gülhayranı
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 30 Mar 2009
- Mesajlar
- 11
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 50
Allah’ın Rubûbiyyeti ve Kur’an’ın Rab Kavramını Îzâhı
(Yazarr Mehmet Sürmeli)
Kur’an, îtikadî açıdan insanların değerlendirmesini yapıp onları durumlarına göre çeşitli şekillerde isimlendirirken “tanrı tanımaz”, ateist insanlardan bahsetmemiştir. Dikkatli bir Kur’an taraması yaptığımızda; sordukları sorulara göre bazı insanların ateist olabileceklerini sonuç olarak çıkarabiliriz. Bu yargıyı Kur’an’dan şu şekilde örneklendirmek mümkündür: “Dediler ki: (Bütün olup biten,) dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz, bizi kesintisi olmayan zaman (dehrin akışın)’dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor.” Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; onlar yalnızca zannediyorlar.”(1) Kur’an’ın haber verdiği bu insanlar, felsefî anlamda ateist olmasalar da söylemlerinden, onların, bu insanların sıfatlarını taşıdıklarını anlıyoruz. “Kişi, -ateist- Allah’sız değilse Müslümandır veya iyi yoldadır.” şeklinde, bir yargının, mefhumu muhalifinden hareket ederek yanlış bir sonuca varmayı da kabullenmek mümkün değildir. Mutlak doğru olan, Allah (c.c)’ın razı olup bizim için seçtiği din; İslam’dır.(2)
Ateist olmadığı halde İslam’ın dışında bulunan din sahiplerini de Kur’an “küfür” kategorisi içinde değerlendirir. Ateizm konusunda değinide bulunmamın gerekçesi, insanın kendine ve Rabbine karşı yabancılaşmada zirveyi temsil eden bir grubun öncüsü olmalarındandır. Bu tip hasta ruhlu insanlar yeryüzünde negatif marjinalliğin en tipik temsilcileridir. Dünyadaki insanların çoğunluğu, Allah’ın varlığı konusunda pek problem çıkarmamışlardır. Daha ziyade Allah’ın birliği konusunda düşünce sapmasının tipik özelliklerini sergiledikleri için, Kur’an, tevhid dediğimiz yaratma ve hüküm koymadaki teklik üzerinde durmuştur.
Tevhid konusunu iyi kavramak için Kur’an’dan, tevhidin, Allah’ın isimlerine bağlı fonksiyonel tanıtımını iyi bilmek zorundayız. O zaman, İslam dışılığın sadece İslam’dan başka din seçen milletlere özgü bir vasıf olmadığını, bilakis, Allah’ın yaratma ve hüküm koymadaki tekliğini açık ve gizli olarak reddeden modern ideolojileri de kapsadığını öğreniriz. Bu öğrenimi sıhhatli yapabilmek için de Kerim Kitabımızdaki “Rabb” kavramını iyi öğrenmek zorundayız.
Rabb: Kelime olarak fail için müstear olan bir mastardır. Kur’an-ı Kerim’in geldiği sırada, bu kelime Arapça’da, “İtaat oluna efendi(3), herhangi bir durumu düzelten kimse, bir şeyin maliki.” anlamlarını ifade ediyordu. İslam’da ise, “Benzeri olmayan efendi, verdiği nimetleri ile mahlukatın durumlarını düzelten, yaratma ve emretmenin sahibi.”(4) demektir. Ayrıca; Malik(5), terbiye eden, idare eden, kemale erdiren, in’am eden, kayyim, bir şeyin üzerinde hak sahibi olan manalarına da gelir.(6) “Terbiye” etmekten geldiği söylenen Rab kelimesini; bir şeyi kemaline ulaştırıncaya dek yavaş yavaş geliştirmek şeklinde de tanımlamışlardır. Bu meyanda şunu ifade etmek gerekir ki; mutlak anlamda Rab, varlıkların her türlü maslahatını üstlenen Allah Teala’dır.(7) Terbiye etmek vasfıyla diğer fonksiyonel özelliklerini bir araya getirerek bir tarif ortaya koyarsak Rabb; îstîla, inayet, tedbir, zabt, tasarruf, telkin, irşad, teklif, emir, yasaklama, rağbetlendirme, korkutma, iltifat etme, azarlama gibi; terbiyenin bütün gereklerine sahip, kuvvetli ve en mükemmel bir terbiyeci demektir.(8)
Rab kelimesi marife olarak “er-Rab” şeklinde, yalnız Allah hakkında kullanılır. Bazı İslam bilginleri, “er-Rab” isminin Allah’tan başkasına itlakında, lügavi değil, dinî engel görürler.
Kelimenin Kur’an’da kullanılış biçimi ise şöyledir: Rab ismi, “Allah” lafza-i celâlinden sonra uluhiyyeti belirtmek için Kur’an’da en çok kullanılan bir kelimedir (970 defa). Fiil olarak yalnız iki defa varid olmuşken, mastar olarak hiç örnek yoktur. Rab isminin çoğulu “erbâb”, dört yerde, Allah’tan başka tanrı gibi ibadet olunan, tanrılaştırılan varlıklar için kullanılmıştır. Biri Mekkîdir; öbürleri Medenî olup ehli Kitap hakkındadır.(9) Kur’an, Rab kelimesini, ilk vahiyden itibaren, insanlara ait zamirlere muzaaf olarak kullanmıştır.(10)
Mekkî sûrelerde “Rab” isminin daha çok kullanılmasında, Allah (c.c)’ı fonksiyonel açıdan daha iyi tanıtma gayesi yatmaktadır. Çünkü müşrikler, yakın komşularının –Bizans- etkisinde kalarak Aristocu bir ilah anlayışına sahip olmuştur. Evreni yaratıp sonra da mahlukatı kendi haline terk etmiş, “emekli ilah” anlayışı onların düşüncesine egemendi. Kur’an, Rab isminin derinliğinde var olan anlamları da zihinlere yükleyerek düşüncede tevhidî bir devrim yapmak istiyordu. Buna binaen Mekkî sûrelerde bu ismin çok kullanılması oldukça anlamlıdır. Fonksiyonel tanıtım zihinlerde karar bulunca “Rab” ismi yerine “Lafza-i Celâlin” daha çok kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Burada bir ilgi kuracak olursak; günümüz insanı da Allah’ı antik cahiliyyeden farklı anlamıyor. Yaratmada O’nu kabul edip, hayatın düzenlemesinde vahye kısmî bir şekilde yer vermek veya hiç vermemek suretiyle politeist (çok tanrılı) bir hayatı tercih etmektedir. Hayatı yönlendirmede icat edilen tanrı-insan(lar) mutlak otoritenin sahibi yapılarak kişiler rububiyyet makamına çıkarılmaktadır.
Yaratmada Allah’ı kabul etmek kişinin Müslüman olması için yeterli değildir. Yaratma ve emretmenin(11) arası açılır, birincisi Allah’a verilirken emretme bir başkasına yetki olarak tanınırsa bunun adı; otorite çatışması denen şirk olur. Kur’an, bize, koyu müşriklerin bile Allah’ı yaratıcı olarak kabul ettiklerini haber vermektedir: “Deki: Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar: ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyleyse deki: Peki siz yine de korkup sakınmayacak mısınız?”(12) müşrikler de, ilk yaratılışın Allah tarafından başlatıldığına ve ilahların bunda dahilinin olmadığına inanıyorlardı. Onlar, ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve Allah’ın Rububiyyetini kabullenmiyorlardı.(13) Bilgi kaynaklarında vahyin olmayışı, olaylara rasyonel veya sansualist bakışları, onları hem inkâra hem de bağnazlığa sürüklemişti.
