Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Anlaşmazlığı Çözmeye Dair İpucu... (1 Kullanıcı)

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
anlasmazlik.gif

ANLAŞMAZLIKLARI ÇÖZMEYE DAİR BİRKAÇ İPUCU
Hayreddin Soykan

Hayatımız, doğduğumuzda kendimizi aralarında bulduğumuz yahud yaşadığımız toplulukta karşımıza çıkan insanlarla "anlaşma"larımız seyrinde sürüp gitmekte. Bunun yanısıra, yakın veya uzak çevremizdeki insanlarla olduğu kadar, bizzat kendi içimizde yaşadığımız türlü "anlaşmazlık" da bir hakikat. Biz burada "anlaşma ve anlaşmazlık" meselesini çok çeşitli yönlerden ele almaya çalışmayacak, yalnızca pratik ipuçları addettiğimiz birkaç noktaya "kabaca" temas etmeye bakacak, böylelikle elden geldiğince ufuk açıcı olmayı deneyecek, aslî cevabları ehlinden şümûlüyle öğrenmek üzere araştırmayı ise okuyucumuza bırakacağız.
Anlaşmak Bütünleşmektir
Anlaşmak, münasebet hâlindeki birden fazla insanın "genel"de veya "belli bir mevzu"da (fikrî yahud ahlâkî) üst bir "ölçü"de buluşması, benzer bir "fikir" veya "değer"i paylaşması, aynı "mânâ bütünü"ne kendilerini ircâ etmesi anlamına geldiği gibi, böyle bir fikrî veya ahlâkî ortaklık bulunmasa dahi, birbirinden "malzeme" veya "ortak çıkar" itibariyle "istifade" etmesi, bir "alışveriş"e benzer tarzda buluşması anlamına da gelebilir. Bakkalla müşterinin, birinin aldığı mal, diğerininse aldığı para üzerinden gerçekleştirdikleri, sonucu memnuniyet olan "faydalı" alışverişleri veya "maddî" anlaşmaları gibi. Burada, bakkalla müşterinin aynı "fikir ve değer bütünü"nde, aynı "dünya görüşü"nde buluşarak "anlaştıklarını" pek söyleyemeyiz. "Genel" bir anlaşma olmasa dahi, "belli bir mevzu"da olsun ortak fikir ve değerlere sahib olduklarını da aynı şekilde kolayca söyleyemeyiz. Ancak, bir "çıkar ortaklığı"nda buluşup anlaştıklarını hiç tereddüt etmeden ifade edebiliriz.
Yine bir başka anlamda, birbiriyle münasebet hâlindeki birden fazla insanın birbirlerinin meramını anlamaları da (tek tek bunu "iyi-doğru-güzel" bulurlar veya bulmazlar, ayrı mesele), "anlaşmak" dairesinde değerlendirilebilir. Dostlar da düşmanlar da birbirlerinin kasdını çoğu "anlarlar", bu bakımdan "anlaşırlar", fakat aynı "fikir ve değer bütünü"ne meseleyi ircâ etme ortaklığı noktasında anlaşmayabilir, yani aynı hükmü paylaşmayabilirler. Şayet fikir ve değer bakımından ortak bir "bütün"de, her iki tarafı da şemsiyesi altına alan bir üst "ölçüler çerçevesi"nde kaynaşma vâki değilse, kişilerin birbirlerini karşılıklı olarak -kendi mevzilerini korumaları şartıyla!- büyük ölçüde anladıklarını, fakat belki hiçbir şekilde "bütünleşmediklerini" söyleriz.
Tüm bu arzetmeye çalıştıklarımız muvacehesinde, bizce, en başta "nasıl bir anlaşma" peşinde olduğumuzun tesbiti bir zaruret olsa gerektir.
Şöyle ki, muhatabımızla "fikir ve değer" yönünden bir kaynaşma arayışındaysak şayet, aradığımız "tam ve nihaî anlaşma"nın temin edicisinin yalnızca ortak bir "dünya görüşü" olduğunu söyleyebiliriz. Yok, sadece maddî, bedenî veya şahsî ihtiyaçlarımız karşılansın, şahsî hırslarımız tatmin edilsin, şahsî tutkularımız doyurulsun istiyorsak, burada "mânevî" bir bütünleşme arzusundan değil, "nefsî, bedenî ve maddî" bir çıkar temininden, dışımızdakilerle ancak "şahsî" çıkarlarımıza hizmet ettiğince gerçekleşebilecek bir "anlaşma"dan, bir "alışveriş"ten, yahud bize bir "alacağımızın tevdii"nden veya bize dönük bir "hizmet arzı"ndan bahsediyoruz demektir.
Şahsî çıkarlar farklı farklı olduğu için, "manevî" temel üzerinde yükselmeyen, bu mânâda "haklı" bir taleb belirtmeyen "şahsî çıkar veya şahsa hizmet" merkezli münasebetlerin, çoğu zaman ve zeminde "çatışma" doğuracağı, anlaşmaların değil de anlaşmazlıkların ebesi olacağı bellidir. Bu yüzden, dünyaya "ALACAKLI" gözüyle bakan kişilerin bu nevî "anlaşma" arayışlarını elbette en başından mahkûm ediyor, saded dışı bırakıyoruz. Böylesi insanların ne kendi içlerinde bulabilecekleri, ne de çevrelerine verebilecekleri herhangi bir "kalıcı" huzur vardır çünkü. Bu tür insanlara uzun uzadıya izahatlar yapmak yerine, dünyaya bir alacaklı olarak değil, bir "BORÇLU" olarak geldikleri; "hep bana" şiarını yaşatıcı bir tanrı taslağı değil, kendisine ve çevresine hizmetle mükellef bir "kul" oldukları hatırlatılmalıdır belki yalnızca.
Fakat, hemen şu hususu da ilâve etme gereği duyuyoruz: "Manevî" bir temel, ortak bir "dünya görüşü", paylaşılan bir "fikir ve değer bütünü" merkezinde halkalanan insanların şahsî, bedenî ve maddî ihtiyaçlarını karşılama talebleri, "alacaklı bakış"tan çok farklı bir çerçeve dahilinde değerlendirilmek durumundadır. Burada sözkonusu olan talebler, kuşkusuz, sözü edilen ortak "manevî" anlaşma zemininin bir gereğidir aynı zamanda. Çünkü bunlar, "şahsî çıkar" savaşı veya "şahsa hizmet" anlaşmazlıkları dairesinde görülmek yerine, haklı taleblerin karşılığını arayış kıymeti belirtir ve deminkilerin aksine, üstelik övülürler de. Temeldeki "manevî" anlaşma, bütünleşme ve kaynaşmanın zarurî neticesi ve gereğidir onlar. Meselâ, şayet ben, benimle aynı "dünya görüşü"nde buluşan idarecilerime veya şahsımdan mesul olanlara karşı vazifelerimi kâmilen yerine getiriyorsam, onlar da benim hemen her türlü "haklı" şahsî, bedenî ve maddî ihtiyacımı karşılamakla, bunların temin yollarını teşkilâtlandırmakla veya yol göstermekle mükelleftirler. Bu noktada kimse kimseyi "nefsanî" davranmakla, "çıkarlarının peşinde" koşmakla itham edemez. Kötü olan, "sırf nefsanî" olandır; kökü manevî olsa da tezahürü "nefse müteallik" olan değil. Bedenî veya maddî ihtiyaçlardan kesilmiş hayaletler değiliz ne de olsa.
Kendimizle Anlaşmazlıklarımız
Kendimizle olan anlaşmazlıklarımız çok çeşitli sebeblere dayanabilir. Aynı şekilde, çok çeşitli yer ve zamanlarda, farklı ortamlar ve farklı yaşlarda, yine çok çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir.
Bizce herşeyden önce, meselenin hakikaten "ne" olduğunu "teşhis"e bakmalı, çözümler ona göre araştırılmalıdır.
"Huzuru huzursuzlukta bulma" ve daimî bir tekâmül peşinde olmayı da bir "huzur ve kendisiyle barışık olma" nevi addederek ifade etmek gerekirse, kendimizle anlaşmak ve barışmak, anlamlandırma ihtiyacını karşılaması itibariyle bir yönüyle "fikrî", yapılandan memnuniyet ifadesi bakımından diğer yönüyle "iradî"dir; bu ikincisine "hissî"dir de diyebiliriz. Kendimizle olan anlaşmazlığımız da, şu hâlde her iki yönden izaha kavuşturulmalıdır.
Şayet kendi içimizdeki bu anlaşmazlığı yeterince anlamlandıramıyorsak, mesele öncelikle "fikrî" bir nitelik arzetmektedir ki, anlamlandırmak üzere gerekli fikrî araştırma yapılmalı ve ehline sorulmalıdır. Ne var ki, böyle bir araştırma ve soruşturma safhasına katlanmaktansa, kendi başımıza kendi kendimize teşhis koymaya davranırız çoğu. Böyle olunca, teşhislerimiz isabet arzetmez pek. Yanlış bir teşhis üzerinde tatbik edilecek tedavinin sonuç vermeyeceği, izahtan varestedir elbet.
Ruh ki, daha meçhuldür "beden"den. Oysa, bedenî rahatsızlıklarımıza bir teşhis koyması için doktora gitme gereği duyar, aynı şekilde bir cihazımız bozulduğunda tamirciye koşmayı çoğu ilk çare biliriz de, nedense ruhî ve fikrî problemlerimizde böyle bir "yardım arama" lüzumunu sıklıkla hissetmez, aksine, hatırı sayılır kısmımız "davranışımızın anlamı bakımından" kendisini ruh mütehassısı sayar, üstelik yardım çağırmadan kıvrandığımız bu yerde kendimizi harab ederek, bir de şefkat bekleriz herkesten.
Meselenin "cahil inadı"ndan mütevellid fikrî tarafı hallolsa dahi, kimi zaman da "hakikaten" bildiğimizin gereğini yapamaz, bu sebeble, yaptığımız yahud yapamadığımızdan dolayı vicdan azabı çeker, içimiz içimizi yer ve şiddetli bir memnuniyetsizlik duyarız bazen.
Bunun çözümüne dair bizce ilk tesbit, mükemmelliğin "şipşak" bir netice olmadığı, İBDA'nın "sıra ile oluş prensibi"nce, tedricî bir tekâmül mevzuu olduğudur. Koşmak için önce emeklemek, bilâhare doğrulmak, derken yürümek, en sonunda istenilen hareketi kâmilen yapabilmek vardır çünkü. Bir diğer ifadeyle, düşüp kalkmaların bir "koşma" başarısının zarurî ön basamakları olduğu unutulmamalıdır. Öyleyse, ayakların güç, bedenin denge kazanması için "güçlendirme" çalışmaları yapılmalı, şayet ısrarla bu "güçlendirme" çalışmalarından kaçınılıyorsa, işte o zaman içten içe derin bir memnuniyetsizlik ve suçluluk duygusu duyulmalıdır. "Ben ömür boyu yatalak kalacağım" der gibi davranana, daha doğrusu doğrulmak için "davranmayana", başkası neyleyebilir zaten?
Kısaca toparlamaya çalışırsak, şöylece çerçeveleyebiliriz:
Önce, kendimizle anlaşmazlığımızın "ne" olduğuna dair bir "teşhis" çabasına girip, bir "durum tesbiti" yapmak.
Hemen akabinde, bu "netice"ye yol veren "sebeb"i, yani "müessir"i, gerekli şahsî ve fikrî istişarelerle ehlinden tahkik etmek. Bu noktada, hem şahıslar hem de kitablar, bir "başvuru mercii" addedilebilir.
Son olarak, yukarıda arzetmeye çalıştığımız tarzda berraklaştırılmış bir "durum" ve "sebeb" tesbitinden sonra, "ne yapılmalı"ya, yani "çözüm"e karar verip, azim ve sebatla bu "reçete"yi tatbik etmek.
İşin aslı şu olsa gerektir ki, kendisini kendisinden -nefsinden!- ibaret sayan ve dünyaya bir "alacaklı" gözüyle bakan kişinin derdi hiçbir zaman bitmeyeceği gibi, kalıcı şifa da bulamayacaktır. Çözüm istikameti, bu mânâda tektir çünkü: Kendini "kendinden ibaret" saymamak, tam tersine, nefsini daima bir "bütün"e ircâ, âidiyet ve borçluluk içinde görebilmek. Yaşamanın mânâ ve gayesini, herkes ve herşeye duyduğu böyle bir "borç", nefsi dışındaki bir "gaye" ve bir ideale "nisbet"te müşahede edebilmek mealincedir işte bu çözüm; kendinden geçip kendini bulmak misâli.
"Logoterapi", üzerinde belki en ziyade durulması gereken mefhumdur ezcümle.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Anabamızla Anlaşmazlıklarımız
Çevremizle anlaşmazlıklarımızın belki ilk görüldüğü yer, ailemiz olsa gerektir. Anne ve baba, bir "kulluk borcu" olarak çocuklarını yetiştirip şekillendirmekle, onların maddî-manevî ihtiyaçlarını belli bir yaşa kadar karşılamakla mükellef şahsiyetlerdir. Allah, anababayı, Mütefekkir'in ifadesiyle "en güzel eserleri" hâlinde cemiyete kazandırsınlar diye çocuklarını yetiştirmekle mükellef kıldığı gibi, çocukları da "kulluk itaati" terbiyesini almaları ve "borçlu bir hizmetkâr" olduklarının şuuruna ermeleri için öncelikle anababaya itaatle mükellef kılmıştır sanki.
Bilhassa her türlü takdirin fevkinde hizmet ve fedakârlığıyla çocuklarını büyüten anne başta olmak üzere, ebeveynimize karşı olan bu borcumuz, bizim için "ödenemez" bir vasıf arzetmektedir. Öyleyse, anababamızla olan ihtilaflarımızda alttan alması gereken ve en ziyade fedakârlık yapması gereken kişiler, sadece ve yalnızca biz çocuklardır hâliyle. Aile, bizim "itaat" terbiyesini almakla mükellef kılındığımız bir yetiştirme ocağıdır ki, bu ocağın yaradılış hikmetine muvafık olarak, burada sesimizi en düşük seviyeye indirmemizin hikmeti de bir nebze âşikâr olsa gerektir. "Üf bile dememe" emrinin açıklık ve kesinliği önünde, izahat hamaratlığına mahal bile yok gerçi.
Ne var ki, henüz küçük bir çocuk da olsa, yetiştirilen madem ki bir insandır, onun da bir gün yuvadan uçacağı, zaten yuvasından uçup yeni yuvalar kurabilsin diye hayata hazırlandığı besbellidir. Demek ki, hernekadar çocuklarını kendi eserleri olarak gören ve böyle görmekten kurtulması pek mümkün görünmeyen ebeveynler içten içe kabullenmeye yanaşmasalar da, sadece "eser" değil, aynı zamanda "müessir" olan -"tesir edici" olan- bir insan, ilk çocukluktan sonra kendi yolunu takib edecek, kendi yolunu takible mükellef olacak ve artık şahsiyetini kendi "öz eseri" olarak kendisi şekillendirme istikametine girecektir. İBDA Külliyatında meâlen ifade edildiği üzere, artık "itaat ve korku"dan, "hürriyet ve cesaret" iklimine kanat açacaktır. Bu "kırılma"nın en az hasarla atlatılmasından mesul olan, şübhesiz anababasına ödenmez borcu olan çocuktur ve muhtemel hasarlardan dolayı en başta hesab vermesi gerekecek de yine elbette odur.
Özetle, çocuk, hem bedeni hem şahsiyetiyle yahud bedenen bir yere ayrılmasa dahi şahsiyetiyle yuvasından uçarken, sonsuz minnettarlığını hiç bıkmamacasına beyanla, "usulca" açılmalıdır cemiyet meydanına. Her nereye açılırsa açılsın, İslâm'ın açık emri mucibince, her fırsatta aslî yuvasına dönme ve hizmette kusur etmeme şiarını yaşatmalıdır daima.
Dostlarımızla Anlaşmazlıklarımız
Dünyaya bir alacaklı edâsıyla yaklaşmayan her "insan" için, dostluğun kıymeti âşikârdır. Meşhur deyişteki gibi, "Vefa, yalnızca bir semt ismi değildir." İyi kötü günlerimizi paylaştığımız, birbirimize sayısız iyilikle mukabele ettiğimiz, birbirimizden değeri ölçülemeyecek şeyler öğrendiğimiz, en zor zamanlarda birbirimizden güç aldığımız, "kendimiz" olan bir maziyi birlikte paylaştığımız dostlarımızı, sırf küçük "alacak" hesablarıyla veya küçük "zıdlaşma" bahaneleriyle gönlümüzden silip hayatımızdan çıkarmamız, şübhesiz yakışık alır bir şey değildir. Eski dostlarını gözünü kırpmadan silebilen, demektir ki şimdiki dostlarını da aynı hissizlikle silebilecektir. Şu hâlde o, dostluğuna hiçbir zaman itimad edilemeyecek belki en birinci kişidir.
Dost, iman dairesindeki sapmalar müstesnâ, sırf bu ortak bağ, karşılıklı borç ve mazi dolayısıyla "şartsız" sevilecek, zaman zaman kendisinden uzak da olunsa yahud belli bir süre kasden uzak da durulsa, yani öyle de gerekse, kalbten hiçbir zaman silinmeyecektir. Dost, şayet dostsa, pazara veya çıkarların zıdlaştığı yere kadar değil, mezara kadar dosttur ve bu bâbta söylenebilecek olan da bu kadardır bizce.
Ancak şurası da ayrıca bir hakikattir ki, en yakınından en uzağına kadar, kişi çevresindeki belki hiç kimseye "mutlak" bir itimad duymak durumunda değildir. Hatta en başta nefsine duymayacaktır böylesi bir itimadı. Başkalarının da kendisine böylesi "mutlak" bir itimad duymamasını hoş görecektir aynı şekilde. "Düşmez kalkmaz Bir Allah"tır madem, o hâlde, büyük büyük sözlerle o "dostluk" edebiyatı ve yine o sitem üstüne sitem niyedir? Eksiği veya kusuruyla dostları sevememek ve yaradılış hikmeti zımnında dostların birbirinden güç alamaması niye? Veyahud, sanki hiç kusursuzmuşçasına nefsine duyulmasını istediği o mutlak itimad niye?
En güzel dostluk, eksiklerin birbirini tamamladığı, beşer hüviyetiyle birbirinin kusuruna örtü olduğu ve alacaklıların çatıştığı değil de borçluların her daim birbirine hizmet ettiğidir bizce.
Genel Olarak Anlaşmazlıklarımız
Hayatta türlü insanla münasebet kurmamız icab eder ki, kimisi yakın, kimisi de uzak çevremizdendir. Bunların bazıları yakın dostumuz veya akrabamızken, bazıları da sadece "bir süre" birlikte iş yaptıklarımızdır. Tabiî ki, her kesimden insanla zaman zaman anlaşamadığımız demler olur. Yakınlarımıza olan "şartsız" yakınlığımız ve kalbî bağlılığımız bir yana, peki halka halka çevremizdeki diğer tanıdıklarla olan anlaşmazlıklarda ne yapmalıyız?
İBDA'nın iş ölçüsü malûm: "İş işe, adam adama bağlı". Bundan anladığımız yahud bizce anlamamız gereken şudur ki, kısa veya uzun süreli bir insanî münasebetin gereği, o münasebetten güdülen gayenin temini olmalıdır. Bakkala gidiyorsak, belli ki maddî bir ihtiyacımız sözkonusudur ve bu âcil ihtiyacı karşılamaktır bizim için asıl olan. "Çok susamıştım, su almaya bakkala gittim, fakat bakkal sigara tiryakisiydi, ben de tiryakileri sevmem, bu yüzden bir şey almadan çıktım, gerçi susuzluktan tüm gün kıvrandım ama, prensiblerime de sadık kaldığım için huzurluyum" diyen kişinin öncelikli vasfı nedir sizce? Bizce "ahmaklığı"dır ki, oraya gidişinin gayesi sadece suyunu alıp çıkmaktır çünkü, bakkalın huyu veya kaşı gözü değil. Bakkalın tiryakiliği, yalnızca onunla aynı ortamda sürekli çalışacak yahud o kişiyle evlenmeyi düşünecek kişiyi ilgilendirir öncelikle, susuzluktan kıvrananı değil.
"Bakkal" için söylediklerimizi diğer ilim, sanat, zanaat veya hüner erbabına şâmil kılarsak, tüm bu insanlarla münasebetimizin "aslî" niteliğini de daha net kavramış oluruz: Kendi başımıza yapamayacağımız bir işimizi görmek, bir ihtiyacımızı gidermek, bir gayeyi tahakkuk ettirmek, bir hedefe varmak, bir eksiğimizi tamamlamak, vesaire. Kaldı ki, tüm bunları o kişiler sayesinde temin ettiğimiz için, şahsen tasvib etmediğimiz yönleri bulunsa dahi, hepsine o "fayda"ları bakımından minnettar olacağımız, bir şükran borcu duyacağımız izahtan varestedir.
Diğer taraftan, hangi mevkide olursak olalım yahud kendimize hangi mevkii yakıştırırsak yakıştıralım, ehli olmadığımız veya bir başkasının hünerine ihtiyaç duyduğumuz hemen her sahada, o sahanın ehline "tâbi" olmaktan başkaca bir çıkış yolu yoktur. Devlet başkanı da olsa, uçağa bindiyse pilotun talimatlarına uyacak, gemiye bindiyse kaptanın tavsiyeleri istikametinde davranacak, doktora gittiyse o ne derse yapacak, terziye gittiyse ölçüsü alınırken kendisinden istendiği gibi davranacak, velhasıl, madem ki bir "iş"inin görülmesini istemektedir, öyleyse o işin "adam"ına ve "âdâb"ına da tâbi olacaktır. Şübhesiz bu, "daimi" değil, çoğu o işin görülmesi süresiyle sınırlı olacaktır, ancak, hemen daima bu çerçevede olacaktır. Elbette tüm bu hizmetler veya haricî yardımlar sırasında, kendisine hizmet veya yardım eden kişinin "o işin niteliğini etkilemeyen" huyuyla ve kaşı gözüyle de ilgilenmeyecektir. Yoksa, tipini beğendiği bir pilot bulamadığı için otobüsle Çin'e gitmeye, kaptanı itici bulduğu için adaya yüzerek gitmeye, huyunu beğendiği bir doktor bulamadığı için komaya girmeye tüm dillerde konulacak belki ilk teşhis, yine "ahmaklık"tır.
Sözün özü, yaradılışın, yaşamanın ve anlaşmanın "anahtar" mefhumu, bizce, "Bir"e ve "Bütün"e olan kulluğumuz, tâbiliğimiz ve borçluluğumuzdur. Dünyaya borç ödemeye değil de "almaya" gelmiş muhterisler içinse, aslen tadı tuzu yoktur hayatın, çalar acı saati elleri bomboş kalmanın; çünkü, dünyada her istediğini alabilmiş, biraz alsa da bir zerre olsun öteye götürebilmiş herhangi bir "alacaklı" yoktur. Bugün ödenmeyen borçlar birikir birikir de, tek tek sorulur hesabı nasıl olsa. Şimdi değilse de sonra, ama mutlaka.
Aylık Kasım 2009
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt