HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
--------------------------------------------------------------------------------
46- Kanun, istilahî bir kelimedir. İnsanları üzerinde yürütmek için sultanın (otoritenin) çıkardığı emir anlamını taşır. Nitekim kanun şöyle tarif edilmiştir: "Sultanın, insanları kendi aralarındaki ilişkilerinde uymaya mecbur tuttuğu kaideler topluluğudur." Her devletin Kanun-i Esasî'si (Temel Kanunu) "Anayasa" kelimesi ile ifade edilir. Kanun-i Esasî'nin dışındaki diğer kanunlar için "kanun" sözcüğü kullanılmıştır. Anayasa ise şu şekilde ifade edilmiştir: "Devletin idare şeklini ve orada uygulanacak hükmetme nizamını belirleyen, her otoritenin özelliklerini ve görevlerini açıklayan kanundur." İşte anayasa ve kanun kelimesinin ifade ettikleri anlamlar bundan ibarettir.
Anayasa ve kanunun her biri, sultanın emrindendir. Müslümanlar ise, ancak Allah'ın emirlerine ve nehiylerine bağlıdır. Zira onlar Kitap ve Sünnet ile mukayyeddirler. Sultanın kendisi de Allah'ın emir ve nehiyleriyle yani Kitab ve Sünnet ile mukayyeddir. Bundan dolayı müslümanların, anayasa va kanunların konmasına fazla ihtiyaçları yoktur. Çünkü şerî hükümler, müslümanların arasındaki ilişkilerinde uymaları gerekli olan kaideleri açıkladığı gibi, devletin şeklini, hükmetme nizamını ve her otoritenin özelliklerini de beyan etmiştir. Böylece onların anayasa ve kanunları, şerî hükümler yani Şari‘in hitabıdır. Müslümanlar yalnızca buna bağlanırlar. Bütün ilişkilerini yalnız bununla yürütürler. İster devlet hakkında olsun ister toplum hakkında olsun, bütün işlerinde ve tasarruflarında şerî hükümlere göre yürürler. Bundan dolayı Raşid Halifeler döneminden İslâm Hilâfet Devleti yıkılıncaya kadar müslümanların anayasa ve kanunları olmamıştır. Ancak Osmanlıların son dönemlerinde kâfir devletler, İslâm Devleti üzerinde baskılarını kurmaya başlayınca onları, kanun, sonra da anayasa yapmaya zorlamışlardır.
47- Allahu Teâlâ, sultana itaatı ve onun emirlerini yerine getirmeyi emrediyor. Nitekim Allahu Teâlâ buyurdu ki:
"Ey iman edenler! Allah'a, Resulü'ne ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." [1]
Resulullah (SAV) ise bir hadisinde şöyle buyurdu: "Kim emire itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim emire isyan ederse bana isyan etmiş olur." [2]
Ancak sultana itaat, onun rey ve içtihadıyla ortaya koyduklarıyla sınırlıdır. Yoksa her şeyde itaat olmaz. Sultan bir helâlı haram yapamayacağı gibi bir haramı da helâl yaparak kendisine itaat edilmesini emredemez. Halifenin görevi ancak şerî hükümleri insanlara uygulamaktır. Bu durumda ona itaat şerî itaattir. Ve Allah'ın hükümlerini kendi rey ve içtihadına göre uygulama yetkisine sahiptir. Bundan dolayı ona bu konuda itaat farzdır. Bunun dışında ise itaat sultana olmayıp Allah ve Resulü'nedir. Sultan ancak Allah'ın şeriatını uygular. Bununla beraber şerî hükümlerde sahabe ve müçtehidler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmının şerî nasslardan anladıklarını diğer bir kısmı da daha farklı anlamışlardır. Bu farklı anlayıştan dolayı hükümlerin farklı anlaşılması meydana gelmiştir. Şari‘ bu farklı görüşlerden birisini benimseme yetkisini halifeye vermiştir. Ve halifenin benimsemiş olduğu görüşe insanların itaat etmesi farz olur. Halifenin istediği ve uygun gördüğü hükümleri