osman gazi
Yasaklı Kullanıcı
- Katılım
- 28 Ara 2008
- Mesajlar
- 716
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 54
ANLAŞMAK YAHUT ANLAŞAMAMAK, İŞTE BÜTÜN MESELE!
Hayreddin Soykan
Genç Düşünebilse, İhtiyar Yapabilse!
Fransız fikir ve sanat adamı Andre Maurois'in "Duygular ve Âdetler" adlı eserinde geçen şu sözler, kimbilir neler anlatır her birimize:
«Çocukların hayata ilk atıldıkları zamanlarda karşılaştıkları zorlukları gören ana baba, o yaşta kendi yaptıkları hatâları hatırlar ve bunlardan sevdikleri yavrularını korumak için onlara kendi tecrübelerini aşılamak gibi sâf bir harekete başvururlar. Bu tehlikeli bir teşebbüstür. Çünkü tecrübe aşılanamaz. Her insanın her çağı yaşayarak geçmesi, "fikirlerin ve çağların" beraber tekâmül etmesi gerektir. Öyle faziletler vardır ki vücudun ihtiyarlığına bağlıdır; hiçbir söz, hiçbir öğüt onları bir gence öğretemez. (...)
Tecrübenin bir değeri varsa, o da bir acı mukabilinde elde edilmiş olmasındandır. Bu acı tarafından vücuda kakılmış olan tecrübe, vücutla birlikte fikri de istediği kalıba sokmuştur. Devlet adamını realist yapan şey, uykusuz geceler ve gerçekle yaptığı mücadelelerdir; bu uykusuz gecelerini ve mücadelelerini, dünyayı zahmetsizce başka kalıba sokmak isteyen genç bir idealiste aşılaması ondan nasıl beklenir? Olgun yaş, gençliğe sevginin kaçıcı bir şey olduğunu nasıl kabul ettirir? (...) Bize mânâ, hâtıra ve misalle dolu gibi gelen öğütlerimiz, çocuklarımız için nazarî ve sıkıcı olur. Biz fizyolojik bakımdan mümkün olmayan bir şeyi, meselâ yirmi yaşındaki bir kızı akıllı uslu ihtiyar bir kadına çevirmek isteriz.»
Sadece başkalarıyla değil, en başta kendi içimizde, kendi benliğimizde yaşadığımız da dahil, nice “çatışma”, nice “anlaşmazlık” yaşamış, ancak, sonradan gelmiştir aklımız başımıza. Şöyle ki, en sonunda anladığımız, kendimizle barışmak dahil, her insanla pekâlâ anlaşılabileceği hususu olmuştur. Yeter ki, kendimize yahut dışımıza hitabımız, muhatabın şahsiyetine, anlayışına, hassasiyetine, yaşına, cinsiyetine, mevkiine, içinde bulunduğu yer ve zamana, artık bu çizgide göz önünde bulundurulması gereken ne varsa, tümüne “uygun” olabilsin; yani olabilseydi!
Bebekle ona uygun, çocukla ona uygun, gençle ona uygun, yetişkinle ona uygun, kadınla ona uygun, erkekle ona uygun, dostumuzla ona uygun, öz kardeşimizle ona uygun, annemizle ona uygun, babamızla ona uygun, dostumuzla ona uygun, iş arkadaşımızla ona uygun, patronumuzla ona uygun, müşterimizle ona uygun, komşumuzla ona uygun, milletin bir ferdiyle ona uygun, hatta düşmanımızla dahi ona uygun, yine ve hassaten liderimizle ona uygun, dâvâ kardeşimizle ona uygun, ezcümle herkes ama herkesle onlara uygun bir “dil”le hitab edebilir, hepsiyle nitelikleri başka başka olsa da muhteşem “anlayış köprüleri” kurabilirdik. Kurabilirdik, şayet o gün “nasıl”ını bilebilseydik! Yahut, az çok bildiklerimizi yapabilseydik! Söz dönüp dolaşıp şuraya varıyor, tarih boyunca da hep oraya vardığı gibi:
“Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse!”
Şöyle veya böyle aklımız başımıza geliyor gelmesine belki ama, çoğu iş işten geçmiş, Basra harabeye dönmüş oluyor. Yapılması yahut söylenmesi gerekenlerin şuur ve tecrübesine, yapılmaması ve söylenmemesi gerekenleri mebzul mikyasta sergiledikten sonra varabiliyoruz ancak. Buysa, davranışlarımızın plansızlığından doğuyor; bir başka deyişle, neyi, nerede ve nasıl yapabileceğimize dair temel bir malûmata, kazanılmış bir melekeye daha en başında ve en lâzım olduğu ânda mâlik olamayışımızdan neş’et ediyor. Hangi yöne nasıl gidileceğini gösteren bir “pusula”sı olmaksızın, bata çıka, el yordamıyla açık denizleri fethe çıkan kaptan gibiyiz çoğumuz.
Meâlen, “Plân, işe takaddüm eden fikirdir” der Üstad Necib Fazıl. İşten önce gelen, yani gelmesi gereken ve bizi çıkmazlara, darboğazlara, mevzuumuzla ilgisi itibariyle, anlaşmazlık ve çatışmalara girmekten alıkoyacak bir “fikir plânı”, bir “fikir pusulası” gereği! Neyleyelim ki, milletin bir ferdi olarak şahsımızı da pek istisnâ etmeden, biz önce eksik gedik istediğimiz ve bildiğimiz neyse onu yapar, aslını esasını tam bilmesek dahi dikine dikine gider, ancak duvara toslayıp bir adım daha gidemeyince çare araştırmayı severiz. Yine Üstadın mütemadiyen altını çizdiği üzere, milletimizin umumî zaafıdır bu nevî fikirsizlik, plansızlık ve dibe vuruncaya dek istediğimiz ve bildiğimiz neyse onda ısrar. Oysa, en basit bir cihazın bile bir “kullanım kılavuzu” ön bilgisi ve “tamir şartnamesi” mevcutken, “insan” gibi sırrı ilk insandan bu yana hiç durmadan aranmış ve tüm ilerlemelere rağmen hâlâ daha bu okyanusun kıyısına dahi ulaşılamamış bir “âlem”i yeterince anladığımızı düşünür, alelâde bir cihazı kurcalamaktan korktuğumuzun onda biri kadar korkmayız onu örselemekten; çekinmeyiz kendimiz, çevremiz ve insanî münasebetlerimizi hoyratça hırpalamaktan. Olgun insanı ve sağlıklı insan münasebetlerini inşâya, baştan değil de sondan, temelden değil de çatıdan, gençlikten değil de yaşlılıktan başlarız sanki.
Genç demişken; elbette “genç”, gençliğinin getirdiği bir ruh ve davranış temayülüyle ayrılır çocuk ve yetişkinden. Bu meyanda, kuşkusuz düşe kalka tecrübelerini damıtacak ve olgunlaşacaktır o. Ama hiç olmazsa, düşünce elinden tutup onu kaldıracak, sorunca cevabını takdim edecek büyükleri, örnek alacağı şahsiyetler, “rol modelleri” olmalıdır yanıbaşında. İşte o zaman değerlidir bir tecrübe, ancak o zaman değerlidir yol yordam gösterici fikir.
Peki ya bugünkü gibi olur da, ne genci ne de yaşlısı, neyi nasıl yapması gerektiğinin yeterli ve sahih bir fikrine sahib olmazsa? Genci de yaşlısı da “el yordamıyla” yürütüyorsa insan münasebetlerini? Türlü “münasebetsizlik” olur tabiî ki netice. İslâm ahlâkından bigâne fertler ve devletler eliyle “orman kanunu” öttürür borusunu. İnsandan insana sohbet ve muhabbet değil, kurttan kurda hırıltılar duyulur dört bir yandan. Anlaşmanın güzelliği şefkatle sarıp sarmalamaz da, anlaşmazlığın yakıcı nefesi kavurur fert ve toplumları. Dünyamızdaki gibi, cemiyetimizdeki gibi, camiamız ve ailemizdeki gibi, saymaya ne gerek, her köşe başındaki gibi.
O hâlde insan münasebetlerine dair “temel”den başlamalı deriz konuşmaya, davranmazdan evvel bakmalıyız deriz “davranış fikri”ne sahib olmaya, cümle kurmazdan önce öğrenilip öğretilmeli diye düşünürüz dilin mânâ ve değeri, anlaşmazlık henüz doğmadan bilmeli anlaşmazlığa yol vermemeyi, anlaşmazlık kaçınılmaz olacaksa da önceden elimizde olmalı panzehir, üstelik “anlaşmazlık” zannedilenin “büyük anlayış”ın sıçrama tahtası olabileceği bilinmeli en başta, felâketin “anlaşmazlık” addedilenlerin bizâtihi kendisinde değil onu “yönetememek”te bulunduğu farkedilmeli öncelikle.