Alah’ın rububiyyetteki tekliğini tevhidin vazgeçilmez şartı olarak öne süren İslam, insana, önceden vermiş olduğu bir sözünü hatırlatmaktadır: “Hani Rabbin, ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine şahidler kılmıştı: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahid olduk demişlerdi. (Bu), kıyamet günü: “Biz bundan habersizdik demememiz içindir.”(14) Allah’ın yapmış olduğu bu teklifi kabullenmek fıtrattır.(15) Teklifin kabulünde veya reddinde ruh’un tanıma konusundaki fonksiyonunu unutmamak gerekir. Allah’ı gereği gibi tanıyan ve kabullenen varlık, iradesini O’na teslim ederse Müslüman olur. Müslüman olmak; mutlak rabb olarak Allah (c.c)’ı kabullenmek demektir. Daha sonra insan; tutkuların, şeytanın, kötü ailenin, şirk eğitiminin, fesatçı çevre ve medyanın, uluslararası emperyalist odakların etki alanına girmek/girdirilmek sûretiyle fıtratını bozar. Emretme konusunda yalnızca Allah’ı kabul edeceğine dair Allah’a vermiş olduğu sözden caymak sûretiyle hem rabbini değiştirir hem de birçok rab türetir. Kur’an, Allah’ın rububiyyetine karşı rablık iddiasındaki varlık ve kurumları şu şekilde tanıtır.
A. Varlığın Kendisi Olarak:
1. İnsanın Rablık İddiası: Kur’an’ı Kerim’in bu konuda örneklemesini sunduğu en tipik kişi Firavun’dur. Hz. Musa’nın vermiş olduğu tevhid mücadelesinde küfrün sembolü olan zatın adı bile azgınlaşmayı(16) (kulluk sınırında kalmamayı) sembolize eder. Firavun, gerek rablık iddiasında(17) gerekse ilahlık iddiasında(18) mutlak anlamda bir tanrılık iddia etmiyordu. Çünkü onun da tanrıları ve kutsalı vardı: “Firavun kavminin önde gelenleri dediler ki: ‘Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır’da) bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terk etmeleri için mi (serbest) bırakacaksın? (Firavun) Dedi ki: Erkek çocuklarını öldüreceğiz ve kadınlarını sağ bırakacağız. Hiç şüphesiz biz, onlara karşı kâhir bir üstünlüğe sahibiz.”(19)
Ayet-i Kerime, Firavunun da bir ilahının olduğunu haber veriyor. Bu konuya şu şekilde bir açıklık getirmek de mümkündür. “Mısır dininin belirli vasıflarından biri de hükümdara, yani Firavun’a verilen önemdir.” Firavun; tanrıların, özellikle şahin tanrı Horos’un himayesi altındadır. Tanrının oğludur. Yaşadığı sürece tanrı Horos’la eş tutularak kendisine tanrı sıfatıyla tapınılması gerekirdi. Nitekim ölümünden sonra da tanrı Oziris’le bir tutularak kendisine tapınılması gerekiyordu. Mısır’da Firavun, halkın hayatını tecessüd ettiren ve ondan sorumlu olan “Kutsal kral” veya “İlahi kral” kategorisine girer. Muhtemelen Firavun’un durumu, Sümerlerdeki kralın durumu gibi idi. Yeryüzünde, tanrı Anu’nun temsilcisi olan hükümdar; “tanrıların kralı”, tanrılık nezdinde insanların temsilcisidir. Bundan dolayı tanrıyı ancak kral çağırabilir. Bu şekil bir açıklama tarzı her hâlükârda Firavun’un da bir üst varlığa iman ettiğini gösteriyor. Esasında onun rablık iddiası yoktan bir şey yaratma anlamını içermiyor. Daha çok; hakimiyyeti şahsında topladığını ifade eden siyasal motifler egemen söyleminde. İnsanların tüm tercihlerini yönlendirmede kendi buyruklarını referans olarak sunuyor toplumuna. İşte burada insan, insaniyet vasfından çıktığını açık veya kapalı olarak ortaya koyuyor ki; Kur’an dilinde bu, rablık iddiasıdır. Sıfat olarak tağutlaştırma veya firavunlaşma da denir. Konuyu özetlersek, Firavun’un rablık iddiası dini anlamda değil siyasi anlamdadır. Demek istiyor ki: “İktidarın tek sahibi benim ve bu beldede benim üstümde iktidar sahibi olmadığı gibi, kimseye de iktidar hakkında bir söz hakkı verilmemiştir.”(20)
Bir kral veya monarkın buyruklarını genel geçer kabul edip hayatı onların buyruklarına göre düzenlemek bir tapınma, ilah değiştirmedir. Kur’an’ın evrensel mesajı şu noktada yoğunlaşmaktadır: Rabb olan Allah (c.c), evreni yaratıp istirahate çekilmemiştir. “Rab” kelimesinin anlamından da anlaşılacağı üzere Allah (c.c), hayatımızın ölüme kadarki uzunluk, ayrıntılara kadarki genişlik ve her işimizde O’nun rızasını gözetmek zorunda olduğumuz derinlik boyutunda tek varlıktır.
2. Kurumları ve Felsefi Mektepleri Rableştirmek
Bu başlık altındaki mâna, vahiyle bağlantısı olmayan veya vahye karşı din iddiasında olan görüşleri hayatın tek yönlendiricisi olarak kabul etmenin tevhidi tehlikesini haber vermektedir. Kur’an’ı Kerim’de Allah Tealâ “heva”nın ilahlaştırılmasını bir çok âyette yasaklamıştır.(22) Heva, kaynak noktai nazarıyla bireysel olduğu gibi, heva sahiplerinin bir araya gelmesiyle örgütsel ve felsefi bir şekil de alır. Örgütsel, felsefi şekil veya bireysel olan; rabbani olanla çatışır, ilahi olana rağmen tercih görürse, bu durum kişileri ve kurumları rableştirir. Kur’an’ın deyimiyle bu bir tapınma biçimidir. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “De ki: Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda müşterek (olacak) bir kelimeye gelin. (Ki o da şudur Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp kimimiz kimimizi rehber edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahid olun! Biz gerçekten Müslümanlarız.”(23) Allah (c.c)’a isyan konusunda kişi ve kurumlara itaat etmek(24) onları rab makamına koymaktır. Sanırım konuyla ilgili İbn Cüreyc’in görüşleri oldukça orjinaldir: Allah’a isyan konusunda birbirimize itaat etmeyelim. Bu ayetteki rububiyyetle ilgili denilir ki; insanların, toplumda önderlik makamında gördüğü kişilere, komutanlara ibadet maksadı olmaksızın mutlak itaat etmeleridir. Onlar için namaz kılmasalar da onlara yaptıkları itaat onları rab edinmektir. Âyet-i kerime insan özgürlüğünün boyutlarını gösterdiği gibi fikirsel dayatmanın ve zoraki itaat beklemenin de ilahlık iddiası olduğunu bize haber veriyor. Halkı Müslüman ülkelerdeki dayatmacı zihniyetin çok küçük yaştan itibaren insanlarımızı zihinsel açıdan ablukaya alıp doğruları kendince emrettiğini iyi düşünürsek çoğrafyamızdaki kişi ve kurumarı rab edinmenin vardığı noktaları hesap edebebiliriz.
İnsan hayatıyla ilgili helal haram tayin etme yalnızca Allah (c.c.)’a aittir.26 bu hükmün Kur’an’daki ifadesi şöyledir: Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla: “Şuna helal şuna haram” demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”27 Allah’a iftira olur endişesiyle birçok hukukçu içtihadi konularda kesin olarak şu helaldir veya haramdır demeyi doğru bulmamıştır.28 Müslümanlar, hüküm konusunda rablık taslamamak için bu kadar titiz davranırken, son dönemlerde Kur’an’la olan ilginin zayıflaması sonucunda bâtıl felsefi mekteplerin kendi hayatlarına egemen olmalarına karşı aynı titizliği göstermediler. İnsanlığın hayatında gittikçe etkinleşen cehalet, rab değişimine de sebep oldu. Tüm bunlara karşı duyarlı olup, gerçek anlamda rab olarak Allah’ı tanıdığımızın bir göstergesi olarak her şeyin ölçüsünün insanda başlayıp insanda bittiği, insanı aşkın hiçbir şeyin kabul görmediğini ifade eden ideolojilere karşı duyarlı olmak zorundayız. Aksi halde; hem cinsimiz olan insanları yani birbirimizi rabb edinmiş oluruz.
(Yazarr Mehmet Sürmeli)
Kur’an, îtikadî açıdan insanların değerlendirmesini yapıp onları durumlarına göre çeşitli şekillerde isimlendirirken “tanrı tanımaz”, ateist insanlardan bahsetmemiştir. Dikkatli bir Kur’an taraması yaptığımızda; sordukları sorulara göre bazı insanların ateist olabileceklerini sonuç olarak çıkarabiliriz. Bu yargıyı Kur’an’dan şu şekilde örneklendirmek mümkündür: “Dediler ki: (Bütün olup biten,) dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz, bizi kesintisi olmayan zaman (dehrin akışın)’dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor.” Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; onlar yalnızca zannediyorlar.”(1) Kur’an’ın haber verdiği bu insanlar, felsefî anlamda ateist olmasalar da söylemlerinden, onların, bu insanların sıfatlarını taşıdıklarını anlıyoruz. “Kişi, -ateist- Allah’sız değilse Müslümandır veya iyi yoldadır.” şeklinde, bir yargının, mefhumu muhalifinden hareket ederek yanlış bir sonuca varmayı da kabullenmek mümkün değildir. Mutlak doğru olan, Allah (c.c)’ın razı olup bizim için seçtiği din; İslam’dır.(2)
Ateist olmadığı halde İslam’ın dışında bulunan din sahiplerini de Kur’an “küfür” kategorisi içinde değerlendirir. Ateizm konusunda değinide bulunmamın gerekçesi, insanın kendine ve Rabbine karşı yabancılaşmada zirveyi temsil eden bir grubun öncüsü olmalarındandır. Bu tip hasta ruhlu insanlar yeryüzünde negatif marjinalliğin en tipik temsilcileridir. Dünyadaki insanların çoğunluğu, Allah’ın varlığı konusunda pek problem çıkarmamışlardır. Daha ziyade Allah’ın birliği konusunda düşünce sapmasının tipik özelliklerini sergiledikleri için, Kur’an, tevhid dediğimiz yaratma ve hüküm koymadaki teklik üzerinde durmuştur.
Tevhid konusunu iyi kavramak için Kur’an’dan, tevhidin, Allah’ın isimlerine bağlı fonksiyonel tanıtımını iyi bilmek zorundayız. O zaman, İslam dışılığın sadece İslam’dan başka din seçen milletlere özgü bir vasıf olmadığını, bilakis, Allah’ın yaratma ve hüküm koymadaki tekliğini açık ve gizli olarak reddeden modern ideolojileri de kapsadığını öğreniriz. Bu öğrenimi sıhhatli yapabilmek için de Kerim Kitabımızdaki “Rabb” kavramını iyi öğrenmek zorundayız.
Rabb: Kelime olarak fail için müstear olan bir mastardır. Kur’an-ı Kerim’in geldiği sırada, bu kelime Arapça’da, “İtaat oluna efendi(3), herhangi bir durumu düzelten kimse, bir şeyin maliki.” anlamlarını ifade ediyordu. İslam’da ise, “Benzeri olmayan efendi, verdiği nimetleri ile mahlukatın durumlarını düzelten, yaratma ve emretmenin sahibi.”(4) demektir. Ayrıca; Malik(5), terbiye eden, idare eden, kemale erdiren, in’am eden, kayyim, bir şeyin üzerinde hak sahibi olan manalarına da gelir.(6) “Terbiye” etmekten geldiği söylenen Rab kelimesini; bir şeyi kemaline ulaştırıncaya dek yavaş yavaş geliştirmek şeklinde de tanımlamışlardır. Bu meyanda şunu ifade etmek gerekir ki; mutlak anlamda Rab, varlıkların her türlü maslahatını üstlenen Allah Teala’dır.(7) Terbiye etmek vasfıyla diğer fonksiyonel özelliklerini bir araya getirerek bir tarif ortaya koyarsak Rabb; îstîla, inayet, tedbir, zabt, tasarruf, telkin, irşad, teklif, emir, yasaklama, rağbetlendirme, korkutma, iltifat etme, azarlama gibi; terbiyenin bütün gereklerine sahip, kuvvetli ve en mükemmel bir terbiyeci demektir.(8)
Rab kelimesi marife olarak “er-Rab” şeklinde, yalnız Allah hakkında kullanılır. Bazı İslam bilginleri, “er-Rab” isminin Allah’tan başkasına itlakında, lügavi değil, dinî engel görürler.
Kelimenin Kur’an’da kullanılış biçimi ise şöyledir: Rab ismi, “Allah” lafza-i celâlinden sonra uluhiyyeti belirtmek için Kur’an’da en çok kullanılan bir kelimedir (970 defa). Fiil olarak yalnız iki defa varid olmuşken, mastar olarak hiç örnek yoktur. Rab isminin çoğulu “erbâb”, dört yerde, Allah’tan başka tanrı gibi ibadet olunan, tanrılaştırılan varlıklar için kullanılmıştır. Biri Mekkîdir; öbürleri Medenî olup ehli Kitap hakkındadır.(9) Kur’an, Rab kelimesini, ilk vahiyden itibaren, insanlara ait zamirlere muzaaf olarak kullanmıştır.(10)
Mekkî sûrelerde “Rab” isminin daha çok kullanılmasında, Allah (c.c)’ı fonksiyonel açıdan daha iyi tanıtma gayesi yatmaktadır. Çünkü müşrikler, yakın komşularının –Bizans- etkisinde kalarak Aristocu bir ilah anlayışına sahip olmuştur. Evreni yaratıp sonra da mahlukatı kendi haline terk etmiş, “emekli ilah” anlayışı onların düşüncesine egemendi. Kur’an, Rab isminin derinliğinde var olan anlamları da zihinlere yükleyerek düşüncede tevhidî bir devrim yapmak istiyordu. Buna binaen Mekkî sûrelerde bu ismin çok kullanılması oldukça anlamlıdır. Fonksiyonel tanıtım zihinlerde karar bulunca “Rab” ismi yerine “Lafza-i Celâlin” daha çok kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Burada bir ilgi kuracak olursak; günümüz insanı da Allah’ı antik cahiliyyeden farklı anlamıyor. Yaratmada O’nu kabul edip, hayatın düzenlemesinde vahye kısmî bir şekilde yer vermek veya hiç vermemek suretiyle politeist (çok tanrılı) bir hayatı tercih etmektedir. Hayatı yönlendirmede icat edilen tanrı-insan(lar) mutlak otoritenin sahibi yapılarak kişiler rububiyyet makamına çıkarılmaktadır.
Yaratmada Allah’ı kabul etmek kişinin Müslüman olması için yeterli değildir. Yaratma ve emretmenin(11) arası açılır, birincisi Allah’a verilirken emretme bir başkasına yetki olarak tanınırsa bunun adı; otorite çatışması denen şirk olur. Kur’an, bize, koyu müşriklerin bile Allah’ı yaratıcı olarak kabul ettiklerini haber vermektedir: “Deki: Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar: ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyleyse deki: Peki siz yine de korkup sakınmayacak mısınız?”(12) müşrikler de, ilk yaratılışın Allah tarafından başlatıldığına ve ilahların bunda dahilinin olmadığına inanıyorlardı. Onlar, ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve Allah’ın Rububiyyetini kabullenmiyorlardı.(13) Bilgi kaynaklarında vahyin olmayışı, olaylara rasyonel veya sansualist bakışları, onları hem inkâra hem de bağnazlığa sürüklemişti.
Alah’ın rububiyyetteki tekliğini tevhidin vazgeçilmez şartı olarak öne süren İslam, insana, önceden vermiş olduğu bir sözünü hatırlatmaktadır: “Hani Rabbin, ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine şahidler kılmıştı: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahid olduk demişlerdi. (Bu), kıyamet günü: “Biz bundan habersizdik demememiz içindir.”(14) Allah’ın yapmış olduğu bu teklifi kabullenmek fıtrattır.(15) Teklifin kabulünde veya reddinde ruh’un tanıma konusundaki fonksiyonunu unutmamak gerekir. Allah’ı gereği gibi tanıyan ve kabullenen varlık, iradesini O’na teslim ederse Müslüman olur. Müslüman olmak; mutlak rabb olarak Allah (c.c)’ı kabullenmek demektir. Daha sonra insan; tutkuların, şeytanın, kötü ailenin, şirk eğitiminin, fesatçı çevre ve medyanın, uluslararası emperyalist odakların etki alanına girmek/girdirilmek sûretiyle fıtratını bozar. Emretme konusunda yalnızca Allah’ı kabul edeceğine dair Allah’a vermiş olduğu sözden caymak sûretiyle hem rabbini değiştirir hem de birçok rab türetir. Kur’an, Allah’ın rububiyyetine karşı rablık iddiasındaki varlık ve kurumları şu şekilde tanıtır.
A. Varlığın Kendisi Olarak:
1. İnsanın Rablık İddiası: Kur’an’ı Kerim’in bu konuda örneklemesini sunduğu en tipik kişi Firavun’dur. Hz. Musa’nın vermiş olduğu tevhid mücadelesinde küfrün sembolü olan zatın adı bile azgınlaşmayı(16) (kulluk sınırında kalmamayı) sembolize eder. Firavun, gerek rablık iddiasında(17) gerekse ilahlık iddiasında(18) mutlak anlamda bir tanrılık iddia etmiyordu. Çünkü onun da tanrıları ve kutsalı vardı: “Firavun kavminin önde gelenleri dediler ki: ‘Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır’da) bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terk etmeleri için mi (serbest) bırakacaksın? (Firavun) Dedi ki: Erkek çocuklarını öldüreceğiz ve kadınlarını sağ bırakacağız. Hiç şüphesiz biz, onlara karşı kâhir bir üstünlüğe sahibiz.”(19)
Ayet-i Kerime, Firavunun da bir ilahının olduğunu haber veriyor. Bu konuya şu şekilde bir açıklık getirmek de mümkündür. “Mısır dininin belirli vasıflarından biri de hükümdara, yani Firavun’a verilen önemdir.” Firavun; tanrıların, özellikle şahin tanrı Horos’un himayesi altındadır. Tanrının oğludur. Yaşadığı sürece tanrı Horos’la eş tutularak kendisine tanrı sıfatıyla tapınılması gerekirdi. Nitekim ölümünden sonra da tanrı Oziris’le bir tutularak kendisine tapınılması gerekiyordu. Mısır’da Firavun, halkın hayatını tecessüd ettiren ve ondan sorumlu olan “Kutsal kral” veya “İlahi kral” kategorisine girer. Muhtemelen Firavun’un durumu, Sümerlerdeki kralın durumu gibi idi. Yeryüzünde, tanrı Anu’nun temsilcisi olan hükümdar; “tanrıların kralı”, tanrılık nezdinde insanların temsilcisidir. Bundan dolayı tanrıyı ancak kral çağırabilir. Bu şekil bir açıklama tarzı her hâlükârda Firavun’un da bir üst varlığa iman ettiğini gösteriyor. Esasında onun rablık iddiası yoktan bir şey yaratma anlamını içermiyor. Daha çok; hakimiyyeti şahsında topladığını ifade eden siyasal motifler egemen söyleminde. İnsanların tüm tercihlerini yönlendirmede kendi buyruklarını referans olarak sunuyor toplumuna. İşte burada insan, insaniyet vasfından çıktığını açık veya kapalı olarak ortaya koyuyor ki; Kur’an dilinde bu, rablık iddiasıdır. Sıfat olarak tağutlaştırma veya firavunlaşma da denir. Konuyu özetlersek, Firavun’un rablık iddiası dini anlamda değil siyasi anlamdadır. Demek istiyor ki: “İktidarın tek sahibi benim ve bu beldede benim üstümde iktidar sahibi olmadığı gibi, kimseye de iktidar hakkında bir söz hakkı verilmemiştir.”(20)
Bir kral veya monarkın buyruklarını genel geçer kabul edip hayatı onların buyruklarına göre düzenlemek bir tapınma, ilah değiştirmedir. Kur’an’ın evrensel mesajı şu noktada yoğunlaşmaktadır: Rabb olan Allah (c.c), evreni yaratıp istirahate çekilmemiştir. “Rab” kelimesinin anlamından da anlaşılacağı üzere Allah (c.c), hayatımızın ölüme kadarki uzunluk, ayrıntılara kadarki genişlik ve her işimizde O’nun rızasını gözetmek zorunda olduğumuz derinlik boyutunda tek varlıktır.
2. Kurumları ve Felsefi Mektepleri Rableştirmek
Bu başlık altındaki mâna, vahiyle bağlantısı olmayan veya vahye karşı din iddiasında olan görüşleri hayatın tek yönlendiricisi olarak kabul etmenin tevhidi tehlikesini haber vermektedir. Kur’an’ı Kerim’de Allah Tealâ “heva”nın ilahlaştırılmasını bir çok âyette yasaklamıştır.(22) Heva, kaynak noktai nazarıyla bireysel olduğu gibi, heva sahiplerinin bir araya gelmesiyle örgütsel ve felsefi bir şekil de alır. Örgütsel, felsefi şekil veya bireysel olan; rabbani olanla çatışır, ilahi olana rağmen tercih görürse, bu durum kişileri ve kurumları rableştirir. Kur’an’ın deyimiyle bu bir tapınma biçimidir. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “De ki: Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda müşterek (olacak) bir kelimeye gelin. (Ki o da şudur Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp kimimiz kimimizi rehber edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahid olun! Biz gerçekten Müslümanlarız.”(23) Allah (c.c)’a isyan konusunda kişi ve kurumlara itaat etmek(24) onları rab makamına koymaktır. Sanırım konuyla ilgili İbn Cüreyc’in görüşleri oldukça orjinaldir: Allah’a isyan konusunda birbirimize itaat etmeyelim. Bu ayetteki rububiyyetle ilgili denilir ki; insanların, toplumda önderlik makamında gördüğü kişilere, komutanlara ibadet maksadı olmaksızın mutlak itaat etmeleridir. Onlar için namaz kılmasalar da onlara yaptıkları itaat onları rab edinmektir. Âyet-i kerime insan özgürlüğünün boyutlarını gösterdiği gibi fikirsel dayatmanın ve zoraki itaat beklemenin de ilahlık iddiası olduğunu bize haber veriyor. Halkı Müslüman ülkelerdeki dayatmacı zihniyetin çok küçük yaştan itibaren insanlarımızı zihinsel açıdan ablukaya alıp doğruları kendince emrettiğini iyi düşünürsek çoğrafyamızdaki kişi ve kurumarı rab edinmenin vardığı noktaları hesap edebebiliriz.
İnsan hayatıyla ilgili helal haram tayin etme yalnızca Allah (c.c.)’a aittir.26 bu hükmün Kur’an’daki ifadesi şöyledir: Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla: “Şuna helal şuna haram” demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”27 Allah’a iftira olur endişesiyle birçok hukukçu içtihadi konularda kesin olarak şu helaldir veya haramdır demeyi doğru bulmamıştır.28 Müslümanlar, hüküm konusunda rablık taslamamak için bu kadar titiz davranırken, son dönemlerde Kur’an’la olan ilginin zayıflaması sonucunda bâtıl felsefi mekteplerin kendi hayatlarına egemen olmalarına karşı aynı titizliği göstermediler. İnsanlığın hayatında gittikçe etkinleşen cehalet, rab değişimine de sebep oldu. Tüm bunlara karşı duyarlı olup, gerçek anlamda rab olarak Allah’ı tanıdığımızın bir göstergesi olarak her şeyin ölçüsünün insanda başlayıp insanda bittiği, insanı aşkın hiçbir şeyin kabul görmediğini ifade eden ideolojilere karşı duyarlı olmak zorundayız. Aksi halde; hem cinsimiz olan insanları yani birbirimizi rabb edinmiş oluruz.