benimsemesi hakkında sahabenin icmaı vardır. Halife herhangi bir hükmü benimserse, o konuda halifeye itaat farz olur. Ve bu hüküm, bütün müslümanların hakkında Allah'ın hükmü olur. O halde, halifenin şerî hükümlerden benimsediğinde, halifeye itaat farzdır. Halifenin muayyen hükümler benimseyip halkı benimsediği hükme itaat etmeye zorlaması hakkıdır. Ancak o hükme uymak; halifenin emrini yerine getirmek değil, Allah'ın emrini yerine getirmek olur. Halifenin görevi ise, çeşitli hükümler taşıyan şerî nassdan belli bir hükmü benimsemektir. Bundan dolayı halifenin benimsediğiyle amel, halifenin emriyle değil şerî hükümle amel etmektir. Zira, eğer halife, şerî hükmün dışında bir hükmü benimserse halifeye bu konuda itaat etmek farz olmayıp bilâkis haram olur. Bundan dolayı halifenin benimsediğine uymaya zorlamak, halifenin emirlerinden herhangi bir emrine itaat olmaz, o ancak, Allah'ın emir ettiği hususta Allah'a itaat olur. Böylece o itaat, Allah'ın emrini tatbik etmektir, halifenin emrini tatbik etmek değil. Bu nedenle halife, insanlar için belli kurallar koyup insanları ona uymaya zorlayamaz. Halifenin halkı uymaya mecbur kıldığı tek husus, Allah'ın ona hak kıldığı kendi reyi ve içtihadıyla kaim olacağı husustur.
48- Müslümanların anayasa ve kanunlara ihtiyaç duymamalarının sebebi, beşerin koyduğu ve sultanın da onunla emredeceği hükümlere ihtiyaç olmayışındandır. Zira İslâm şeriatı her şeyi açıklamıştır. Nitekim Allahu Teâlâ buyurdu ki :
"Biz sana Kitabı her şeyi beyan etmek için indirdik." [3] Bu ilahî beyan karşısında müslümanların, beşerin koyacakları anayasa ve kanunlara ihtiyacı yoktur. Ancak şeriat halifeye, müçtehidlerin ihtilâf eden reylerinden belirli hükümleri benimseme yetkisini vermiştir. Orduyu idare etmek, beytülmale ait gelirler, harcamalar ve buna benzer şeylerde, halifenin rey ve içtihadıyla çeşitli görüşlerden belirli bir görüşü benimseyip uygulaması konusunda halife insanları zorlama yetkisine sahiptir. Bu hususta halifeye anayasa ve kanun koyma ve tercih ettiği ve koyduğu kanunlara tabî olmalarını sağlamak için halkı zorlayabilme yetkisi verilmiştir. Buna binaen, müslümanlar için şerî hükümlerden alınmış anayasa ve kanunların olması caiz olur. Şerî hükümler, halifeye bunları kendi rey ve içtihadıyla uygulama yetkisini vermiştir.
Halifenin şerî hükümleri tercih etmesi konusuna gelince, bakılır: Eğer halife, kendisi üzerine farz olan herhangi bir işi, o hususta belli bir hükmü benimsemeden yapamıyorsa, devletin ve idarenin yani otoritenin birliğini veya ümmetin veya beldelerin birliğini ya da onların muhafazasını sağlaması ancak belirli şerî hükümleri benimsemekle mümkün oluyorsa "Bir farzı yerine getirmek için gerekenler de farzdır." fıkhî kaidesine göre bu iki halde belli bir reyi (şerî hükmü) tercih etmek halifenin üzerine farzdır. Bu iki durumun dışında ise, halifenin belli bir görüşü benimsemesi farz olmayıp caizdir.
Halifenin kendi rey ve içtihadını ortaya koymasına gelince: Halife yapılmasını uygun gördüğü bir iş hakkında kendi reyini ortaya koyabilir. Bu esnada onun için geçmiş herhangi bir üslubu tayin etmek zarurî değildir. Bu durumda, bir işi yerine getirebilmek için doğrudan doğruya kendi reyini açıklaması caiz olduğu gibi açıklamaması da caizdir. Yani bir şerî hükmü kanun yapması caiz olduğu gibi kanun yapmaması da caizdir.
Eğer herhangi bir işin yapılması, eski ve yeni bazı prensip ve üslupların ortaya konmasıyla mümkün oluyorsa, bu prensipler konmadığı takdirde o işin yapılması mümkün olmayacaksa ve bundan dolayı bir dağınıklık meydana gelecekse, o takdirde bir takım kanunların çıkarılması farz olur. Bu halde, kanunları çıkartmamak ise haram olur. Binaenaleyh, insanları uygulamaya mecbur edecek belli kanunları çıkartmak bazı hususlarda farz iken bazı hususlarda da caizdir. Bütün bu farz ve caiz olan hususları tek bir anayasada ve tek bir kanunda toplamak farz olamayıp caizdir. Bundan dolayı müslümanların anayasa ve kanunlar yapmaları caizdir. Ancak bunları şerî hükümlerden ve halife için bir hak olarak belirlenen onun kendi rey ve içtihadı ile yürüteceği hususlardan olmalıdır.
49- Şerî hükümlerin halife tarafından benimsenip yürürlüğe konması, araştırma ve icad ediciliğe engel olabileceği gibi, içtihad etmeye de teşvik etmez. Zira böyle bir durum, halkı benimsenen görüşü kabule zorlar. Zira başka bir görüşle amel etmeleri caiz olmaz. Hüküm kendisi ile amel edilmesi için çıkartılır. Mücerred bilgi ve ilim için değil. Eğer bir hükmün kendisi ile amel etmek caiz olmazsa, o zaman müçtehid hüküm çıkartmaya gerek görmez. Bundan dolayı alimler de içtihadı bırakmak mecburiyetinde kalırlar. Çünkü delilinden hüküm çıkarmak onunla amel etmek içindir. Yoksa mücerred ilim ve bilgi için içtihad yapılmaz. Halifenin benimsediğinden başkasıyla amel etmek caiz olmadığına göre müçtehidlerin de istinbat yapmalarına lüzum kalmaz. Zira amel içtihad yapmaya teşvik ettiği gibi, mücerred ilim içtihad yapmaya teşvik etmez. Böyle bir durum ise araştırma ve yeni şeylerin ortaya çıkmasına engel olabildiği gibi, müçtehidleri içtihad yapmaya sevkten de alıkoyar. Bundan dolayı Hulefa-i Raşidin'in benimseyip uygulamaya koydukları içtihad ürünü olan hükümler cidden çok azdır. Hatta nadir denecek derece azdır. Yine bu nedenle İmam Malik, halife Ebu Cafer el-Mansur'a yazmış olduğu El Muvatta isimli hadis kitabını devlet görüşü olarak benimsememesi ve insanları kendi görüşleriyle serbest bırakması için nasihat etmiştir. İbni Mukaffa halife Ebu Cafer el-Mansur'dan, insanların uymaya mecbur oldukları ve kadıların da onunla hükmedecekleri muayyen şerî hükümleri benimsemelerini teklif edince; halife Ebu Cafer el-Mansur da İmam Malik'in yazmış olduğu El Muvatta isimli kitabını benimsemesini taleb eder. İmam Malik de bu isteği kabul etmez ve yukarıdaki cevabı verir. Çünkü insanların kendi görüşleriyle amel etmelerini serbest bırakmak, yenikileri çoğaltacağı gibi müçtehidleri içtihada teşvik eder. Fikrî ve teşrî serveti çoğaltır ve düşünenleri teşvik eder. Ümmette icad edicilerin ve müçtehidlerin bulunmasına ve çoğalmasına neden olur. Bu nedenle anayasa ve kanunlar yapıldığı zaman halife tarafından benimsenen şerî hükümlere az yer verilmelidir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Nisa : 59
[2] Ahmed b. Hanbel, Mükessirin, 7786
[3] Nahl : 89
46- Kanun, istilahî bir kelimedir. İnsanları üzerinde yürütmek için sultanın (otoritenin) çıkardığı emir anlamını taşır. Nitekim kanun şöyle tarif edilmiştir: "Sultanın, insanları kendi aralarındaki ilişkilerinde uymaya mecbur tuttuğu kaideler topluluğudur." Her devletin Kanun-i Esasî'si (Temel Kanunu) "Anayasa" kelimesi ile ifade edilir. Kanun-i Esasî'nin dışındaki diğer kanunlar için "kanun" sözcüğü kullanılmıştır. Anayasa ise şu şekilde ifade edilmiştir: "Devletin idare şeklini ve orada uygulanacak hükmetme nizamını belirleyen, her otoritenin özelliklerini ve görevlerini açıklayan kanundur." İşte anayasa ve kanun kelimesinin ifade ettikleri anlamlar bundan ibarettir.
Anayasa ve kanunun her biri, sultanın emrindendir. Müslümanlar ise, ancak Allah'ın emirlerine ve nehiylerine bağlıdır. Zira onlar Kitap ve Sünnet ile mukayyeddirler. Sultanın kendisi de Allah'ın emir ve nehiyleriyle yani Kitab ve Sünnet ile mukayyeddir. Bundan dolayı müslümanların, anayasa va kanunların konmasına fazla ihtiyaçları yoktur. Çünkü şerî hükümler, müslümanların arasındaki ilişkilerinde uymaları gerekli olan kaideleri açıkladığı gibi, devletin şeklini, hükmetme nizamını ve her otoritenin özelliklerini de beyan etmiştir. Böylece onların anayasa ve kanunları, şerî hükümler yani Şari‘in hitabıdır. Müslümanlar yalnızca buna bağlanırlar. Bütün ilişkilerini yalnız bununla yürütürler. İster devlet hakkında olsun ister toplum hakkında olsun, bütün işlerinde ve tasarruflarında şerî hükümlere göre yürürler. Bundan dolayı Raşid Halifeler döneminden İslâm Hilâfet Devleti yıkılıncaya kadar müslümanların anayasa ve kanunları olmamıştır. Ancak Osmanlıların son dönemlerinde kâfir devletler, İslâm Devleti üzerinde baskılarını kurmaya başlayınca onları, kanun, sonra da anayasa yapmaya zorlamışlardır.
47- Allahu Teâlâ, sultana itaatı ve onun emirlerini yerine getirmeyi emrediyor. Nitekim Allahu Teâlâ buyurdu ki:
"Ey iman edenler! Allah'a, Resulü'ne ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." [1]
Resulullah (SAV) ise bir hadisinde şöyle buyurdu: "Kim emire itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim emire isyan ederse bana isyan etmiş olur." [2]
Ancak sultana itaat, onun rey ve içtihadıyla ortaya koyduklarıyla sınırlıdır. Yoksa her şeyde itaat olmaz. Sultan bir helâlı haram yapamayacağı gibi bir haramı da helâl yaparak kendisine itaat edilmesini emredemez. Halifenin görevi ancak şerî hükümleri insanlara uygulamaktır. Bu durumda ona itaat şerî itaattir. Ve Allah'ın hükümlerini kendi rey ve içtihadına göre uygulama yetkisine sahiptir. Bundan dolayı ona bu konuda itaat farzdır. Bunun dışında ise itaat sultana olmayıp Allah ve Resulü'nedir. Sultan ancak Allah'ın şeriatını uygular. Bununla beraber şerî hükümlerde sahabe ve müçtehidler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmının şerî nasslardan anladıklarını diğer bir kısmı da daha farklı anlamışlardır. Bu farklı anlayıştan dolayı hükümlerin farklı anlaşılması meydana gelmiştir. Şari‘ bu farklı görüşlerden birisini benimseme yetkisini halifeye vermiştir. Ve halifenin benimsemiş olduğu görüşe insanların itaat etmesi farz olur. Halifenin istediği ve uygun gördüğü hükümleri benimsemesi hakkında sahabenin icmaı vardır. Halife herhangi bir hükmü benimserse, o konuda halifeye itaat farz olur. Ve bu hüküm, bütün müslümanların hakkında Allah'ın hükmü olur. O halde, halifenin şerî hükümlerden benimsediğinde, halifeye itaat farzdır. Halifenin muayyen hükümler benimseyip halkı benimsediği hükme itaat etmeye zorlaması hakkıdır. Ancak o hükme uymak; halifenin emrini yerine getirmek değil, Allah'ın emrini yerine getirmek olur. Halifenin görevi ise, çeşitli hükümler taşıyan şerî nassdan belli bir hükmü benimsemektir. Bundan dolayı halifenin benimsediğiyle amel, halifenin emriyle değil şerî hükümle amel etmektir. Zira, eğer halife, şerî hükmün dışında bir hükmü benimserse halifeye bu konuda itaat etmek farz olmayıp bilâkis haram olur. Bundan dolayı halifenin benimsediğine uymaya zorlamak, halifenin emirlerinden herhangi bir emrine itaat olmaz, o ancak, Allah'ın emir ettiği hususta Allah'a itaat olur. Böylece o itaat, Allah'ın emrini tatbik etmektir, halifenin emrini tatbik etmek değil. Bu nedenle halife, insanlar için belli kurallar koyup insanları ona uymaya zorlayamaz. Halifenin halkı uymaya mecbur kıldığı tek husus, Allah'ın ona hak kıldığı kendi reyi ve içtihadıyla kaim olacağı husustur.
48- Müslümanların anayasa ve kanunlara ihtiyaç duymamalarının sebebi, beşerin koyduğu ve sultanın da onunla emredeceği hükümlere ihtiyaç olmayışındandır. Zira İslâm şeriatı her şeyi açıklamıştır. Nitekim Allahu Teâlâ buyurdu ki :
"Biz sana Kitabı her şeyi beyan etmek için indirdik." [3] Bu ilahî beyan karşısında müslümanların, beşerin koyacakları anayasa ve kanunlara ihtiyacı yoktur. Ancak şeriat halifeye, müçtehidlerin ihtilâf eden reylerinden belirli hükümleri benimseme yetkisini vermiştir. Orduyu idare etmek, beytülmale ait gelirler, harcamalar ve buna benzer şeylerde, halifenin rey ve içtihadıyla çeşitli görüşlerden belirli bir görüşü benimseyip uygulaması konusunda halife insanları zorlama yetkisine sahiptir. Bu hususta halifeye anayasa ve kanun koyma ve tercih ettiği ve koyduğu kanunlara tabî olmalarını sağlamak için halkı zorlayabilme yetkisi verilmiştir. Buna binaen, müslümanlar için şerî hükümlerden alınmış anayasa ve kanunların olması caiz olur. Şerî hükümler, halifeye bunları kendi rey ve içtihadıyla uygulama yetkisini vermiştir.
Halifenin şerî hükümleri tercih etmesi konusuna gelince, bakılır: Eğer halife, kendisi üzerine farz olan herhangi bir işi, o hususta belli bir hükmü benimsemeden yapamıyorsa, devletin ve idarenin yani otoritenin birliğini veya ümmetin veya beldelerin birliğini ya da onların muhafazasını sağlaması ancak belirli şerî hükümleri benimsemekle mümkün oluyorsa "Bir farzı yerine getirmek için gerekenler de farzdır." fıkhî kaidesine göre bu iki halde belli bir reyi (şerî hükmü) tercih etmek halifenin üzerine farzdır. Bu iki durumun dışında ise, halifenin belli bir görüşü benimsemesi farz olmayıp caizdir.
Halifenin kendi rey ve içtihadını ortaya koymasına gelince: Halife yapılmasını uygun gördüğü bir iş hakkında kendi reyini ortaya koyabilir. Bu esnada onun için geçmiş herhangi bir üslubu tayin etmek zarurî değildir. Bu durumda, bir işi yerine getirebilmek için doğrudan doğruya kendi reyini açıklaması caiz olduğu gibi açıklamaması da caizdir. Yani bir şerî hükmü kanun yapması caiz olduğu gibi kanun yapmaması da caizdir.
Eğer herhangi bir işin yapılması, eski ve yeni bazı prensip ve üslupların ortaya konmasıyla mümkün oluyorsa, bu prensipler konmadığı takdirde o işin yapılması mümkün olmayacaksa ve bundan dolayı bir dağınıklık meydana gelecekse, o takdirde bir takım kanunların çıkarılması farz olur. Bu halde, kanunları çıkartmamak ise haram olur. Binaenaleyh, insanları uygulamaya mecbur edecek belli kanunları çıkartmak bazı hususlarda farz iken bazı hususlarda da caizdir. Bütün bu farz ve caiz olan hususları tek bir anayasada ve tek bir kanunda toplamak farz olamayıp caizdir. Bundan dolayı müslümanların anayasa ve kanunlar yapmaları caizdir. Ancak bunları şerî hükümlerden ve halife için bir hak olarak belirlenen onun kendi rey ve içtihadı ile yürüteceği hususlardan olmalıdır.
49- Şerî hükümlerin halife tarafından benimsenip yürürlüğe konması, araştırma ve icad ediciliğe engel olabileceği gibi, içtihad etmeye de teşvik etmez. Zira böyle bir durum, halkı benimsenen görüşü kabule zorlar. Zira başka bir görüşle amel etmeleri caiz olmaz. Hüküm kendisi ile amel edilmesi için çıkartılır. Mücerred bilgi ve ilim için değil. Eğer bir hükmün kendisi ile amel etmek caiz olmazsa, o zaman müçtehid hüküm çıkartmaya gerek görmez. Bundan dolayı alimler de içtihadı bırakmak mecburiyetinde kalırlar. Çünkü delilinden hüküm çıkarmak onunla amel etmek içindir. Yoksa mücerred ilim ve bilgi için içtihad yapılmaz. Halifenin benimsediğinden başkasıyla amel etmek caiz olmadığına göre müçtehidlerin de istinbat yapmalarına lüzum kalmaz. Zira amel içtihad yapmaya teşvik ettiği gibi, mücerred ilim içtihad yapmaya teşvik etmez. Böyle bir durum ise araştırma ve yeni şeylerin ortaya çıkmasına engel olabildiği gibi, müçtehidleri içtihad yapmaya sevkten de alıkoyar. Bundan dolayı Hulefa-i Raşidin'in benimseyip uygulamaya koydukları içtihad ürünü olan hükümler cidden çok azdır. Hatta nadir denecek derece azdır. Yine bu nedenle İmam Malik, halife Ebu Cafer el-Mansur'a yazmış olduğu El Muvatta isimli hadis kitabını devlet görüşü olarak benimsememesi ve insanları kendi görüşleriyle serbest bırakması için nasihat etmiştir. İbni Mukaffa halife Ebu Cafer el-Mansur'dan, insanların uymaya mecbur oldukları ve kadıların da onunla hükmedecekleri muayyen şerî hükümleri benimsemelerini teklif edince; halife Ebu Cafer el-Mansur da İmam Malik'in yazmış olduğu El Muvatta isimli kitabını benimsemesini taleb eder. İmam Malik de bu isteği kabul etmez ve yukarıdaki cevabı verir. Çünkü insanların kendi görüşleriyle amel etmelerini serbest bırakmak, yenikileri çoğaltacağı gibi müçtehidleri içtihada teşvik eder. Fikrî ve teşrî serveti çoğaltır ve düşünenleri teşvik eder. Ümmette icad edicilerin ve müçtehidlerin bulunmasına ve çoğalmasına neden olur. Bu nedenle anayasa ve kanunlar yapıldığı zaman halife tarafından benimsenen şerî hükümlere az yer verilmelidir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Nisa : 59
[2] Ahmed b. Hanbel, Mükessirin, 7786
[3] Nahl : 89