Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
ANMAK'MI, ANLAMAK'MI...!!
Bir peygambere iki tür saldırı yapılabilir. Birincisi fiziki varlığına yönelik, ikincisi misyonuna yönelik. Sizce hangisi daha tehlikelidir? Bana sorarsanız, misyonuna yönelik saldırı, fiziki varlığına yönelik saldırıdan bin kat daha beterdir. Çünkü peygamberi peygamber yapan gönderiliş amacıdır.
Allah Rasulü'nün fiziki varlığına yönelik suikast artık mümkün değil. Çünkü böyle bir saldırı onun ölümlü tarafıyla ilgili. O beka yurduna göçtüğüne göre, suikast ihtimali sıfır demektir. Fakat aynı şeyi onun misyonu için de söyleyebilir miyiz? Mesela, “Onun misyonuna yönelik suikast ihtimali sıfırdır” diyebilir miyiz?
Bunu asla diyemeyiz. Çünkü bu tehlike ve tehdit dün vardı, bugün var ve yarın da var olacak. Alemlere rahmet Hz. Muhammed'in misyonuna yönelik saldırılar, hep onu sevmeyenlerden değil, bilakis bunların çoğu onu sevenlerden, daha doğrusu onu sevdiğini iddia edenlerden gelecek. Bu sevginin zehirli sevgi olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım.
Peygamberlerin fiziki varlığına yönelik saldırıların tarihsel örneği Yahudileşmiş İsrailoğulları'dır. Onlar, kendilerini uyaran, kendilerine hakikati haykıran peygamberlerini taşlıyorlardı. Dahası onların canına kastediyorlardı. Onların fiziki varlığını ortadan kaldırmak için çaba gösteriyorlardı.
İkinci tür saldırıya, yani peygamberin misyonuna yönelik saldırının en tipik tarihsel örneği ise Pavlus Hıristiyanlığı'dır. Peygamberin beşeriliği inkar edilince, misyonu ölümcül bir darbe yemiştir. Allah'ın peygamberi İsa bu misyon suikastının ardından manen öldürülmüş ve yerine “İlah İsa” konmuştur. Bu yüzden Pavlusyen Hıristiyanlık'ta peygamberlik makamı “münhal”dir. Zira Hz. İsa o makamdan “terfi suretinde” –haşa- azledilmiştir. Ve işte bu yüzden bir Hıristiyan'ın tasavvurundaki İsa ile bir Müslüman'ın tasavvurundaki İsa arasında hiçbir benzerlik yoktur.
Demek ki, bir peygamberin misyonuna yönelik saldırının temelinde, o peygamberin “beşer” kimliğinden çıkarılması yatmaktadır. İşte bunun için olsa gerek her peygambere olduğu gibi alemlere rahmet Hz. Muhammed'e de şöyle demesi vahiyle emredilmiştir: “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım”.
Peygamberlerin gönderiliş amacı, insanlığın doğru anlamasını temindir. Zira insanlığın en kadim sorunu “anlama sorunu”dur. İnsan, vahyin de belirttiği gibi bilgiyi elde edecek, üretecek ve iletecek bir donanımla yaratılmıştır. Bunu doğru yapması, ancak doğru anlamasına bağlıdır. Yanlış anlaması halinde bütün bu bilgi elde etme, üretme ve iletme süreçlerini bir yanlışa alet eder. Sonuçta Allah'ı yanlış anlar, varlığı yanlış anlar, kendisini yanlış anlar, tabiatı yanlış anlar…
Peki de, gönderiliş amacı insanlığın doğru anlamasını temin olan peygamberin kendisi yanlış anlaşılmışsa ne olacak?
İşte meselenin püf noktası da burasıdır. Efendimiz aleyhissalatu vesselam, bu probleme daha baştan dikkat çekmiş, yanlış anlamaya müheyya olanlara karşı sözlü ve fili tedbirler almıştır.
Onun bu hassasiyeti, onu tarihte kalmış “tatlı bir anı” gibi anmaya kalkan akıllarca anlaşılabilir mi dersiniz? Sahi, böyle bir mantıkla onu “anmak”, misyonuna karşı düzenlenmiş suikastın bir parçası olmaz mı?
Allah, Müslümanların anıları arasına girmesin diye onu “örnek” göstermiştir. Bir insanı örnek göstermek, onun yeniden üretilebilir, yaşatılabilir ve yaşanabilir olduğunu söylemektir. Bunun anlamı onu çağa taşımak, onunla çağdaş olmaktır. Bunun anlamı, her müminin, Hz. Peygamber'i kendi şimdi ve buradasına mümkün olduğunca taşıması ve yaşamasıdır.
Bu da onu “anmaktan” daha çok “anlamakla” mümkündür. Anma çabaları onu anlamaya vesile olduğu kadar makbuldür. Yok eğer buna vesile olmuyorsa, aksine bir tür değer tüketim panayırlarına ve tatmin seanslarına dönecekse, ziyan ve hüsrandır.
Her değerin arısı da olur sineği de. Bir değerin arısı onu üretendir, sineği onu tüketendir. Değer ne kadar büyükse, arısı ve sineği de o kadar büyük olur. Allah Rasulü biz Müslümanlar için çok çok değerlidir.
Bunu söylemek kolaydır. Fakat o değerin kadr u kıymetini bilmek, söylemek kadar kolay değildir. Hele onu üretmek, taşımak ve yaşamak daha da zordur.
“Anmak mı-anlamak mı?” dilemmasında tarafım elbette anlamak.
Ancak gaye, sadece entelektüel yeşillik olsun diye anlamak değil, yaşamak için anlamak olmalıdır.
Bir peygambere iki tür saldırı yapılabilir. Birincisi fiziki varlığına yönelik, ikincisi misyonuna yönelik. Sizce hangisi daha tehlikelidir? Bana sorarsanız, misyonuna yönelik saldırı, fiziki varlığına yönelik saldırıdan bin kat daha beterdir. Çünkü peygamberi peygamber yapan gönderiliş amacıdır.
Allah Rasulü'nün fiziki varlığına yönelik suikast artık mümkün değil. Çünkü böyle bir saldırı onun ölümlü tarafıyla ilgili. O beka yurduna göçtüğüne göre, suikast ihtimali sıfır demektir. Fakat aynı şeyi onun misyonu için de söyleyebilir miyiz? Mesela, “Onun misyonuna yönelik suikast ihtimali sıfırdır” diyebilir miyiz?
Bunu asla diyemeyiz. Çünkü bu tehlike ve tehdit dün vardı, bugün var ve yarın da var olacak. Alemlere rahmet Hz. Muhammed'in misyonuna yönelik saldırılar, hep onu sevmeyenlerden değil, bilakis bunların çoğu onu sevenlerden, daha doğrusu onu sevdiğini iddia edenlerden gelecek. Bu sevginin zehirli sevgi olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım.
Peygamberlerin fiziki varlığına yönelik saldırıların tarihsel örneği Yahudileşmiş İsrailoğulları'dır. Onlar, kendilerini uyaran, kendilerine hakikati haykıran peygamberlerini taşlıyorlardı. Dahası onların canına kastediyorlardı. Onların fiziki varlığını ortadan kaldırmak için çaba gösteriyorlardı.
İkinci tür saldırıya, yani peygamberin misyonuna yönelik saldırının en tipik tarihsel örneği ise Pavlus Hıristiyanlığı'dır. Peygamberin beşeriliği inkar edilince, misyonu ölümcül bir darbe yemiştir. Allah'ın peygamberi İsa bu misyon suikastının ardından manen öldürülmüş ve yerine “İlah İsa” konmuştur. Bu yüzden Pavlusyen Hıristiyanlık'ta peygamberlik makamı “münhal”dir. Zira Hz. İsa o makamdan “terfi suretinde” –haşa- azledilmiştir. Ve işte bu yüzden bir Hıristiyan'ın tasavvurundaki İsa ile bir Müslüman'ın tasavvurundaki İsa arasında hiçbir benzerlik yoktur.
Demek ki, bir peygamberin misyonuna yönelik saldırının temelinde, o peygamberin “beşer” kimliğinden çıkarılması yatmaktadır. İşte bunun için olsa gerek her peygambere olduğu gibi alemlere rahmet Hz. Muhammed'e de şöyle demesi vahiyle emredilmiştir: “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım”.
Peygamberlerin gönderiliş amacı, insanlığın doğru anlamasını temindir. Zira insanlığın en kadim sorunu “anlama sorunu”dur. İnsan, vahyin de belirttiği gibi bilgiyi elde edecek, üretecek ve iletecek bir donanımla yaratılmıştır. Bunu doğru yapması, ancak doğru anlamasına bağlıdır. Yanlış anlaması halinde bütün bu bilgi elde etme, üretme ve iletme süreçlerini bir yanlışa alet eder. Sonuçta Allah'ı yanlış anlar, varlığı yanlış anlar, kendisini yanlış anlar, tabiatı yanlış anlar…
Peki de, gönderiliş amacı insanlığın doğru anlamasını temin olan peygamberin kendisi yanlış anlaşılmışsa ne olacak?
İşte meselenin püf noktası da burasıdır. Efendimiz aleyhissalatu vesselam, bu probleme daha baştan dikkat çekmiş, yanlış anlamaya müheyya olanlara karşı sözlü ve fili tedbirler almıştır.
Onun bu hassasiyeti, onu tarihte kalmış “tatlı bir anı” gibi anmaya kalkan akıllarca anlaşılabilir mi dersiniz? Sahi, böyle bir mantıkla onu “anmak”, misyonuna karşı düzenlenmiş suikastın bir parçası olmaz mı?
Allah, Müslümanların anıları arasına girmesin diye onu “örnek” göstermiştir. Bir insanı örnek göstermek, onun yeniden üretilebilir, yaşatılabilir ve yaşanabilir olduğunu söylemektir. Bunun anlamı onu çağa taşımak, onunla çağdaş olmaktır. Bunun anlamı, her müminin, Hz. Peygamber'i kendi şimdi ve buradasına mümkün olduğunca taşıması ve yaşamasıdır.
Bu da onu “anmaktan” daha çok “anlamakla” mümkündür. Anma çabaları onu anlamaya vesile olduğu kadar makbuldür. Yok eğer buna vesile olmuyorsa, aksine bir tür değer tüketim panayırlarına ve tatmin seanslarına dönecekse, ziyan ve hüsrandır.
Her değerin arısı da olur sineği de. Bir değerin arısı onu üretendir, sineği onu tüketendir. Değer ne kadar büyükse, arısı ve sineği de o kadar büyük olur. Allah Rasulü biz Müslümanlar için çok çok değerlidir.
Bunu söylemek kolaydır. Fakat o değerin kadr u kıymetini bilmek, söylemek kadar kolay değildir. Hele onu üretmek, taşımak ve yaşamak daha da zordur.
“Anmak mı-anlamak mı?” dilemmasında tarafım elbette anlamak.
Ancak gaye, sadece entelektüel yeşillik olsun diye anlamak değil, yaşamak için anlamak olmalıdır.