Olması gereken böyle; ya biz neresindeyiz bunun? Biz de şahsen başın başındayız belki. Geçmişe şöyle bir dönüp bakınca, pek de iç açıcı değil gördüğümüz manzara. Ne var ki, öğrenmenin yaşı ve mevkii, karınca kederince ve ders kitabı mikyasınca da olsa, zaten bilinenleri paylaşmaktan kaçışın gereği yok. “O kadar geç, o kadar geç ki, erken sayabiliriz” demiş ya İngiliz şair Şekspir, neyin olmaması gerektiğini derinden anlamak içindi belki tüm olmaması gerekenler. Bu yüzden, belki tam da o vakit bu vakittir “temel”den başlamak için. Hele bir başka İngilizin hikâyesini okuyunca şimdi, hâlâ bile ne kadar genç olduğumuzu farkedeceğiz öğrenmek için:
“Emekli İngiliz asker Michael Cobb, 91 yaşında doktora diploması alarak dünyanın en yaşlı öğrencisi unvanını elde etti. II. Dünya Savaşı gazisi olan Cobb, Cambridge Üniversitesi’nde FELSEFE üzerine doktorasını tamamladı.”
Öyleyse daha fazla gecikmeyelim, sizi de geciktirmeyelim.
Anlaşma Süreci ve Tarafları
Karşılıklı ANLAŞMA faaliyeti, “konuşan” ve “dinleyen”, “yazan” ve “okuyan”, “bildiren” ve “bildirilen”, “ikna eden” ve “ikna edilen”, “haber veren” ve “haberdar edilen” gibi, kutublardan biri “bir veya çok” fertten oluşsa da, temelde “KAYNAK” ve “ALICI” olarak nitelendirilen iki “taraf” arasında gidip gelen “karşılıklı” bir sürece dairdir.
Bu bir “anlaşma”dır; çünkü taraflardan yalnızca biri “tek başına” anlamak durumunda olmayıp, her iki taraf da bir diğerini “anlamak” durumundadır. Demek ki, bu faaliyetin ismi “anlamak” değil, “karşılıklı anlamak” mânâsına “ANLAŞMAK”tır.
Peki “anlaşma” mutlak mıdır? Şübhesiz, hayır! Karşılıklı fikir ve duygu naklinin, birisi "kaynak", diğeri de "alıcı" kişi olan iki mihrakının mevcudiyetine nazaran, birinin diğerine nakletmeye çalıştığı "mânâ", onu idrak eden muhatabın eksik ve yanlış anlayışından ötede bir yerde duracaktır çoğu. Fakat, "anlam" da bir bakıma bu demek değil mi zaten; muhatabın, kendisine ifade edilenlerden "anladığı" yahut “anladığı kadarı”? Kimse kimsenin kalbine, gözüne, perspektifine, tarih ve tecrübesine “aynen” sahib olamayacağına göre ve farzımuhal olsaydı bile bu kez “benlik” diye bir şey bulunmayacağına göre, bir diğerini “yüzde yüz” anlamak ve muhatabına “mutlak” biçimde nüfûz etmek mevzubahis olmayacaktır. Mesele, muhatabını yeterince ve en iyi şekilde “anlamak”, bir diğeriyle karşılıklı olarak en yetkin seviyede “anlaşmak”tır özetle.
Kaldı ki, “anlamak” yahut “anlaşmak”, bizim kavramları kendimizce mânâlandırmamız çerçevesinde, muhatabın görüşlerine, duygu ve düşüncelerine yüzde yüz iştirak da değildir. “Ne demek istediğini anlıyorum, sen de benim ne kastettiğimi anlıyorsun, bu noktada ANLAŞIYORUZ belki ama, söylediklerine hiç de KATILMIYORUM!” diyebiliriz pekâlâ.
Şu hâlde, iki tür “anlaşma” yahut aynı istikamette iki tür “anlaşmazlık” tesbit edebiliriz:
“Anlaşma”nın iki türünden birincisi, muhatabın kasdını karşılıklı olarak “anlamak”; ikincisindeyse, kasdını anladığı o muhatabın naklettiği duygu ve düşüncelere büyük ölçüde veya aynen “katılmak”, her iki taraf da “aynı görüş”te “buluşmak”tır.
“Anlaşmazlık” bahsindeki iki türe gelince: İlki, muhatabın kasdını pek güzel anlamak ve böylece “anlatılmak istenen”in ne olduğunda her iki taraf da pek güzel anlaşmak, fakat muhatabın dile getirdiği görüşlere büyük ölçüde veya tamamen “katılmamak”tır. İkinci “anlaşmazlık” ise, muhatabının kasdını yeterince anlayamamaktan yahut muhatabın derdini gereğince anlatamamasından veya bunların her ikisi de olmayıp “haricî” faktörlerden kaynaklanan, “eksik veya yanlış anlamak”tır.
Uzmanları, “yetersiz anlatma” veya “yetersiz anlama” belirten veyahut “dış” şartlardan mütevellid bu ikinci türden “anlaşmazlık” doğurucu faktörlere “GÜRÜLTÜ” diyor. “Gürültü”, dışarıdaki arabaların veya evdeki çocukların gürültüsü olabileceği gibi, taraflardan birinin fizyolojik (ağrı, açlık, yorgunluk, üşümek vs.) yahut ruhî hâllerinden (korku, öfke, şiddetli heyecan, gerginlik vs.) doğan yoğunlaşamama sebebleri; yine konuşmanın geçtiği yerin kokusundan, renginden, dağınıklığından, sıcaklığından, nizam tarzından kaynaklanan türlü “dikkat dağıtıcı” engel; ilâveten, kişilere dönük peşin hükümler ve menfî tutumlar gibi psikolojik; son olarak, farklı bilgi seviyelerinden, toplum kesimlerinden, kültür çevrelerinden gelmekten dolayı taraflar arasına giren fikrî, içtimaî ve kültürel mânialar da olabilir. Ne olduğu farketmiyor; muhatabınızın söylediklerine veya yazdıklarına “dikkat”inizi vermenizi ve onun kasdını anlamanızı engelleyen her şey, literatürde bir “gürültü”dür.
Devam edelim: “Anlaşmak”, aynı zamanda bir “süreç” ifadesidir. “Süreç” ise, bünyesinde bir değişim, dönüşüm, gelişim, etkileşim barındıran ve birbirini izleyen safhalar hâlinde bir “bütünlük” belirten dinamizmdir. Biri hiç değişmeden “öylesine yazar veya söyler”, diğeri bulunduğu yerde yine hiç değişmeden “öylesine okur veya dinler” değildir. Tam tersine, yazılan ve söylenen her kelimeyle, ifade edilen her şeyle birlikte, “kaynak” da, “alıcı” da değişir, dönüşür, gelişir ve başkalaşır. Söyleyenin kendisi kadar, “söylenen” her şey de, söylenmezden önceki şey değildir artık. Aynı şekilde, dinleyen veya okuyan kadar, “duyulan” yahut “okunan” şey de artık anlamlandırılmazdan önceki şey değildir. “Etkileşim” gerçekleşmiş, kişiler kadar, kişilerin anlayışına mevzu “mesajlar” da yeni bir renk ve nitelik kazanmıştır. Çünkü, o mesajlar “öyle” anlaşılmıştır ve artık çevreye de bu tarzda sirayet edecektir. “Yeni” kişiler “yeni” anlayışlarıyla, varolan “anlamlandırmalar”ı müsbet veya menfi tenkid ederek, yani geliştirerek veya reddederek o mevcut mesajlara “bambaşka” bir anlam kazandırıncaya dek elbet!
“MESAJ” üzerinde biraz daha duralım dilerseniz. Mesaj, “KAYNAK” kişinin, “muhteva” ve “şekil” olarak, muhataba ilettiği “bütün”dür diyebiliriz. Mesaj muhtevası, “kaynak” kişinin iç dünyasındaki “mânevî unsurlar”, onun duygu ve düşünceleridir. Mesaj şekli ise, bu duygu ve düşüncelerin kendisinde yapılandırıldığı “sembolik biçim”; kelimeler, cümleler, sesler, harfler, jestler (beden hareketleri), mimikler (yüz ifadeleri), resimler, şekiller ve benzeri “göstergeler”den, sembollerden, işaretlerden dokunmuş bir “yapı”dır. Muhatabın duyularıyla “algılayabileceği” bir biçimdir artık o. Gerek “muhteva” gerekse “şekil” olarak bir “bütünlük” arzedecek tarzda inşâ edilen bu “yapı”, “kaynak” kişinin kasdını muhataba ileten bir “elçi”dir ezcümle. Kısaca, muhteva “mânevî”, yani “görünmez”; şekil “müşahhas”, yani “duyularla algılanır”dır.
İBDA’nın “bilgi”ye dair, onun “varlığın muhtevâsından şuurun çıkardığı form” olduğu tesbiti dikkate alınırsa, mesajın “mânevî” cebhesine âit unsurlardan saydığımız “düşünce” de bir “form-biçim” niteliği belirtecektir ki, bu bakımdan o, elbette “görünmez”dir. Demek ki, mesajın “şeklî” veya “görünür” cebhesi olarak arzettiğimiz husus, aslında zihnimizdeki “görünmez” bir biçimin “madde”ye aksetmiş yahut şuurlu olarak aksettirilmiş bir “hatırlatıcısı”, bir deyişle aslî “form”un elçisidir. Maddî formlara, meselâ işittiğimiz veya okuduğumuz bir cümleye, tâbiri câizse, “formun kendisine aksettiği form” da diyebiliriz. Şayet “iç form” yoksa, dıştaki maddî unsurlar “form” kavramının haysiyetiyle hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak, derme çatma tertib veya yığın hüviyetinden öteye geçemeyecek çerçöpten ibaret kalacaktır. Kıymet birincisindedir ve ikincisinin değeri, ancak “vesile” veya “köprü” olarak ilkini aksettirebildiğincedir.
Hayreddin Soykan
Genç Düşünebilse, İhtiyar Yapabilse!
Fransız fikir ve sanat adamı Andre Maurois'in "Duygular ve Âdetler" adlı eserinde geçen şu sözler, kimbilir neler anlatır her birimize:
«Çocukların hayata ilk atıldıkları zamanlarda karşılaştıkları zorlukları gören ana baba, o yaşta kendi yaptıkları hatâları hatırlar ve bunlardan sevdikleri yavrularını korumak için onlara kendi tecrübelerini aşılamak gibi sâf bir harekete başvururlar. Bu tehlikeli bir teşebbüstür. Çünkü tecrübe aşılanamaz. Her insanın her çağı yaşayarak geçmesi, "fikirlerin ve çağların" beraber tekâmül etmesi gerektir. Öyle faziletler vardır ki vücudun ihtiyarlığına bağlıdır; hiçbir söz, hiçbir öğüt onları bir gence öğretemez. (...)
Tecrübenin bir değeri varsa, o da bir acı mukabilinde elde edilmiş olmasındandır. Bu acı tarafından vücuda kakılmış olan tecrübe, vücutla birlikte fikri de istediği kalıba sokmuştur. Devlet adamını realist yapan şey, uykusuz geceler ve gerçekle yaptığı mücadelelerdir; bu uykusuz gecelerini ve mücadelelerini, dünyayı zahmetsizce başka kalıba sokmak isteyen genç bir idealiste aşılaması ondan nasıl beklenir? Olgun yaş, gençliğe sevginin kaçıcı bir şey olduğunu nasıl kabul ettirir? (...) Bize mânâ, hâtıra ve misalle dolu gibi gelen öğütlerimiz, çocuklarımız için nazarî ve sıkıcı olur. Biz fizyolojik bakımdan mümkün olmayan bir şeyi, meselâ yirmi yaşındaki bir kızı akıllı uslu ihtiyar bir kadına çevirmek isteriz.»
Sadece başkalarıyla değil, en başta kendi içimizde, kendi benliğimizde yaşadığımız da dahil, nice “çatışma”, nice “anlaşmazlık” yaşamış, ancak, sonradan gelmiştir aklımız başımıza. Şöyle ki, en sonunda anladığımız, kendimizle barışmak dahil, her insanla pekâlâ anlaşılabileceği hususu olmuştur. Yeter ki, kendimize yahut dışımıza hitabımız, muhatabın şahsiyetine, anlayışına, hassasiyetine, yaşına, cinsiyetine, mevkiine, içinde bulunduğu yer ve zamana, artık bu çizgide göz önünde bulundurulması gereken ne varsa, tümüne “uygun” olabilsin; yani olabilseydi!
Bebekle ona uygun, çocukla ona uygun, gençle ona uygun, yetişkinle ona uygun, kadınla ona uygun, erkekle ona uygun, dostumuzla ona uygun, öz kardeşimizle ona uygun, annemizle ona uygun, babamızla ona uygun, dostumuzla ona uygun, iş arkadaşımızla ona uygun, patronumuzla ona uygun, müşterimizle ona uygun, komşumuzla ona uygun, milletin bir ferdiyle ona uygun, hatta düşmanımızla dahi ona uygun, yine ve hassaten liderimizle ona uygun, dâvâ kardeşimizle ona uygun, ezcümle herkes ama herkesle onlara uygun bir “dil”le hitab edebilir, hepsiyle nitelikleri başka başka olsa da muhteşem “anlayış köprüleri” kurabilirdik. Kurabilirdik, şayet o gün “nasıl”ını bilebilseydik! Yahut, az çok bildiklerimizi yapabilseydik! Söz dönüp dolaşıp şuraya varıyor, tarih boyunca da hep oraya vardığı gibi:
“Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse!”
Şöyle veya böyle aklımız başımıza geliyor gelmesine belki ama, çoğu iş işten geçmiş, Basra harabeye dönmüş oluyor. Yapılması yahut söylenmesi gerekenlerin şuur ve tecrübesine, yapılmaması ve söylenmemesi gerekenleri mebzul mikyasta sergiledikten sonra varabiliyoruz ancak. Buysa, davranışlarımızın plansızlığından doğuyor; bir başka deyişle, neyi, nerede ve nasıl yapabileceğimize dair temel bir malûmata, kazanılmış bir melekeye daha en başında ve en lâzım olduğu ânda mâlik olamayışımızdan neş’et ediyor. Hangi yöne nasıl gidileceğini gösteren bir “pusula”sı olmaksızın, bata çıka, el yordamıyla açık denizleri fethe çıkan kaptan gibiyiz çoğumuz.
Meâlen, “Plân, işe takaddüm eden fikirdir” der Üstad Necib Fazıl. İşten önce gelen, yani gelmesi gereken ve bizi çıkmazlara, darboğazlara, mevzuumuzla ilgisi itibariyle, anlaşmazlık ve çatışmalara girmekten alıkoyacak bir “fikir plânı”, bir “fikir pusulası” gereği! Neyleyelim ki, milletin bir ferdi olarak şahsımızı da pek istisnâ etmeden, biz önce eksik gedik istediğimiz ve bildiğimiz neyse onu yapar, aslını esasını tam bilmesek dahi dikine dikine gider, ancak duvara toslayıp bir adım daha gidemeyince çare araştırmayı severiz. Yine Üstadın mütemadiyen altını çizdiği üzere, milletimizin umumî zaafıdır bu nevî fikirsizlik, plansızlık ve dibe vuruncaya dek istediğimiz ve bildiğimiz neyse onda ısrar. Oysa, en basit bir cihazın bile bir “kullanım kılavuzu” ön bilgisi ve “tamir şartnamesi” mevcutken, “insan” gibi sırrı ilk insandan bu yana hiç durmadan aranmış ve tüm ilerlemelere rağmen hâlâ daha bu okyanusun kıyısına dahi ulaşılamamış bir “âlem”i yeterince anladığımızı düşünür, alelâde bir cihazı kurcalamaktan korktuğumuzun onda biri kadar korkmayız onu örselemekten; çekinmeyiz kendimiz, çevremiz ve insanî münasebetlerimizi hoyratça hırpalamaktan. Olgun insanı ve sağlıklı insan münasebetlerini inşâya, baştan değil de sondan, temelden değil de çatıdan, gençlikten değil de yaşlılıktan başlarız sanki.
Genç demişken; elbette “genç”, gençliğinin getirdiği bir ruh ve davranış temayülüyle ayrılır çocuk ve yetişkinden. Bu meyanda, kuşkusuz düşe kalka tecrübelerini damıtacak ve olgunlaşacaktır o. Ama hiç olmazsa, düşünce elinden tutup onu kaldıracak, sorunca cevabını takdim edecek büyükleri, örnek alacağı şahsiyetler, “rol modelleri” olmalıdır yanıbaşında. İşte o zaman değerlidir bir tecrübe, ancak o zaman değerlidir yol yordam gösterici fikir.
Peki ya bugünkü gibi olur da, ne genci ne de yaşlısı, neyi nasıl yapması gerektiğinin yeterli ve sahih bir fikrine sahib olmazsa? Genci de yaşlısı da “el yordamıyla” yürütüyorsa insan münasebetlerini? Türlü “münasebetsizlik” olur tabiî ki netice. İslâm ahlâkından bigâne fertler ve devletler eliyle “orman kanunu” öttürür borusunu. İnsandan insana sohbet ve muhabbet değil, kurttan kurda hırıltılar duyulur dört bir yandan. Anlaşmanın güzelliği şefkatle sarıp sarmalamaz da, anlaşmazlığın yakıcı nefesi kavurur fert ve toplumları. Dünyamızdaki gibi, cemiyetimizdeki gibi, camiamız ve ailemizdeki gibi, saymaya ne gerek, her köşe başındaki gibi.
O hâlde insan münasebetlerine dair “temel”den başlamalı deriz konuşmaya, davranmazdan evvel bakmalıyız deriz “davranış fikri”ne sahib olmaya, cümle kurmazdan önce öğrenilip öğretilmeli diye düşünürüz dilin mânâ ve değeri, anlaşmazlık henüz doğmadan bilmeli anlaşmazlığa yol vermemeyi, anlaşmazlık kaçınılmaz olacaksa da önceden elimizde olmalı panzehir, üstelik “anlaşmazlık” zannedilenin “büyük anlayış”ın sıçrama tahtası olabileceği bilinmeli en başta, felâketin “anlaşmazlık” addedilenlerin bizâtihi kendisinde değil onu “yönetememek”te bulunduğu farkedilmeli öncelikle.
Olması gereken böyle; ya biz neresindeyiz bunun? Biz de şahsen başın başındayız belki. Geçmişe şöyle bir dönüp bakınca, pek de iç açıcı değil gördüğümüz manzara. Ne var ki, öğrenmenin yaşı ve mevkii, karınca kederince ve ders kitabı mikyasınca da olsa, zaten bilinenleri paylaşmaktan kaçışın gereği yok. “O kadar geç, o kadar geç ki, erken sayabiliriz” demiş ya İngiliz şair Şekspir, neyin olmaması gerektiğini derinden anlamak içindi belki tüm olmaması gerekenler. Bu yüzden, belki tam da o vakit bu vakittir “temel”den başlamak için. Hele bir başka İngilizin hikâyesini okuyunca şimdi, hâlâ bile ne kadar genç olduğumuzu farkedeceğiz öğrenmek için:
“Emekli İngiliz asker Michael Cobb, 91 yaşında doktora diploması alarak dünyanın en yaşlı öğrencisi unvanını elde etti. II. Dünya Savaşı gazisi olan Cobb, Cambridge Üniversitesi’nde FELSEFE üzerine doktorasını tamamladı.”
Öyleyse daha fazla gecikmeyelim, sizi de geciktirmeyelim.
Anlaşma Süreci ve Tarafları
Karşılıklı ANLAŞMA faaliyeti, “konuşan” ve “dinleyen”, “yazan” ve “okuyan”, “bildiren” ve “bildirilen”, “ikna eden” ve “ikna edilen”, “haber veren” ve “haberdar edilen” gibi, kutublardan biri “bir veya çok” fertten oluşsa da, temelde “KAYNAK” ve “ALICI” olarak nitelendirilen iki “taraf” arasında gidip gelen “karşılıklı” bir sürece dairdir.
Bu bir “anlaşma”dır; çünkü taraflardan yalnızca biri “tek başına” anlamak durumunda olmayıp, her iki taraf da bir diğerini “anlamak” durumundadır. Demek ki, bu faaliyetin ismi “anlamak” değil, “karşılıklı anlamak” mânâsına “ANLAŞMAK”tır.
Peki “anlaşma” mutlak mıdır? Şübhesiz, hayır! Karşılıklı fikir ve duygu naklinin, birisi "kaynak", diğeri de "alıcı" kişi olan iki mihrakının mevcudiyetine nazaran, birinin diğerine nakletmeye çalıştığı "mânâ", onu idrak eden muhatabın eksik ve yanlış anlayışından ötede bir yerde duracaktır çoğu. Fakat, "anlam" da bir bakıma bu demek değil mi zaten; muhatabın, kendisine ifade edilenlerden "anladığı" yahut “anladığı kadarı”? Kimse kimsenin kalbine, gözüne, perspektifine, tarih ve tecrübesine “aynen” sahib olamayacağına göre ve farzımuhal olsaydı bile bu kez “benlik” diye bir şey bulunmayacağına göre, bir diğerini “yüzde yüz” anlamak ve muhatabına “mutlak” biçimde nüfûz etmek mevzubahis olmayacaktır. Mesele, muhatabını yeterince ve en iyi şekilde “anlamak”, bir diğeriyle karşılıklı olarak en yetkin seviyede “anlaşmak”tır özetle.
Kaldı ki, “anlamak” yahut “anlaşmak”, bizim kavramları kendimizce mânâlandırmamız çerçevesinde, muhatabın görüşlerine, duygu ve düşüncelerine yüzde yüz iştirak da değildir. “Ne demek istediğini anlıyorum, sen de benim ne kastettiğimi anlıyorsun, bu noktada ANLAŞIYORUZ belki ama, söylediklerine hiç de KATILMIYORUM!” diyebiliriz pekâlâ.
Şu hâlde, iki tür “anlaşma” yahut aynı istikamette iki tür “anlaşmazlık” tesbit edebiliriz:
“Anlaşma”nın iki türünden birincisi, muhatabın kasdını karşılıklı olarak “anlamak”; ikincisindeyse, kasdını anladığı o muhatabın naklettiği duygu ve düşüncelere büyük ölçüde veya aynen “katılmak”, her iki taraf da “aynı görüş”te “buluşmak”tır.
“Anlaşmazlık” bahsindeki iki türe gelince: İlki, muhatabın kasdını pek güzel anlamak ve böylece “anlatılmak istenen”in ne olduğunda her iki taraf da pek güzel anlaşmak, fakat muhatabın dile getirdiği görüşlere büyük ölçüde veya tamamen “katılmamak”tır. İkinci “anlaşmazlık” ise, muhatabının kasdını yeterince anlayamamaktan yahut muhatabın derdini gereğince anlatamamasından veya bunların her ikisi de olmayıp “haricî” faktörlerden kaynaklanan, “eksik veya yanlış anlamak”tır.
Uzmanları, “yetersiz anlatma” veya “yetersiz anlama” belirten veyahut “dış” şartlardan mütevellid bu ikinci türden “anlaşmazlık” doğurucu faktörlere “GÜRÜLTÜ” diyor. “Gürültü”, dışarıdaki arabaların veya evdeki çocukların gürültüsü olabileceği gibi, taraflardan birinin fizyolojik (ağrı, açlık, yorgunluk, üşümek vs.) yahut ruhî hâllerinden (korku, öfke, şiddetli heyecan, gerginlik vs.) doğan yoğunlaşamama sebebleri; yine konuşmanın geçtiği yerin kokusundan, renginden, dağınıklığından, sıcaklığından, nizam tarzından kaynaklanan türlü “dikkat dağıtıcı” engel; ilâveten, kişilere dönük peşin hükümler ve menfî tutumlar gibi psikolojik; son olarak, farklı bilgi seviyelerinden, toplum kesimlerinden, kültür çevrelerinden gelmekten dolayı taraflar arasına giren fikrî, içtimaî ve kültürel mânialar da olabilir. Ne olduğu farketmiyor; muhatabınızın söylediklerine veya yazdıklarına “dikkat”inizi vermenizi ve onun kasdını anlamanızı engelleyen her şey, literatürde bir “gürültü”dür.
Devam edelim: “Anlaşmak”, aynı zamanda bir “süreç” ifadesidir. “Süreç” ise, bünyesinde bir değişim, dönüşüm, gelişim, etkileşim barındıran ve birbirini izleyen safhalar hâlinde bir “bütünlük” belirten dinamizmdir. Biri hiç değişmeden “öylesine yazar veya söyler”, diğeri bulunduğu yerde yine hiç değişmeden “öylesine okur veya dinler” değildir. Tam tersine, yazılan ve söylenen her kelimeyle, ifade edilen her şeyle birlikte, “kaynak” da, “alıcı” da değişir, dönüşür, gelişir ve başkalaşır. Söyleyenin kendisi kadar, “söylenen” her şey de, söylenmezden önceki şey değildir artık. Aynı şekilde, dinleyen veya okuyan kadar, “duyulan” yahut “okunan” şey de artık anlamlandırılmazdan önceki şey değildir. “Etkileşim” gerçekleşmiş, kişiler kadar, kişilerin anlayışına mevzu “mesajlar” da yeni bir renk ve nitelik kazanmıştır. Çünkü, o mesajlar “öyle” anlaşılmıştır ve artık çevreye de bu tarzda sirayet edecektir. “Yeni” kişiler “yeni” anlayışlarıyla, varolan “anlamlandırmalar”ı müsbet veya menfi tenkid ederek, yani geliştirerek veya reddederek o mevcut mesajlara “bambaşka” bir anlam kazandırıncaya dek elbet!
“MESAJ” üzerinde biraz daha duralım dilerseniz. Mesaj, “KAYNAK” kişinin, “muhteva” ve “şekil” olarak, muhataba ilettiği “bütün”dür diyebiliriz. Mesaj muhtevası, “kaynak” kişinin iç dünyasındaki “mânevî unsurlar”, onun duygu ve düşünceleridir. Mesaj şekli ise, bu duygu ve düşüncelerin kendisinde yapılandırıldığı “sembolik biçim”; kelimeler, cümleler, sesler, harfler, jestler (beden hareketleri), mimikler (yüz ifadeleri), resimler, şekiller ve benzeri “göstergeler”den, sembollerden, işaretlerden dokunmuş bir “yapı”dır. Muhatabın duyularıyla “algılayabileceği” bir biçimdir artık o. Gerek “muhteva” gerekse “şekil” olarak bir “bütünlük” arzedecek tarzda inşâ edilen bu “yapı”, “kaynak” kişinin kasdını muhataba ileten bir “elçi”dir ezcümle. Kısaca, muhteva “mânevî”, yani “görünmez”; şekil “müşahhas”, yani “duyularla algılanır”dır.
İBDA’nın “bilgi”ye dair, onun “varlığın muhtevâsından şuurun çıkardığı form” olduğu tesbiti dikkate alınırsa, mesajın “mânevî” cebhesine âit unsurlardan saydığımız “düşünce” de bir “form-biçim” niteliği belirtecektir ki, bu bakımdan o, elbette “görünmez”dir. Demek ki, mesajın “şeklî” veya “görünür” cebhesi olarak arzettiğimiz husus, aslında zihnimizdeki “görünmez” bir biçimin “madde”ye aksetmiş yahut şuurlu olarak aksettirilmiş bir “hatırlatıcısı”, bir deyişle aslî “form”un elçisidir. Maddî formlara, meselâ işittiğimiz veya okuduğumuz bir cümleye, tâbiri câizse, “formun kendisine aksettiği form” da diyebiliriz. Şayet “iç form” yoksa, dıştaki maddî unsurlar “form” kavramının haysiyetiyle hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak, derme çatma tertib veya yığın hüviyetinden öteye geçemeyecek çerçöpten ibaret kalacaktır. Kıymet birincisindedir ve ikincisinin değeri, ancak “vesile” veya “köprü” olarak ilkini aksettirebildiğincedir.