Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

ANLAŞMAK veya ANLAŞAMAMAK (1 Kullanıcı)

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
ANLAŞMAK YAHUT ANLAŞAMAMAK, İŞTE BÜTÜN MESELE!

Hayreddin Soykan






Genç Düşünebilse, İhtiyar Yapabilse!

Fransız fikir ve sanat adamı Andre Maurois'in "Duygular ve Âdetler" adlı eserinde geçen şu sözler, kimbilir neler anlatır her birimize:

«Çocukların hayata ilk atıldıkları zamanlarda karşılaştıkları zorlukları gören ana baba, o yaşta kendi yaptıkları hatâları hatırlar ve bunlardan sevdikleri yavrularını korumak için onlara kendi tecrübelerini aşılamak gibi sâf bir harekete başvururlar. Bu tehlikeli bir teşebbüstür. Çünkü tecrübe aşılanamaz. Her insanın her çağı yaşayarak geçmesi, "fikirlerin ve çağların" beraber tekâmül etmesi gerektir. Öyle faziletler vardır ki vücudun ihtiyarlığına bağlıdır; hiçbir söz, hiçbir öğüt onları bir gence öğretemez. (...)

Tecrübenin bir değeri varsa, o da bir acı mukabilinde elde edilmiş olmasındandır. Bu acı tarafından vücuda kakılmış olan tecrübe, vücutla birlikte fikri de istediği kalıba sokmuştur. Devlet adamını realist yapan şey, uykusuz geceler ve gerçekle yaptığı mücadelelerdir; bu uykusuz gecelerini ve mücadelelerini, dünyayı zahmetsizce başka kalıba sokmak isteyen genç bir idealiste aşılaması ondan nasıl beklenir? Olgun yaş, gençliğe sevginin kaçıcı bir şey olduğunu nasıl kabul ettirir? (...) Bize mânâ, hâtıra ve misalle dolu gibi gelen öğütlerimiz, çocuklarımız için nazarî ve sıkıcı olur. Biz fizyolojik bakımdan mümkün olmayan bir şeyi, meselâ yirmi yaşındaki bir kızı akıllı uslu ihtiyar bir kadına çevirmek isteriz.»

Sadece başkalarıyla değil, en başta kendi içimizde, kendi benliğimizde yaşadığımız da dahil, nice “çatışma”, nice “anlaşmazlık” yaşamış, ancak, sonradan gelmiştir aklımız başımıza. Şöyle ki, en sonunda anladığımız, kendimizle barışmak dahil, her insanla pekâlâ anlaşılabileceği hususu olmuştur. Yeter ki, kendimize yahut dışımıza hitabımız, muhatabın şahsiyetine, anlayışına, hassasiyetine, yaşına, cinsiyetine, mevkiine, içinde bulunduğu yer ve zamana, artık bu çizgide göz önünde bulundurulması gereken ne varsa, tümüne “uygun” olabilsin; yani olabilseydi!

Bebekle ona uygun, çocukla ona uygun, gençle ona uygun, yetişkinle ona uygun, kadınla ona uygun, erkekle ona uygun, dostumuzla ona uygun, öz kardeşimizle ona uygun, annemizle ona uygun, babamızla ona uygun, dostumuzla ona uygun, iş arkadaşımızla ona uygun, patronumuzla ona uygun, müşterimizle ona uygun, komşumuzla ona uygun, milletin bir ferdiyle ona uygun, hatta düşmanımızla dahi ona uygun, yine ve hassaten liderimizle ona uygun, dâvâ kardeşimizle ona uygun, ezcümle herkes ama herkesle onlara uygun bir “dil”le hitab edebilir, hepsiyle nitelikleri başka başka olsa da muhteşem “anlayış köprüleri” kurabilirdik. Kurabilirdik, şayet o gün “nasıl”ını bilebilseydik! Yahut, az çok bildiklerimizi yapabilseydik! Söz dönüp dolaşıp şuraya varıyor, tarih boyunca da hep oraya vardığı gibi:

“Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse!”

Şöyle veya böyle aklımız başımıza geliyor gelmesine belki ama, çoğu iş işten geçmiş, Basra harabeye dönmüş oluyor. Yapılması yahut söylenmesi gerekenlerin şuur ve tecrübesine, yapılmaması ve söylenmemesi gerekenleri mebzul mikyasta sergiledikten sonra varabiliyoruz ancak. Buysa, davranışlarımızın plansızlığından doğuyor; bir başka deyişle, neyi, nerede ve nasıl yapabileceğimize dair temel bir malûmata, kazanılmış bir melekeye daha en başında ve en lâzım olduğu ânda mâlik olamayışımızdan neş’et ediyor. Hangi yöne nasıl gidileceğini gösteren bir “pusula”sı olmaksızın, bata çıka, el yordamıyla açık denizleri fethe çıkan kaptan gibiyiz çoğumuz.

Meâlen, “Plân, işe takaddüm eden fikirdir” der Üstad Necib Fazıl. İşten önce gelen, yani gelmesi gereken ve bizi çıkmazlara, darboğazlara, mevzuumuzla ilgisi itibariyle, anlaşmazlık ve çatışmalara girmekten alıkoyacak bir “fikir plânı”, bir “fikir pusulası” gereği! Neyleyelim ki, milletin bir ferdi olarak şahsımızı da pek istisnâ etmeden, biz önce eksik gedik istediğimiz ve bildiğimiz neyse onu yapar, aslını esasını tam bilmesek dahi dikine dikine gider, ancak duvara toslayıp bir adım daha gidemeyince çare araştırmayı severiz. Yine Üstadın mütemadiyen altını çizdiği üzere, milletimizin umumî zaafıdır bu nevî fikirsizlik, plansızlık ve dibe vuruncaya dek istediğimiz ve bildiğimiz neyse onda ısrar. Oysa, en basit bir cihazın bile bir “kullanım kılavuzu” ön bilgisi ve “tamir şartnamesi” mevcutken, “insan” gibi sırrı ilk insandan bu yana hiç durmadan aranmış ve tüm ilerlemelere rağmen hâlâ daha bu okyanusun kıyısına dahi ulaşılamamış bir “âlem”i yeterince anladığımızı düşünür, alelâde bir cihazı kurcalamaktan korktuğumuzun onda biri kadar korkmayız onu örselemekten; çekinmeyiz kendimiz, çevremiz ve insanî münasebetlerimizi hoyratça hırpalamaktan. Olgun insanı ve sağlıklı insan münasebetlerini inşâya, baştan değil de sondan, temelden değil de çatıdan, gençlikten değil de yaşlılıktan başlarız sanki.

Genç demişken; elbette “genç”, gençliğinin getirdiği bir ruh ve davranış temayülüyle ayrılır çocuk ve yetişkinden. Bu meyanda, kuşkusuz düşe kalka tecrübelerini damıtacak ve olgunlaşacaktır o. Ama hiç olmazsa, düşünce elinden tutup onu kaldıracak, sorunca cevabını takdim edecek büyükleri, örnek alacağı şahsiyetler, “rol modelleri” olmalıdır yanıbaşında. İşte o zaman değerlidir bir tecrübe, ancak o zaman değerlidir yol yordam gösterici fikir.

Peki ya bugünkü gibi olur da, ne genci ne de yaşlısı, neyi nasıl yapması gerektiğinin yeterli ve sahih bir fikrine sahib olmazsa? Genci de yaşlısı da “el yordamıyla” yürütüyorsa insan münasebetlerini? Türlü “münasebetsizlik” olur tabiî ki netice. İslâm ahlâkından bigâne fertler ve devletler eliyle “orman kanunu” öttürür borusunu. İnsandan insana sohbet ve muhabbet değil, kurttan kurda hırıltılar duyulur dört bir yandan. Anlaşmanın güzelliği şefkatle sarıp sarmalamaz da, anlaşmazlığın yakıcı nefesi kavurur fert ve toplumları. Dünyamızdaki gibi, cemiyetimizdeki gibi, camiamız ve ailemizdeki gibi, saymaya ne gerek, her köşe başındaki gibi.

O hâlde insan münasebetlerine dair “temel”den başlamalı deriz konuşmaya, davranmazdan evvel bakmalıyız deriz “davranış fikri”ne sahib olmaya, cümle kurmazdan önce öğrenilip öğretilmeli diye düşünürüz dilin mânâ ve değeri, anlaşmazlık henüz doğmadan bilmeli anlaşmazlığa yol vermemeyi, anlaşmazlık kaçınılmaz olacaksa da önceden elimizde olmalı panzehir, üstelik “anlaşmazlık” zannedilenin “büyük anlayış”ın sıçrama tahtası olabileceği bilinmeli en başta, felâketin “anlaşmazlık” addedilenlerin bizâtihi kendisinde değil onu “yönetememek”te bulunduğu farkedilmeli öncelikle.

Olması gereken böyle; ya biz neresindeyiz bunun? Biz de şahsen başın başındayız belki. Geçmişe şöyle bir dönüp bakınca, pek de iç açıcı değil gördüğümüz manzara. Ne var ki, öğrenmenin yaşı ve mevkii, karınca kederince ve ders kitabı mikyasınca da olsa, zaten bilinenleri paylaşmaktan kaçışın gereği yok. “O kadar geç, o kadar geç ki, erken sayabiliriz” demiş ya İngiliz şair Şekspir, neyin olmaması gerektiğini derinden anlamak içindi belki tüm olmaması gerekenler. Bu yüzden, belki tam da o vakit bu vakittir “temel”den başlamak için. Hele bir başka İngilizin hikâyesini okuyunca şimdi, hâlâ bile ne kadar genç olduğumuzu farkedeceğiz öğrenmek için:

“Emekli İngiliz asker Michael Cobb, 91 yaşında doktora diploması alarak dünyanın en yaşlı öğrencisi unvanını elde etti. II. Dünya Savaşı gazisi olan Cobb, Cambridge Üniversitesi’nde FELSEFE üzerine doktorasını tamamladı.”

Öyleyse daha fazla gecikmeyelim, sizi de geciktirmeyelim.


Anlaşma Süreci ve Tarafları

Karşılıklı ANLAŞMA faaliyeti, “konuşan” ve “dinleyen”, “yazan” ve “okuyan”, “bildiren” ve “bildirilen”, “ikna eden” ve “ikna edilen”, “haber veren” ve “haberdar edilen” gibi, kutublardan biri “bir veya çok” fertten oluşsa da, temelde “KAYNAK” ve “ALICI” olarak nitelendirilen iki “taraf” arasında gidip gelen “karşılıklı” bir sürece dairdir.

Bu bir “anlaşma”dır; çünkü taraflardan yalnızca biri “tek başına” anlamak durumunda olmayıp, her iki taraf da bir diğerini “anlamak” durumundadır. Demek ki, bu faaliyetin ismi “anlamak” değil, “karşılıklı anlamak” mânâsına “ANLAŞMAK”tır.

Peki “anlaşma” mutlak mıdır? Şübhesiz, hayır! Karşılıklı fikir ve duygu naklinin, birisi "kaynak", diğeri de "alıcı" kişi olan iki mihrakının mevcudiyetine nazaran, birinin diğerine nakletmeye çalıştığı "mânâ", onu idrak eden muhatabın eksik ve yanlış anlayışından ötede bir yerde duracaktır çoğu. Fakat, "anlam" da bir bakıma bu demek değil mi zaten; muhatabın, kendisine ifade edilenlerden "anladığı" yahut “anladığı kadarı”? Kimse kimsenin kalbine, gözüne, perspektifine, tarih ve tecrübesine “aynen” sahib olamayacağına göre ve farzımuhal olsaydı bile bu kez “benlik” diye bir şey bulunmayacağına göre, bir diğerini “yüzde yüz” anlamak ve muhatabına “mutlak” biçimde nüfûz etmek mevzubahis olmayacaktır. Mesele, muhatabını yeterince ve en iyi şekilde “anlamak”, bir diğeriyle karşılıklı olarak en yetkin seviyede “anlaşmak”tır özetle.

Kaldı ki, “anlamak” yahut “anlaşmak”, bizim kavramları kendimizce mânâlandırmamız çerçevesinde, muhatabın görüşlerine, duygu ve düşüncelerine yüzde yüz iştirak da değildir. “Ne demek istediğini anlıyorum, sen de benim ne kastettiğimi anlıyorsun, bu noktada ANLAŞIYORUZ belki ama, söylediklerine hiç de KATILMIYORUM!” diyebiliriz pekâlâ.

Şu hâlde, iki tür “anlaşma” yahut aynı istikamette iki tür “anlaşmazlık” tesbit edebiliriz:

“Anlaşma”nın iki türünden birincisi, muhatabın kasdını karşılıklı olarak “anlamak”; ikincisindeyse, kasdını anladığı o muhatabın naklettiği duygu ve düşüncelere büyük ölçüde veya aynen “katılmak”, her iki taraf da “aynı görüş”te “buluşmak”tır.

“Anlaşmazlık” bahsindeki iki türe gelince: İlki, muhatabın kasdını pek güzel anlamak ve böylece “anlatılmak istenen”in ne olduğunda her iki taraf da pek güzel anlaşmak, fakat muhatabın dile getirdiği görüşlere büyük ölçüde veya tamamen “katılmamak”tır. İkinci “anlaşmazlık” ise, muhatabının kasdını yeterince anlayamamaktan yahut muhatabın derdini gereğince anlatamamasından veya bunların her ikisi de olmayıp “haricî” faktörlerden kaynaklanan, “eksik veya yanlış anlamak”tır.

Uzmanları, “yetersiz anlatma” veya “yetersiz anlama” belirten veyahut “dış” şartlardan mütevellid bu ikinci türden “anlaşmazlık” doğurucu faktörlere “GÜRÜLTÜ” diyor. “Gürültü”, dışarıdaki arabaların veya evdeki çocukların gürültüsü olabileceği gibi, taraflardan birinin fizyolojik (ağrı, açlık, yorgunluk, üşümek vs.) yahut ruhî hâllerinden (korku, öfke, şiddetli heyecan, gerginlik vs.) doğan yoğunlaşamama sebebleri; yine konuşmanın geçtiği yerin kokusundan, renginden, dağınıklığından, sıcaklığından, nizam tarzından kaynaklanan türlü “dikkat dağıtıcı” engel; ilâveten, kişilere dönük peşin hükümler ve menfî tutumlar gibi psikolojik; son olarak, farklı bilgi seviyelerinden, toplum kesimlerinden, kültür çevrelerinden gelmekten dolayı taraflar arasına giren fikrî, içtimaî ve kültürel mânialar da olabilir. Ne olduğu farketmiyor; muhatabınızın söylediklerine veya yazdıklarına “dikkat”inizi vermenizi ve onun kasdını anlamanızı engelleyen her şey, literatürde bir “gürültü”dür.

Devam edelim: “Anlaşmak”, aynı zamanda bir “süreç” ifadesidir. “Süreç” ise, bünyesinde bir değişim, dönüşüm, gelişim, etkileşim barındıran ve birbirini izleyen safhalar hâlinde bir “bütünlük” belirten dinamizmdir. Biri hiç değişmeden “öylesine yazar veya söyler”, diğeri bulunduğu yerde yine hiç değişmeden “öylesine okur veya dinler” değildir. Tam tersine, yazılan ve söylenen her kelimeyle, ifade edilen her şeyle birlikte, “kaynak” da, “alıcı” da değişir, dönüşür, gelişir ve başkalaşır. Söyleyenin kendisi kadar, “söylenen” her şey de, söylenmezden önceki şey değildir artık. Aynı şekilde, dinleyen veya okuyan kadar, “duyulan” yahut “okunan” şey de artık anlamlandırılmazdan önceki şey değildir. “Etkileşim” gerçekleşmiş, kişiler kadar, kişilerin anlayışına mevzu “mesajlar” da yeni bir renk ve nitelik kazanmıştır. Çünkü, o mesajlar “öyle” anlaşılmıştır ve artık çevreye de bu tarzda sirayet edecektir. “Yeni” kişiler “yeni” anlayışlarıyla, varolan “anlamlandırmalar”ı müsbet veya menfi tenkid ederek, yani geliştirerek veya reddederek o mevcut mesajlara “bambaşka” bir anlam kazandırıncaya dek elbet!

“MESAJ” üzerinde biraz daha duralım dilerseniz. Mesaj, “KAYNAK” kişinin, “muhteva” ve “şekil” olarak, muhataba ilettiği “bütün”dür diyebiliriz. Mesaj muhtevası, “kaynak” kişinin iç dünyasındaki “mânevî unsurlar”, onun duygu ve düşünceleridir. Mesaj şekli ise, bu duygu ve düşüncelerin kendisinde yapılandırıldığı “sembolik biçim”; kelimeler, cümleler, sesler, harfler, jestler (beden hareketleri), mimikler (yüz ifadeleri), resimler, şekiller ve benzeri “göstergeler”den, sembollerden, işaretlerden dokunmuş bir “yapı”dır. Muhatabın duyularıyla “algılayabileceği” bir biçimdir artık o. Gerek “muhteva” gerekse “şekil” olarak bir “bütünlük” arzedecek tarzda inşâ edilen bu “yapı”, “kaynak” kişinin kasdını muhataba ileten bir “elçi”dir ezcümle. Kısaca, muhteva “mânevî”, yani “görünmez”; şekil “müşahhas”, yani “duyularla algılanır”dır.

İBDA’nın “bilgi”ye dair, onun “varlığın muhtevâsından şuurun çıkardığı form” olduğu tesbiti dikkate alınırsa, mesajın “mânevî” cebhesine âit unsurlardan saydığımız “düşünce” de bir “form-biçim” niteliği belirtecektir ki, bu bakımdan o, elbette “görünmez”dir. Demek ki, mesajın “şeklî” veya “görünür” cebhesi olarak arzettiğimiz husus, aslında zihnimizdeki “görünmez” bir biçimin “madde”ye aksetmiş yahut şuurlu olarak aksettirilmiş bir “hatırlatıcısı”, bir deyişle aslî “form”un elçisidir. Maddî formlara, meselâ işittiğimiz veya okuduğumuz bir cümleye, tâbiri câizse, “formun kendisine aksettiği form” da diyebiliriz. Şayet “iç form” yoksa, dıştaki maddî unsurlar “form” kavramının haysiyetiyle hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak, derme çatma tertib veya yığın hüviyetinden öteye geçemeyecek çerçöpten ibaret kalacaktır. Kıymet birincisindedir ve ikincisinin değeri, ancak “vesile” veya “köprü” olarak ilkini aksettirebildiğincedir.
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
Asıl derinden idrak edilmesi gereken şudur ki, “anlaşmak”, hakikatte, kalbten kalbe ve zihinden zihne gerçekleşen bir faaliyettir. Kalbinde olgunlaşmamış, zihninde biçimlenmemiş bir mânâyı, hiç kimse “maddî” hatırlatıcılara yaslanarak, onlarla oynayarak, keyfince düzenleyerek, bir başkasına aktaramaz. Muhatabın susuzluğunu, içi boş bardaklarla dindirme gayretidir çünkü bu. Candan hissedilmeyen ve net biçimde fikredilmeyeni takdim beyhude bir gayret olup, sahte para veya taklit mücevher imâl etme cümlesindendir. Kalbi kımıldatmaması, zihni harekete geçirmemesi de, işte sadece bundandır. “Yok” hükmündedir çünkü o. “Olmayan bir şey”i alıp veriyor gibi yapanlar, böyle konuşup yazanlarla bunları dinleyip okuyanlar, bu zâviyeden, sanki bir “pandomim” yapıyor gibidir. Masaldaki, “sadece akıllıların görebildiği paha biçilmez elbise”yi, yani “olmayan bir şey”i güya dokuyanlarla güya beğenip alkışlayanlar misâli.

Anlaşmanın unsurları bahsine dönelim ve kısaca sonuncusuna temas edelim. Bunun için de soralım: Peki nasıl ulaşır mesajlarımız muhataba?

Nakledilmek istenen mânâyı, duygu ve düşünceyi, asıl oluşuna dikkat çektiğimiz mânevî formu “hatırlatıcı” veya “aksettirici” bu maddî formlar, daha doğrusu mesajın bu maddî şekil ve unsurları, “kaynak” ve “alıcı” arasında “duyulara hitab eden” kanal ve araçlardan, böylesi “oluk”lardan akar, gider ve gelir. Sinir sistemi, ses dalgaları, radyo dalgaları, ses telleri, radyo, kitab, dergi, telefon, televizyon, internet ve sayısız diğerleri, mesajların üzerinde ve sayesinde gidip geldiği “oluk”lardır hep.

Bundan sonra tekrar başa dönecek; şu âna kadar genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız “anlaşmanın işleyiş süreci”ni, bu kez biraz daha teferruatlandırmayı deneyeceğiz.

Aylık Dergisi, Aralık 2008



DİĞER MAKALELER

- Teşkilatçının Hitab Tarzına Dair

- Parçalara Mıhlı Hissiyatın Gölgelediği

- Eski Baasçılar Direnişi Meşrulaştırmak İçin Nakşibendi Sufisi Oldu / Abdul Hameed Bakier (Tercüme)

- Türkiye'nin İslami Büyük Doğu Akıncıları El Kaide İle Bağ Tesis Etmeye mi Çalışıyor?/ Gareth Jenkins (Tercüme)

- Aynalar

- Mutasavvıf Mücahidler / Khurram Zaman (Tercüme)

- Ocağı Tutuştururken

- "Enformasyon" Deyince

- Kelime Etiketleri Arasında Yiten "Gerçek"

- Sartre Vesilesiyle "Yaşayan" Necib Fazıl

- Dokka Umarov: "Mücahid Saflarındaki Büyük Arınma Devam Ediyor" (Tercüme)

- Siyaset Satrancı

- Batılı Enformasyon ve Teknolojik Kıskaç

- Şuur ve Hafızanın İnşa Ettiği "Hikaye"

- Amerika'dan Furkan Mektubları / Y. Richardson (Tercüme: Hayreddin Soykan)

- Prof. Dr. William Chittick İle Muhyiddin-i Arabî Üzerine (Röp: Hayreddin Soykan)

- Muhyiddin-i Arabî Vesilesiyle

- Prof. Dr. Carl Ernst ile Muhyiddin-i Arabî Üzerine (Röp: Hayreddin Soykan)

- Yazı, Fikir Mimarisi ve Hafızaya Dair

- Kültürümüzü Var Edici Hafızanın İnşası

- Prof. Pablo Beneito ile Muhyiddin-i Arabî Üzerine (Röp: Hayreddin Soykan)

- Nasıl Anlaşır Yahut Anlaşamayız?

- İnsan: "Sembolleştiren Hayvan"

- Prof. James W. Morris ile Muhyiddin-i Arabî Üzerine (Röp: Hayreddin Soykan)

- Güdük ve Bunak Toplumun İlacı
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Asıl derinden idrak edilmesi gereken şudur ki, “anlaşmak”, hakikatte, kalbten kalbe ve zihinden zihne gerçekleşen bir faaliyettir. Kalbinde olgunlaşmamış, zihninde biçimlenmemiş bir mânâyı, hiç kimse “maddî” hatırlatıcılara yaslanarak, onlarla oynayarak, keyfince düzenleyerek, bir başkasına aktaramaz. Muhatabın susuzluğunu, içi boş bardaklarla dindirme gayretidir çünkü bu. Candan hissedilmeyen ve net biçimde fikredilmeyeni takdim beyhude bir gayret olup, sahte para veya taklit mücevher imâl etme cümlesindendir. Kalbi kımıldatmaması, zihni harekete geçirmemesi de, işte sadece bundandır. “Yok” hükmündedir çünkü o. “Olmayan bir şey”i alıp veriyor gibi yapanlar, böyle konuşup yazanlarla bunları dinleyip okuyanlar, bu zâviyeden, sanki bir “pandomim” yapıyor gibidir. Masaldaki, “sadece akıllıların görebildiği paha biçilmez elbise”yi, yani “olmayan bir şey”i güya dokuyanlarla güya beğenip alkışlayanlar misâli.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
TELEVİZYON, EVİN SAHİBİ



Nereye gidiyoruz yazı serisi (1)


Ülkemiz, televizyonla 70’li yıllarda tanıştı. O sıralar hükümette Sayın Süleyman Demirel Başbakan, AP Adalet Partisi de iktidar partisi olarak bulunmaktadır. Daha önce Avrupa ve Amerika’da belki Avustralya gibi gelişmiş olduğu söylenen ülkelerde televizyon yayın hayatına başlamış ve hatta renkli televizyon yayınlar yapıyordu.
Bize ilk defa renksiz siyah beyaz televizyonlar getirildi. Yapılan televizyon programları ve çekimleri, bunların yayınlarında kullanılan stüdyolar, kameralar, alıcılar, bütün televizyon vericileri ve bunlara ait bütün yardımcı ve destek malzemeleri siyah beyaz yayına göre kuruldu. Borçlu bir ülke olmamıza rağmen ülkemize televizyon gelsin diye milyarlar, trilyonlar harcandı.
90’lı yılların başına gelindiğinde televizyon yayınları için kurduğumuz bunca yatırımları bir kalemde sildik ve bu sefer renkli televizyon yayıncılığı için gerekli bütün araç ve gerece yine milyarlarca, trilyonlarca para harcama yoluna gittik.
Bir tane akıllı devlet adamımız çıkıp da; “Durun yahu ne yapıyorsunuz? Eğer televizyon yayınına geçeceksek, direkt olarak asrımızda kullanılan renkli televizyon yayınına geçelim. Bir kere yatırım yapalım, bir daha söküp takmayalım” demedi.
Hâlbuki o günkü iktidar ve muhalefet partileri yani Sayın Demirel ve Sayın Ecevit bugün Sayın Erdoğan’la Sayın Baykal’ın bugün yaptıkları gibi durmadan birbirlerine atıp tutuyorlardı. Bu atıp tutmalarda ülkemizin can alıcı bu noktası hep unutulmuştu.
Aradan geçen 20 yılda siyah beyaz televizyonlar bütün köylerimize kadar girmiş artık ülkemiz bu cihazlara doyum noktasına gelmişti. Bu sefer renkli televizyonlara merhaba dedik.
Batının peşinde giden bir ülke olarak bir kere daha Batıdan kazık yemiş, milyarlarca, trilyonlarla liramız toz olup havaya gitmişti.
TEVİZYON BAŞSEDİRE KURULUYOR
1980’li yıllar. O esnada biri oğlan ikisi kız üç evladım bulunmaktadır. Bunlar ilkokula gitmekte, akşam da evde öğretmenin verdiği ödevleri yapmaktadırlar. Hele her akşam eve geldiğimde çocuklarımın üçünün de “babamız geldi” diyerek ve koşarak beni karşılamaya dairenin kapısına kadar gelmelerini hala hatırlıyor ve o günleri acı acı yâd ediyorum.
O yıllar ben eve henüz televizyon almamıştım. Zira televizyon programlarının ve dizilerin en azından çocukların derslerinden alıkoyacağını tahmin ediyor, zaman zaman hanımım; “çocuklar televizyon seyretmeye komşulara gidiyorlar. Biz komşuları rahatsız eder olduk, artık biz de televizyon alalım” diyerek, televizyon almak gerektiğini söylese de.
Ben ise bu talebi geçiştirmeye çalışıyor, “Hanım. Ben televizyonda son sistem icat edildiği zamanı bekliyorum. İşte o zaman alacağım hem de iki tane…” diyordum.
Bir gün yine işimden evime geldim. Kapıyı çaldım. A. Oda ne? Kapıyı sadece hanım açtı. Her zaman koşarak gelen çocuklarım bu kere beni karşılamaya gelmemişlerdi. Hanıma;
    • Hayrola. Çocuklar evde yoklar mı? Niçin beni karşılamaya gelmediler” dedim.
    • Evdeler. Ama televizyon seyrediyorlar, demesin mi? Başımdan vurulmuşa
döndüm. Hanım anlatmaya devam etti.
Baban, (Büyük torunun oğlanı çok severdi) evine renkli televizyon almış. Elindeki siyah beyaz televizyonu da torunum seyretsin diye bize getirmiş. “Geldi. Kendi elleriyle kurdu. Çocuklar da şimdi onu seyrediyorlar” dedi.
TELEVİZYONUN SUÇU YOK
Bıçağı, insanı tedavi için ve ameliyatta kullanırsanız çok faydalı bir alet olur. İnsanın ilaçlarla kurtulamayacağı dertlerden kurtarır. Ama aynı bıçağı suçsuz bir insanı bıçaklamakta kullanırsanız o kadar zararlı bir alet olur. Televizyon da bunun gibidir ve aslında çok masumdur. Onun hangi maksatlarla kullanıldığı çok önemlidir. İyi ellerde halkı ve insanları doğruya yönetmede çok büyük alettir. Ancak yanlış ellerde bir o kadar büyük tesiri olan bir cihazdır ki toplumu anarşinin ve kaosun içine çekerek yok eder.
Ancak bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de “para babaları” televizyonu sahibi olduklarından kanalları, kendi emellerini halk üzerinde uygulamakta ve onu yönlendirmekte kullanmaktadırlar. Siyasiler üzerinde baskılar kurmakta, yalan yanlış gündemler belirleyerek onları kendi çıkarlarına hizmet etmeye zorlamaktadırlar.
Şurası asla unutulmamalıdır ki televizyon başta olmak üzere medyanın diğer organlarını yani gazeteler, dergiler, internet sitelerine kimler sahip, onları kimler kullanıyorsa insanlığı onlar yönetiyor demektir.
Bir bakın bakalım, ülkemizde ve dünyada televizyonlar ile kimlerin dedikleri gerçekleşiyor. Ülkeler nasıl işgal ediliyor? İnsanları nasıl öldürülüyor, kadınlarına ve kızlarına tecavüz ediliyor? Yeraltı ve yer üstü kaynakları nasıl sömürülüyor? Dikkat edin işte o zihniyet önce televizyonlarına sahip oluyor sonra halka ve ülkelere sahip oluyor. Medyayı daha doğrusu televizyonun kıymeti bilmeyen ve ondan kaçan topluluklar, sonunda televizyonu kullananların esiri ve kölesi oluyorlar.
KANALLAR, FOSEPTİK KANALI OLMASIN
Bir iki televizyon kanalı hariç bütün kanallar haberlerinde, yorumlarında, dizi filmlerinde maalesef milli değerlerimizin aleyhinde oluyor ve Batının ahlaksız filmlerini göstermekte yarışıyorlar. Çok affedersiniz bu gün televizyon ekranları “genelevlere açılan birer pencere” durumuna gelmişlerdir. Her gün her saat bunları halkımıza, gençlerimize ve özellikle çocuklarımıza seyrettirmektedirler.
70’li yıllardan bu güne neticede “toplumun temeli olan aile yıkılmaya yüz tutmuş, evlenmek ve nikâh yerine zina ve fuhuş artmış, boşanmalar almış başını gitmiştir. Bir yerde kimsesiz bir kadın ve kız varsa onun namusu bizim namusumuzdur denilmesi gerekirken o tecavüze maruz kalmıştır.
2008 yılı Kurban Bayramının 3. günü Aksaray’da yalnız yaşayan 45 yaşındaki bir hanım kardeşimizin evine bayramlaşmak bahanesi ile 3 çocuk geliyor. Bunlardan birisi 15 diğerleri 14 yaşlarındalar. Eve girdikten sonra o hanıma zorla tecavüz ediyorlar, bir miktar parasını alıyorlar ve üzerine de işeyerek çıkıp gidiyorlar.
Habere, kanınız mı dondu? Bu yanlış gidişe dur demeyecek olunursa bir gün hepimizin kapısının çalınacağı mukadder değil midir?


 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt