibi isimleriyle tanıyıp bilmeye, her an böyle bir Rabbin huzurunda olduğu gerçeğinden gaflet etmemeye, yani iman-ı Billaha ve iman-ı Billah içindeki marifetullaha bakmaktadır. Yanısıra, melâikeye imana da…
Fıtratımıza konulmuş hayâ duygusu, Semi’ ve Basîr olan Allah’a ve meleklerine imandaki terakki sayesinde gelişmekte; hayâ duygusunun gelişmesiyle de, insan takvâ zırhıyla donanıp pek çok günahtan ve pek çok çirkin halden sakınıp korunarak, Rabbinin hoşnut olup meleklerin takdir edeceği salih ameller işlemeye yönelmektedir.
Kısacası, hayâ sahibi olmak ve hele hayâda zirveye ulaşmak ne basit bir iştir, ne de kolay ve sıradan bir iş… Hayâ, imandandır ve imandaki terakki sayesinde bu duyguda bir genişleme ve derinleşme yaşanmaktadır. Hayâda zirveye doğru yolculuk, özellikle de, Semi’, Basîr, Alîm, Latîf, Habîr gibi esmâ-i hüsnâya dair sağlam bir kavrayışla birebir alâkalıdır.
Hayâ ile iman arasındaki bu birebir ilişkidir ki, Hz. Osman gibi bir sahabi, Ashâb-ı Kirâm’ın Resûlullah’ın yanında Allah adına giriştiği savaşlarda iz bırakan büyük bir kahramanlığı görülmediği halde, hayâsıyla şöhret bulmuş bir kişi olarak, sahabilerin en üstünleri arasındadır. Osman (r.a.), imandan bir şube olan ve dillere destan olmuş hayâsı sayesinde, mertebece Hz. Ebubekir ve Ömer’in hemen ardında, üçüncü sırada anılmaktadır.
Hayâdaki bu sırrın, Hz. Osman’daki hayâ halinin, ve onun hayâ ile gelen yükselişinin, şu zamanın günaha çağıran binbir kapısı karşısında bunalan ahir zaman mü’minleri için de hem bir kurtuluş reçetesi, hem de bir yükseliş imkânı sunduğunu düşünüyorum. Bizler de, Hz. Osman misali, Allah’ı söz konusu isimlerinin azamî mertebesinde tanır ve de bu isimlerden gafil olmaz isek, keza kudsî meleklerin hayatımızın her anında bize yoldaş olduğunu bilir—yani, melâikeye imanda da terakki eder—isek, umulur ki, hayâ halimiz o derece inkişaf eder; ve hayâdaki inkişafımız nisbetinde de, nefis ve şeytanın bizi günaha sevk etmesi zorlaşır.
Ne mutlu hayatını hayâyla hayatlandıranlara!
Ne mutlu, bir kutupyıldızı misali, hayatında ve hayâsında Hz. Osman’ı kılavuz tutanlara!



Selâm ve Duâ ile..
 

smyyes

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Eyl 2009
Mesajlar
3,791
Tepki puanı
5
Puanları
0
Yaş
31
Allah razı olsun çok güzel BİR YAZI
 

melankolik5288

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Nis 2009
Mesajlar
2,828
Tepki puanı
1,807
Puanları
163
Yaş
36
Selamunaleyküm. Allah razı olsun emeğinize sağlık.
Çok önemli bir konuya değinilmiş. Selam ve dua ile...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt